Doğunun kanlı şafaklarından birinde ışık vurdu yüzüne. Nefeslere derinlik veren taze bir seherde, ruhların göçebelik kışkırtısına yakın olduğu sabah vakitlerinde duru bir reşha olarak vardı yeryüzüne.

Saliha bir ananın göz yaşından taştı da geldi.

Helâl-haram kaygısını bir tutam ota taşıyacak denli müttaki bir babanın alın terinden billurlaştı da yağdı yağmur.

Şarkın humma nöbetleriyle kıvranan toprağına dokundu en önce.

Son âlimlerin son nefesleriyle savruldu yağmur, aşkın rüzigârına tutuldu, damla damla sevdaya aktı.

Yitirilmiş bir coğrafyanın dağıyla taşıyla kucaklaştı, fakrla, cehaletle, zaruretle derinleşen bir yaranın orta yerinde kan olup aktı, kıvrandı.

Uçurumlara düştü, mağaralara sığındı, taşlarla arkadaş oldu, pınar başlarında geceledi, gecenin orta yerinde yüreğine düşen dava ateşiyle buharlaştı.

Van Kalesi’nin taşlarından devşirdiği haşin fıtratını, Zernabâd suyunda yıkadığı duru, keskin bakışını, Şark’ın kavruk toprağından beslediği ateşîn zekâsını alıp yeniden göğe karıştı yağmur.

Bir sabah tozlu ayaklarıyla vardığı İstanbul’a, ırkçılık, küfür, şüphe ve emperyalizmle kirlenmiş bu iklime, muhteşem bir saltanatın batmaya yüz tuttuğu hazan mevsiminde bir ikindi yağmuru olup düştü.

Mahzun coğrafyanın meyus insanlarına, peşi sıra getirdiği Şark ışıklarıyla taze ve rengarenk bir gökkuşağı sundu.

Hiçbir yağmura benzemiyordu.
Sanki başka zamanlara, başka mevsimlere, başka coğrafyalara aitti de, bu talihsiz mevsime, bu mahzun şehre kazara uğramış gibiydi.

‘Bediüzzaman’ dediler yağmura.
Eşsiz ve belki zamansız yağmış bir yağmurdu.
Acele etmiş, kışta gelmişti.
Çiçekleri solmuş, tohumları kurumuş bu topraklara, yazı baharı unutmuş bu iklime yeni baharlar getirecekti.

Yağmur, soğuk ve acı kışlarda da yağdı.
Kalemin ve kılıcın ucu sıra şehir şehir dolaştı.

Harflerin efsununda savruldu, harplerin hüznünde yoğruldu.
Kalemi ve kılıcı bir tutan âlim hassasiyetini ve mücahid heyecanını her diyarın göğüne taşıdı yağmur.

İlmin mürekkebine dolanıp sayfalar boyu yazı olmayı da, şehidlerin kanına karışıp yeni baharların toprağına gömülmeyi de göze aldı.
Sayfalar boyu kara harfler gözlere nur olacak ve şehidler şehirlere gözyaşı olacak değil miydi nasılsa?

Yağmur eninde sonunda gözlere değecekti.
Son terazide, âlimin mürekkebi ile şehidin kanı bir tutulacak değil miydi?
Yağmur göklüydü ve nasılsa göğe dönecekti.
Bir gece, hain bir pusunun girdabına düştü yağmur.
Acımasız bir kılıcın ucunda, paslı bir namlunun ardı sıra yabancı ellere savruldu.
Volga nehrinin hazin akışına kapıldı.
Yaban rüzgârlarına esir düşüp, uzak coğrafyalara sürüklendi.
Gecenin koynunda, gurbetin kapkara hüznünde, zihninde çakan yakıcı şimşeklerle sarsıldı, yüreğinde kopan fırtınalarla yeniden yeniye duruldu, ruhunu saran gökgürültüleriyle yeniden ateşlendi.
Ve yağmur şanlı saltanatın yıkık taşlarına yeniden yağdı.
Güzel zamanlardan geriye kalan bu donuk bakışlara dolandı durdu.
Duruldu.

