Merhaba Canım,
Ne zamandır gelemedim sana.
Telafi eder mi bilmem ama bir mektup yazayım istedim.
İşim var, gelemiyorum demek ar geliyor bana;
Çünkü dost işten evvel hatırlanır diyen bendim.
Bakma sen özürlü dostuna!
Sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki, bunları satırlara sığdırmak mümkün mü bilmiyorum.
Ama yine de senden sonra, sensiz neler yaptığımı bilmek istersin diye düşündüm.
Sen göçüp gidince, ben de ayrıldım anılarımla dolu şehirden.
Herkes özlediğinde, yahut bunaldığında sevdiğine koşup sarılırken, ben sen diye toprağına sarıldım bir zaman.
Senin kadar sıcak değildi; ama olsun, sen diye dokunmak da mutlu ediyordu beni.
Tekerlekli sandalyemde utana sıkıla gittiğimiz okulda,
Beni boğan bakışlara daha fazla dayanamadım.
Onca anıyla sevdiklerimi ardımda bırakıp ayrıldım sensiz…
Büyük şehre, büyük hayallerim için göç ettim BİR TANEM.
İstanbul’a…
Üsküdar’da dayımlar da kaldım bir zaman.
Sonra dayım, benim gibi engellilerin gittiği bir yatılı okula yerleştirdi beni;
İyi de oldu.
Ne çok engelli varmış da haberim yokmuş.
Benimle aynı kaderi paylaşan bu yeni arkadaşlarım kendime güvenmemi sağladı.
Üstelik neden sakat kaldın, göstersene bacağını, zamanında müdahale edemediler mi, diye soran arkadaşlar da değillerdi bunlar.
Evimize gelen misafirlere hoş geldin demek için zorlukla yanlarına gittiğimde,
Beni acıyarak süzen o bakışları unutamıyorum.
Hele Ayşe teyzenin, “Ahh yavrum! Yerlerde sürünerek geçiyor gençliğin.” deyişi, sabahlara kadar ağlatırdı beni.
Bazen komşu kadınlara kapı önlerinde oturmuş dedikodu ederlerken rastlardım.
Onların konuşmalarını duyardım;
Allah ailemi benimle cezalandırmış, böyle derlerdi.
Biliyor musun, çok tanrılı dinlerin olduğu dönemlerde de böyle düşünülürdü.
Ne acı değil mi?
Çağlar anlayışları hiç değiştirmemiş!
Oysa Allah, anneden daha şefkatliyken, neden beni bir musibet olarak ailemin hayatına soksun?
“Allah kuluna zulmetmez!” diyen bir Peygamber, elinde Kur’an’la gelmedi mi?
Dedim ya, sana anlatacak o kadar çok şey var ki…
Bunların hepsi derin izler bıraktı geçip giderken.
Geçti.
Okudum.
Bitirdiğim üniversiteye asistan oldum.
Okulum, benim gibi sakatlar için tekerlekli arabaları kullanabileceğimiz düz rampalar yaptırdı.
Ne hoş değil mi?
İlk maaşımla kendime akülü bir araba aldım.
Çünkü tekerlekleri çevirmekten ellerimin içi nasır bağlamıştı.
Bir de anneme baş örtüsü aldım, en iyisinden!
Kızı için sabahları kalkıp dualar eden, iyileşsin diye varını yoğunu satıp doktorlara koşan, yılmayan, umudunu yitirmeden beni hayata hazırlayan anneme.
Okula ilk adım attığımda “Yaşamak direnmektir ” diyen bir yazı okumuştum.
İşte o yazı hayatımın dünüm noktası oldu.
Biliyor musun bir tanem,
Yaşamak için birçok sebebimiz var:
Öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi…
Başarmak için kimseye ihtiyacımız yokmuş, başardıkça bunu daha iyi anladım.
Bunun için kendi gücümüzün farkına varmamız yeter diyen dostlara rastladım!
Yaşamını sürdürebilmek için balıkçı teknelerinin attığı bayat ekmeklere ve yemek artıklarına muhtaç beceriksiz MARTI’lar gibi, teknelerin ardından giderek yaşamak yakışmaz bize!
Biz, geceleri açıkta esen rüzgârla havada uçmayı başaran martılar olmalıyız!
Biz, yağmurlu ve sisli bir günde denizin kenarında pusup kalan martılar değil de
Denizin üstünde oluşan yoğun sis bulutunu delip, göz kamaştırıcı berraklıktaki gökyüzüne ulaşan martılar olmalıyız…
Uçmayı, balık tutmayı, başkalarına yaslanmamayı başarabiliriz!
En yüksekten uçan martı, en uzağı görendir bir tanem!
Bunu başarmak için yapmamız gereken, gümüş renkli gökyüzüne umutla bakabilmektir!
Unutma! Eğer ne yaptığını iyi biliyorsan her zaman başarırısın.
Keşke bunları seninle konuşabilseydik sevdiğim…
Engelin, başarmanın önünde bir engel olmadığını fark etmeyenlere sen fark ettirebilseydin keşke...
Bu mektubu mezarında yüksek sesle okuyacağım, beni duyacaksın eminim; çünkü seni yüreğimde hissediyorum ve çok özlüyorum...
Mustafa Öztürk
http://www.mustafaozturk.com.tr/