+ Konu Cevaplama Paneli
3. Sayfa - Toplam 27 Sayfa var BirinciBirinci 1 2 3 4 5 13 ... SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 21 ile 30 ve 268

Konu: Nükleer Patlayıcı Fiziği

  1. #21
    Ehil Üye zeet06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2008
    Mesajlar
    1.022

    Post Türkiye'nin Nükleer Enerji Macerası

    Türkiye’de Nükleer Enerji
    Nükleer enerjinin geleceğini 3. Dünya ülkelerinin bugüne ve yarına ait politikaları ve atacakları adımlar, belirleyecektir. Zira, gelişmiş batı devletlerinin önemli bir kısmında işsiz kalan, devlet sübvansiyonlarını yitiren nükleer reaktör üreticileri çareyi gelişmekte olan, nükleer enerjiyi güç ve prestij unsuru olarak algılayan ülkelere yönelmekte, yeni pazarlar yaratmak sureti ile ayakta kalmaya çalışmaktadırlar.
    Bu bağlamda, başta Uzakdoğu ülkeleri olmak üzere Ortadoğu, balkan ülkeleri ve bazı Latin Amerika ülkeleri bu pazarın önemli müşterileri olarak göze çarpıyorlar.

    Örneğin, Japonya kendi işlettiği nükleer reaktörlerden elde ettiği %98 saf Plütonyum - 239′a ek olarak Fransa’dan sürekli saf plütonyum alıyor ve elbet bu durum enerji açığından değil, doğrudan taktik nükleer silah programı ile ilgilidir. Şu anda yapılan araştırmalara göre Çin’de yaklaşık 450 nükleer başlıklı silah bulunmakta ve bunlarının 300′ünün stratejik, diğer 150 adedinin de taktik nükleer silah olduğu bilinmektedir. Güney Kore 1992′de 2 adet Kanada tasarımı, hem elektrik enerjisi hem de plütonyum üreten Candu tipi reaktör almaya karar verdi. Ayrıca ellerindeki elektrik üreten santrallere ek olarak Çin 3, Güney Kore 2, Kuzey Kore 4, Japonya 13, Endonezya 2 adet nükleer yakıt zenginleştirme tesisine sahiptir. Bu ülkelere benzeri yaklaşımlarla Hindistan, Pakistan eşlik ederken İran; Rusya ve Çin’le anlaşmaya çalışarak teknoloji transferi çabaları içerisinde. Yanı sıra İsrail’in yeterli nükleer başlıklı silahları ve plütonyum stokları olduğu bilinmektedir. Ukrayna’da ise bütün dünyayı yerle bir etmeye yetecek kadar nükleer başlıklı silah vardır.
    Kısaca görüldüğü gibi nükleer Pazar askeri
    Amaçların yanı sıra sivil çabaları da kapsıyor. Bu ikili omuz omuza ilerliyor bahsi geçen bütün ülkelerin silah programları yanında ve çoğu zaman bunun için nükleer reaktörlere yaptıkları / yapmayı düşündükleri rakamlar inanılmaz boyutlardadır.
    Peki 3. Dünya bir çılgınlığın peşinde kendinden geçerken Türkiye’de neler oluyor.
    Türkiye’de çok uzun bir süredir yapılmaya / dayatılmaya çalışılan “nükleer santral” ile ilgili fizibilite etütleri 1967 - 1970 yılları arasında yapıldı. 300 Mw gücünde planlanan ve 1977 yılında işletmeye alınması düşünülen ağır su tipindeki bu santral ekonomik ve politik nedenlerle sonuçlandırılamadı. Ancak 1971 yılında TEK bünyesinde NÜKLEER SANTRAL DAİRESİ kuruldu. İlk fizibilite etüdüne paralel olarak 1974 yılında, Akkuyu’da bu kez 600 Mw’lık bir nükleer santralin 1983′te hizmete gerecek şekilde yapılmasına karar verilerek yatırım programına dahil edildi. Bu konuda ihale de yapılmış olmasına rağmen o günkü koşullarda büyük olasılıkla ekonomik nedenlerle inşaata başlanamadı, ama nükleer santrale de sahip olma hayalinden de vazgeçilmedi. 