ÖLÜMDEN KAÇILMAZ!
İnsanoğlu bu dünyada yüzyıllardır yaşadı, yaşamaya da devam ediyor ve kıyamete kadar da devam edecek. Her gün birileri ölüyor ve birileri de dünyaya gözlerini açıyor. Ömrümüz bize ne kadar çok uzun gözükse de, hâlbuki çok kısa bir hayatımız var. Bunu büyüklerimizin, “Daha hayatımızı yaşayamadık, dünyadan hiçbir şey anlayamadık”, sözlerinden de gayet iyi anlayabiliriz. Dünyaya geliyoruz,”yaşayamadan” hayatımız geçip gidiyor… Bir de bakmışız ki, Azrail kapımızı çalmıştır.
Hz. Ali bu konuyla ilgili şöyle diyor: “Bil ki, sen ahiret için yaratıldın, dünya için değil. Göçmek için var edildin, kalmak için değil. Ölüm için varsın, yaşamak için değil. Ansızın sökülüp atılacağın ahiret için azık toplaman gereken bir konakta ve ahirete varacak bir yoldasın.” Burada Hz. Ali, bize dünya-hayat-ölüm çizgisini çok güzel bir biçimde izah ediyor. Cenab-ı Hak hiç şüphesiz bizi bu dünya için yaratmadı. Ama yine de biz insanoğlu dünyaya doyamıyoruz. Hiç gitmeyecekmişiz gibi yerleşiyoruz. Aslında hepimiz birer askeriz bu dünyada… Zamanı dolan asker tezkeresini alıp görevini tamamlıyor.
Çevremize baktığımızda her gün birileri ölüyor. Akrabalarımızdan, yakın çevremizden, komşularımızdan… Hatta selâ verildiği zaman da kimmiş diye merakla dinleriz. Merakımızı giderdikten sonra işimize devam ederiz. İşimize devam ederiz fakat sanki ölüm bize hiç gelmeyecekmiş gibi oralı olmayız. Hatta böyle şeyler için beynimizi bile yormayız. Sanki ölüm günlük yeme, içme, uyuma, gezme gibi sıradan bir şeymiş gibi yoğun tempoyla günlük yaşantımıza devam ederiz. Bugünümüzü, yarınımızı hiç düşünmeyiz. Kim garanti edebilir, bir dakika sonra kendisine ne olacağını… Kimse! Hâlbuki “Ölümü hatırlamak kalbi temizler, insanı dünyaya ve dünyadakilere bağlanmak felaketinden kurtarır.”(Abdülkadir-i Geylani).Günlük meşguliyetlerimiz dünya işleri o kadar çok zamanımızı almış ki, bırakın ölümü düşünmeyi kendimizi bile unutuyoruz adeta…
Bir arkadaşımla, ölümle ilgili birkaç cümle konuşuyorduk. Daha sonra arkadaşım, “Ölümle ilgili hiçbir şey konuşmayalım. Ben çok korkuyorum. Geceleri rüyalarıma kadar giriyor. Konuşmak istemiyorum.”dedi. Ben de, “Bir gün bizim başımıza da gelecek, ölümden kaçamayız. Tam tersine üstüne gidersek, ancak bu şekilde korkumuzu yenebiliriz.”dedim. Bir hadis-i şerifte geçtiği gibi, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!”.Düşünüyorum da, insan dünya için çalışıp, çabalıyor. Daha sonra, “ Bu kadar emeğimi, çalıştıklarımı acaba yanımda götürebilecek miyim?”,diye kendine soruyor. “Bilmiyorum”, cevabını da alınca bu sefer endişeye ve korkulara kapılıyor. Acaba ben nereye gideceğim? Bana neler olacak? Bu gibi düşünceler zihnini dolduruyor. (Tabi bunu düşünmeyi bile gereksiz görenler hariç!)Evet, gerçekten de biz insanlar ölümden korkuyoruz ve o korkudan dolayı da kaçmaya çalışıyoruz. Tabi bu bildiğimiz anlamda “kaçmak” değil! Ölümle ilgili olan hakikatlere gözlerimizi kapayıp, kulaklarımızı tıkamaktır. O da nereye kadar…
“Ölmek felaket değildir, öldükten sonra başa gelecekleri bilmemek felakettir.”diyor İmam-ı Rabbani. Evet, ölmek felaket değil ama biz felaket haline getiriyoruz. Tamamıyla bir trajedi çıkarıyoruz ortaya… Aslında insan bilmediği şeyin düşmanıdır ve insan düşmanı olduğu şeye yaklaşmak istemez, kaçar. Sonuçta, insan uzaktan baktığı ve bilmediği şeyi nasıl tanıyabilir ki? Üzerine gidersek, işte o zaman her şeyi kavrayabiliriz…
İhtiyar nine ve dedelerimiz vardır. Onlarla muhabbet ettiğimizde sıkça duyduğumuz cümlelerden biri de “Ah sizdeki gençlik şimdi bizde olsa keşke”,derler. Sonra da “Daha hayata doyamadık.”derler. Buradan şu netice çıkıyor. Birincisi: İnsanoğlu hep genç kalmak istiyor. Gençliğinin bozulmasını istemiyor. İkincisi: İnsanoğlu yok olup gitmek istemiyor. Fıtraten ebedi hayatı istiyor. Eğer ebediyen huzurlu ve mutlu yaşamak istiyorsak ve genç kalmak istiyorsak, biz de fani hayatımızı bakiye tebdil etmeliyiz ki, ebedi hayatımızda bize daha güzel bir surette verilsin. Öyle değil mi?
Önceleri ölümden şiddetle korkardım ve her aklıma geldiğinde garip bir ürperti sarardı bedenimi. Hatta geceleri korkudan uyuyamadığım zamanlar çok olmuştur. Ta ki Risale-i Nurlarla tanışıncaya kadar… Önceden büyüklerim bana ölümün hep kötü yanlarını anlatmışlardı. Fakat Risale-i Nurlardaki hakikatler ölümün daha çok güzel yanlarını göstermeye başlamıştı bana. Hatta ölümden korkmaktan ziyade, ölümün güzel yanlarını görmeye çalışarak sevmeye başlamıştım. Çünkü biliyordum ki, ehli iman için ölüm yok olup gitmek değil, tebdil-i mekândı(yer değişikliği). Seni yaratan Rabbine kavuşmaydı.
“Ölümü düşünen hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddi çalışır.” diyor Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri. Eminim ki çok azımız ahiretimiz için çalışıyoruz. Acaba günlük ne kadar zaman ayırıyoruz hakikatleri öğrenmeye, okumaya ve tefekkür etmeye… Yoksa günümüzün çoğunu günlük işlerimize, dünyanın meşguliyetlerine mi ayırıyoruz? Dünyanın fani olduğunu unutup, dünya için mi çalışmaya başladık? Yoksa ilk sırada ahiret hayatımız mı geliyor bizim için?
“Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır” diyor Efendimiz Resul-i Ekrem. Şimdi kalemlerimizi, işimizi gücümüzü bir kenara bırakıp, biraz tefekkür etmeye ne dersiniz? Günlük bir saat tefekkür edemesek de bir-iki dakikamızı ayırsak ne kaybederiz ki? Hiçbir şey kaybetmeyiz ama çok şey kazanabiliriz. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun da ihtiyacı var buna? O halde daha neyi bekliyoruz. Bırakalım şimdi işimizi bir kenara…
alıntı..