Saltanatsız, devletsiz ve hilafetsiz bir payitahtın son küllerini yıkadı.
“Esaretten sonra” yeniden Anadolu’ya vardığında, Ankara Kalesi’nde soluk bir ikindi vakti, Avrupa’dan gelen katran karası küfrün gölgesini hissetti.
“Ankara’dan en kara bir halet”le yeniden ilk yurduna,
Doğu’ya doğru yola çıktı.
Medeniyetin kirlerini, saltanat ve iktidarın yükünü üzerinden atarak hafifledi, duruldu.
Yalın bir damla olarak yeniden Erek Dağı’nın serin kuytularına döndü.

Sözler’ce kalbimize yağmak için, Mektup’larca ruhumuza varmak için, aklımıza Lem’a Lem’a Şualar düşürmek için saflaştı, inceldi, çoğaldı, çağladı.
Yağmurla ilk kez çay kokulu bir sonbahar akşamı tanıştım.
Karşımdan değil, yanımdan konuşuyordu yağmur.
Yağmur gibi yükseklerden konuşuyor ama yumuşakça iniyordu zihnime.
“Yağmurca” söylüyordu, incitmesiz ve berrak.

Sessiz ama ahenkle; kimseyi kimseden ayırmadan ve herkese özel olarak düşüyordu Sözler’i.

Kağnı sırtında meçhul bir sürgüne giderken, öküzün kanayan ayağını dert edinen Yağmur’du.
Sessiz ve kimsesiz bir yalnızlığa itilirken, yavrusuna giden kuşlara kanat geren Yağmur’du.

Barla’nın hüzünlü yalnızlıklarında, Çam Dağı’ının vahşetli gecelerinde çise çise yağan, sessizce çoğalan, hece hece biriken, Sözler’ce taşan Yağmur’du.
Denizli, Eskişehir, Afyon hapishanelerinin duvarlarını yıkan bakışlarla yağdı Yağmur.


Parmaklıklara inat yeryüzünün her noktasına vardı, zerreden küreye herşeyi tefekkürle yıkadı yağmur.
Bir bahar günü, Eğirdir Gölü’nün yeni açmış çiçekleri, taze kokulu yapraklarıyla sele dönüştü yağmur.
Yaprak yaprak, çiçek çiçek binlerce Esmâ’ya şebnem oldu.
Esmânın güzel kanatları arasında bizi Haşre, Ebede, Cennete taşıdı Yağmur.
Gözlerimizin gördüğü suretlerden gönlümüzün gördüğü hakikatlere sürükledi bizi.
Öylece “yeryüzündeki rahmet eserlerine nazar” eyledik.
Ve öylece dirilişe, hesaba, ebede vardı aklımız.
Yusuf’un[as] rüyasıyla uyandırdı bizi.
Kuyuda ve zindanda aklımızı hakikate boğdu.
Yunus’un[as] gecesiyle aydın etti gözümüzü.
Yunus’un[as] denizinde dalga dalga gerçeğe savurdu nefsimizi.
İbrahim’in[as] düştüğü yangından bize ebedî güller devşirdi.
Musa’nın[as] asasını dilimize verdi; taşı tefekkürümüze taşıdı, katı kalpleri taşla yumuşatacak Sözlerle geldi.
Eyyub’un [as] sabrını yüreğimize indirdi Yağmur.
Damağımıza metanetli bir Eyyub duası yapıştırdı.

Ve ‘Bütün Zamanların En Güzel Yağmuru’nu, Muhammed Mustafa Aleyhisselatüvesselamı, ‘Reşha, Reşha’ bu çorak iklime, bu kurak dimağlara indirdi Yağmur.
Gülü ve salâvatı, bülbülü ve nübüvveti, insanı ve haşri, geceyi ve yıldızları, göğü ve tevhidi yeniden yeniye yoğurup yıkadı Yağmur.
Hiç incitmeden, yıkmadan ve kırmadan, üzmeden ve korkutmadan alnımıza, aklımıza yağdı.
Hiç ayırmadan ve bölmeden, hiç zorlamadan ve yormadan dimağımıza ve damağımıza değdi Yağmur.

...Ve hala Sözler’ce yağıyor yüzümüze, sabahları şebnem olup Lem’a Lem’a parıltılar saçıyor, ebedi bir bahardan, sonrasız bir andan taze ve sımsıcak Mektuplar taşıyor, sayfalar boyu gökkuşağı oluyor, gözümüze ve gönlümüze Şualar gönderiyor.
Yağmur hâlâ yağıyor.
Rahmet rahmet müjde indiriyor gönlümüze.


Dr. Senai Demirci