1983 yılına gelindiğinde bu kez uluslar arası firmalara “yap - işlet - devret” modeli ile santral kurmak üzere çağrı yapıldı ve Kanada “AECL” şirketinin Akkuyu’da, ABD’den gelen “General Electric” şirketinin de Sinop’ta santral kurması istendi. Ancak gene kamu oyu baskısı dışındaki nedenlerle yapım işlerine başlanmadı. 26 Nisan 1986 tarihinde meydana gelen Çernobil faciasının ardından uzun bir sessizlik ve bekleme dönemine geçildi. Bu süreçte 1987 yılında TEK Nükleer Enerji Dairesi kapatıldı. 1992′ye kadar beklentilerin aksine ne Çernobil faciası unutuldu ne de nükleer santral yapma istekleri.
    1990 yılında Arjantin’le yapılan görüşmeler dışında yeni bir adım Çernobil’den yaklaşık 6,5 yıl sonra atıldı ve Aralık 1992′de 7 şirketten anahtar teslim esasına göre teklif istendi. Bu süreçte giderek yoğunlaşmaya başlayan kamuoyu baskıları da bir derece dikkate alınarak bu yaklaşımdan da vazgeçildi. Ancak Ocak 1994′te müşavirlik hizmetleri için ihale açıldı bu ihale için Resmi Gazeteye verilen ilanla; yıllardır tartışılan, gündeme getirilip sonradan unutturulan, yer seçimin yanlış olduğu ile ilgili verileri görmezden gelinen Akkuyu Nükleer Santrali “resmileştirilmiş” oldu. Başta yerel örgütler olmak üzere konuya duyarlı tüm kitle örgütleri tepkilerini dile getirdiler ve durum kısaca “anti - demokratik nükleer dayatmacılık” olarak nitelendirildi. Bu ihale için Nisan 1994′te toplanan tekliflerin değerlendirilmesi sonucunda Güney Kore Hükümeti’nin kamu kuruluşu KAERI “Korean Atomic Energy Research Institute” 1 Şubat 1995′te sözleşme imzalayarak (yapıma yönelik ihale şartnamelerinin hazırlanması dahil) “Akkuyu Nükleer Santral Mühendislik ve Müşavirlik Hizmetleri”‘ni gerçekleştirmeye başladı bu iş için ayrıla 600.000 dolarlık bütçenin yarısından fazla bir bedel, yaklaşık 350.000 dolar yapılan ve yapılacak hizmetler karşılığı söz konusu şirkete ödenmektedir. 3 aşamada yapılması planlanan işlerin 2. Aşaması yaklaşık 5 aylık bir gecikme ile Aralık 1995 ortalarında TEAŞ’ne teslim edildi. Bu aşamada uluslar arası yapım ihalesi için şartname taslakları hazırlandı 3. Aşama da şartname taslakları kesinleştirilerek her şey yapım ihalesine hazır hale getirilmiş olacak ihalede %100 kredi getirme şartı aranacak olup gerekli yakıt da ihale kapsamında olacak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından hazırlanan ve halen yürürlükte olan 2010 yılına kadar enerji planına göre bu santralin 2005 yılında devreye girmesi ön görülüyor. Planda santralin 1000 Mw güçte kurulması isteniyor bu durumda şirketler ve uluslar arası rekabete ve farklı teknolojilerin önerilmesine bağlı olarak 1,5 - 2 milyar dolarlık bir yatırım söz konusu olmaktadır.
