http://www.resimcity.com/data/media/92/66nh7nn3.gif
Mihrabım!..
Mihrabım’a uğra sabâ yeli, huzuruna varıp edeble, selamımı ilet, heceler yarım yamalak, heyecanlar salkım saçak...
“And olsun kuşluk vaktine...”, kuşluk vakti onun gönlündeki vahyin ışığıdır, ve ışıklar nurunun âşığıdır.
“Geceye and ederim ki...”, onun saçlarını kıskanmaktan gecenin bağrı yanık; gece yarısı hasretle uyanıktır.
“Güneşe and olsun...” ondan daha kutlu bir faniyi hiç izlemedi, ve yer ondan daha kıymetli bir hazineyi hiç gizlemedi.
Ahmed!..
Gönüller gıdası, ruhlar şifası... Gözlerin feri, şerefin zaferi...
Dudağının değdiği bir güle bin can feda Ahmed, eline değmiş bir ele
cihanca cihan feda!
Işığım!
Göz
kırpasıya Burak’ınla vardığın yere bin yılda varamazken berk uran
melekler, nasıl aşkına dönmesin zeminler ve zamanlar, nasıl tutulmasın
burçlar ve felekler. Sen var iken kıblem, gök ile yerin arasında hangi
varlığa adansın ya emekler, ya hangi renk ile iltica etsin dallarına
çiçekler? Cemalini gören âşık, görmeyen âşık iken nurum, gamzene rüyada
olsun ermesin mi tennure kelebekler?
Günaydınım!
Tohum
versen de bize mahsul olabilseydik, kanat olsan da bize katına
varabilseydik. Şarkıların ürperdiği şebnem avuçlarında Medine
rüzgarlarının ışıltılı kumlarınca yanabilseydik, sana kanabilseydik.
Bir kez olsun aşkınla döktüğümüz gözyaşlarından abdest alabilse ve
denizine bir kez olsun dalabilseydik, ya denizinde kalabilseydik.
Himalayalar kadar kara yüzümüzü kara yerlere salabilseydik; bağından
razıye ve marziye ilhamlar alabilseydik!
Sevgilim!
Kutlu
gelişine yüz bin selam olsun, sen aydınlık içinde aydınlık, sen açıklık
içinde açıklıktın. Seninle sevgiler sevgili olur, seninle muhâlimiz
hâle dururdu. Mühürleri kaldırmada son idin sen, can kilitlerini açmada
sonuncu, gülümsesen. Seni görenlerin güneş düşerdi gözünden, seni
sevenlerin ışık yayılırdı yüzünden. Birer efsaneydi iki yanağın; hayal
ile hatıra eleğim sağmalarıyla karanın ve ağın.
Sultanım!
Adına
altınlar bastıran sultanlar şehirler alırdı, şimdi şehirleri düşüyor
adınsız sultanların, adını gizli anıyor âşık–ı nâlanların. Kulluk
prangaları çözülünce ayağımızdan, âzâd oldu zülfünün zenciri solumuzdan
ve sağımızdan. Ashabının kara ker***te gözsüz gördüğünü, biz cilalı
aynalarda yitirdik de yaptık düğünü. Tedavisinde hayat bulmuş hekime
düşman hasta gibiyiz, mürebbisine kin güden çocuklara yasta gibiyiz.
İnsanlık güneşe nispet zulmete döndü, balıklar suya öfkelendi, kuzgun
ete döndü; bahtımız hasrete döndü.
Hasretim!
Gümüş tenli Yusuf’u arayanlar gül teninde Yusuflar ülkesine girdiler; cennet peşinde koşanlar gül cemalinde cennetlere erdiler.
“Körün
elinden tutana Hak’tan yüzlerce ecir vardır!” buyurmuştun. Kıyam et,
tut körlerinin elinden ve İsrafilleyin kıyametten evvel bir kıyamet
kopar. Yıllar yılı kendi yatağını öpen nehirlerce ak ezeli
özlemlerimizin yokuşlarına ve öğüt, yine öğüt, yine öğüt aşk
tanelerimizi değirmenlerinin nakışlarına.
Övüncüm!
Ruhlarımızdan
kuşluklar geçti, gün geçti... Akşam oldu, düğün geçti.. ve gece
olmadan, Yesrib’in güneşi, kerem kıl, tüllenen hayallerimize bir huzme
bıraksın himmetin, ve artık getirdiğin kutsal emanetin kaybolacağından
korkmasın ümmetin!. Kalbimizi kaydırmadan, bize onu haşre dek bakî
kılma ruhsatı ver, ve yalın unutuşların poyrazında bırakıp bizi bir
başımıza, belleklerimizin tereddüt dolu zembereklerinde kıvrandırma,
yeter. Gel, son kez ilk baharımız ol!. Bu mevsim güller incitilmesin,
gamküsarımız ol!..
Ömrüm!
Tâhâ ve Yâsîn aşkına...
Öncesinde senin aşkın yoksa neye yarar ölüm..!