    Sonuç olarak; 1967′den 1996′ya ve 300 Mw’tan 1000 Mw’a “Akkuyu Nükleer Santralı” kurma hayali bu kez ciddi bir nokta da ve gerçekleşmeye çok yakın! Bu durum özellikle son altı yıldır uluslar arası nükleer lobiciliğin korkunç baskıları ve uygulayıcıların kamu oyu baskısı ile olası riskleri / tehlikeleri hiçe sayarak (bu baskıları adeta isteyerek) kabul etmelerinin doğal bir sonucudur. Türkiye’nin genel enerji politikaları da bu baza dayandırılarak değiştirilmiş,nükleer enerjinin oluşturabileceği ve çok uzun yıllar insan sağlığına zarar verecek, nesillerin sakat doğmasına yol açacak kaza riskleri de, çok yakın ve canlı Çernobil örneğine rağmen, yok sayılarak veya hafife alınarak halkın aksi yöndeki terciğine rağmen bu santralin yapımı planlanmıştır. Bu sistematik yaklaşım içerisinde,1993 yılında TEK’e bağlı Yeni ve Yenilebilir Enerji Kaynakları Müdürlüğü de sessiz sedasız kapatılmıştır. Çernobil faciasından sonraki süreçte radyasyonlu çayları içiren, fındıkları yediren ve tehlikelere karşı uyarmak yerine halkı kandıran, kendilerinden hala hesap sorulmayan politikacılar ve bürokratlar bu sistematiğin ayrılmaz parçasıdırlar.
    Enerji konusunun kamuoyunda güncellik kazandığı bir dönemde, hükümetlerin bu konudaki ciddiyetten uzak açıklamaları ise beraberinde birçok soruyu akla getirmektedir. Örneğin, Mesut Yılmaz hükümetinin “Türkiye’nin enerji açığı var ve yıl sonuna kadar ülke karanlıkta kalacaktır” söylemi ile gündeme getirdiği “enerji sorunu” yanlış bir noktada ve yanlış araçlarla tartışılmıştır. Bu aşamada öncelikle, Türkiye’nin enerji senaryoları ne kadar gerçekçidir? Sorusuna yanıt aranmalıdır. İkinci soru alanı ise enerji - çevre bir ikilem sürdürülecek ya da tercih çevreyi dışlayan bir yaklaşım mı olacaktır?
    Bu sorular umut vaat edici yanıtlar taşımıyorlar bu gün fakat ülkenin kaynaklarını ve elektrik enerjisi tablosunu görerek nükleerin ne kadar gereksiz olduğunu anlamak gerekrakamlar: (1996 yılına aittir)
    1995 yılı sonu itibari ile ülkemizde kurulu bulunan elektrik santrallerinin toplam kurulu gücü 21.137 Mw tır.
    Bu santrallerin %52,3′ü termik kaynaklardan, %47,5′u hidrolik kaynaklardan elektrik üretmektedirler. 1996 yılı içerisinde devreye girmesi beklenen ve henüz tamamlanamayan 403,8 Mw gücündeki santrallerin tamamlanması halinde 1996 yılı sonu itibari ile santrallerin toplam kurulu gücü 21.540 Mw olacaktır. Mevcut santrallerimizin yıllık üretim kapasitesi 111 milyar Kwh’tır. 1995 yılı itibari ile santrallerimizden 85 milyar Kwh elektrik enerjisi üretilmiştir.
    1995 yılı net tüketimi ise 65 Kwh olmuş yani 20 milyar Kwh’lik enerji iç ihtiyaçlar, ENH - dağıtım sistemi ile kaçak kullanımlarda tüketilmiştir. Böylelikle kayıp oranı %30′lara ulaşmaktadır ki bu oranın yüksekliği dikkat çekicidir. (Dünya ortalaması %10 - %15 arasında değişmektedir)
    Buraya kadar görüldüğü gibi elektrik enerjisi üretimi açısından bir problem görülmektedir. Kısaca üretilen enerjinin tüketicilerin kullanımına sunulmasına yani santrallerden iletilmesi ve dağıtım sistemi açısından durum nedir?
    Ülkemizde 10.500 km 380 Kv, 24.500 km 154 Kv’luk iletim hattı mevcuttur. İletim hatlarının hemen hepsi 154 Kv üzerinden transfer edildiğinden 180 / 154 Kv’luk trafolarda bir sıkışma gözlenmektedir. (İstamnbul, ANkara, İzmir, Bursa gibi kentlerde) ancak dağıtım sistemindeki şehir şebekeleri genellikle eskimiş olduğundan ve uzun zamandır yatırım yapılmadığından tüketici taleplerine cevap veremeyecek bir hale gelmiş bulunmaktadırlar. Bu nedenle de özellikle büyük kentlerde elektrik kesintileri yaşanmaktadır. Bu kesintiler de üretimden kaynaklanmadığı halde nükleer santral lobilerince “ülkemiz elektriksiz kalacak mutlaka nükleer santral kurulmalıdır” diye kullanılmaktadır. Oysa nükleer santrallere gelinceye kadar ülkemizde daha kullanılmamış geniş bir potansiyelimiz bulunmaktadır yapılan ölçümler sonucunda ülkemiz hidrolik potansiyeli 433 milyar Kwh/yıl ve teknik olarak değerlendirilecek hidrolik potansiyelimizde 215 Kwh/yıl olarak tespit edilmektedir. Ekonomik olan (bu gün için) 125 433 milyar Kwh/yıl’dır bu da üşkemizde bugüne kadar kurulmuş olan santrallerimizin toplam potansiyelinin yaklaşık 1,5 katıdır. Ülkemizde linyit rezervlerinin 120 milyar Kwh/yıl enerji kapasitesine sahip olduğu kabul edilmektedir ki linyit kaynaklarımızın 2/3′ü henüz incelenmemiş durumdadır. Bu kaynaklarımızdan, hidrolik potansiyelimizin %29′u linyit potansiyelimizin ise %33′ünün kullanılmakta olduğu ortaya çıkmaktadır. 18 Aralık 1995 tarihinde ölçülen puant gücümüz 14145 MW’tır. Yani puant gücünün %49 fazlası kurulu güce ve bugünkü kurulu gücümüzün de 2,5 - 3 katı kadar hidrolik ve termik kaynaklara sahip olan ülkemizde “aman kaynaklarımız tükendi, nükleer santraller kuralım” demek düpedüz saçmalamaktır.
    1974′lerde yaşanan bunalım da aynı teraneleri dinlemiştik. Ve o dönemde de nükleer santral önerileri ortaya atılmış idi. Aradan 22 yıl geçtiği halde nükleer santral kurulmadığı gibi bugün için de gündeme getirilmemelidir.
    1974 petrol bunalımında ülkemizde enerji sıkıntısı çekilmesinin belirleyici nedeni olan Ambarlı Fueloil Santralı da tıpkı bugün nükleer santraller gereklidir diyen zihniyetler tarafından, 1965′te elektriksiz kalacağız diyerek emrivaki kurulmuştur. 1974 petrol bunalımında da santrale yakıt bulunamadığı için büyük çapta elektrik kesintileri yaşanmıştır. Ve durum buyken bir tek kelime daha eklemeden noktalıyoruz. Nükleer reaktör gereksizdir saptırılmış veriler ile aklı karışanlara sesleniyoruz öncelikle, anlamanız için daha kaç tane “Çernobil” gerekiyor?
    tmmob birlik haberleri dergisi kasım 97 sayısından derlenmiştir
    Konu zeet06 tarafından (13.10.08 Saat 18:37 ) değiştirilmiştir.

  2. #22
    Ehil Üye zeet06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2008
    Mesajlar
    1.022

    Post Nükleerde ülkelerde En Son Durum Nedir ?

    NÜKLEERDE ÜLKELERDE EN SON DURUM NEDİR ?

    50 yıl önce, ‘sayaçsız, bedava elektrik’, ‘sonsuz elektrik ’ olarak lanse edilen ve bütün dünyayı kaplayacağı varsayılan nükleer santrallerden, bugün hızlı bir kaçış vardır.1974 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) hazırladığı bir rapora göre; 2000 yılında dünyada 4500 adet nükleer santral olacaktı. Oysa 1999 yılı sonu itibariyle, 434 adet işletmede olan ve 36 adet de, birçoğu neredeyse 15-25 yıldır yapımı devam eden nükleer santralı toplarsak; en fazla 470 adet santral olacaktır. Görülüyor ki, nükleer sektör ile nükleer enerji taraftarları için, tam 10 misli bir yanılgı ve büyük bir hayal kırıklığı olmuştur.
    Hayatını nükleer santral kurmaya adamış olan TAEK Eski Başkanı ve aynı zamanda ihale şartnamesini hazırlayanlardan merhum Prof Dr. Nejat Aybers’in, 34 yıl önce yazdığı ‘bilimsel’ öngörüsüne göre; ’ Netice olarak hangi şekilde olursa olsun, 1977 senesinden itibaren kendini gösterecek enerji açığımızı, nükleer santral kurmak suretiyle kapatmak lüzumu hasıl olacaktır’(Türkiye’de Genel Enerji Tüketimi ve Nükleer Enerji, EİEİ Yayınları, 1966). 1977’yi çoktan geride bıraktık, 2000’e giriyoruz, nükleer santralımız yok ve henüz karanlıkta değiliz. Karanlıkta kalacağız korkutmalarıyla, nükleer santralleri ‘zorunlu ve tek çözüm’ olarak sunan akademisyenlerin, teknokratların ve politikacıların ne kadar yanıldıkları ortadadır. Maalesef bu ‘nükleer kafalar’, 35 yıl önce başladıkları bu ‘inatlarından’ vazgeçmediler. Hala kamuoyunu korkutmaya, yanıltmaya ve dünyanın terk ettiği bu köhne nükleer santralleri pazarlamaya devam ediyorlar.
    Nükleer sektörde yaşanan bu büyük yanılgının ve fiyaskonun nedenlerine gelince; ekonomik olarak tam bir başarısızlık yaşanması, atıkların nasıl bertaraf edileceğinin hala çözümsüz olması ve birçok ülkenin başına çok büyük belalar açması, normal işletme anında bile çevreye sızan ve işletmede çalışanlara da zarar veren radyasyon yayılımı, sıkça yaşanan ve milyonlarca kişiyi etkileyen nükleer kazalar, nükleer silahlanmayı ve uluslararası tehditleri artırması, uranyum yakıtı işletmeciliğinin sorunları ve 2050’li yıllarda tükenecek olması, nükleer enerjiye karşı gelişen yurttaşlık bilinci ve kararlılığı, yeni, alternatif, temiz enerji kaynaklarının gelişmesi, enerji verimliliği, enerjinin etkin kullanımı ve tasarrufu yaklaşımlarının yaygınlaşması gibi birçok konuyu sayabiliriz. Nükleer santrallere sahip olan ve halen kullanan ülkeler, yukarıdaki nedenlerden dolayı artık nükleer enerjiden vazgeçmiş, hatta bazılarını ekonomik ömrü tamamlanmadan kapatma yoluna gitmişlerdir. Hızla yenilenebilir, alternatif enerji kaynaklarına, enerji verimliliğine, enerjinin etkin ve doğru kullanımına, tasarrufuna, az enerji kullanan yeni üretim teknolojilerine yönelmişlerdir.
    Kraldan çok kralcı olan ve artık dünyanın terk ettiği köhne nükleer santralleri, ülkemizde pazarlamaya çalışan nükleerci akademisyenlere, politikacılara, bürokrat ve teknokratlara şu soruları sormak istiyoruz:
    Peki nükleer santraller sizin iddia ettiğiniz kadar çevreci, temiz, risksiz, ucuz, sorunsuz, tehlikesiz ise, niye bize bunları satmaya çalışan ABD’de 1978 yılından, Almanya’da 1982 yılından, Kanada’da 1975 yılından itibaren yeni bir nükleer santral siparişi yok?
    Ülkemizdeki nükleerci zevatın göz bebeği olan Fransa ise, 1997 yılından itibaren 2010 yılına kadar nükleer programını askıya aldı. Geçtiğimiz Eylül ayında, Yeşillerin Çevre Bakanı Dominique Voynet tarafından, Fransa tarihinde ilk kez, Carnet Nükleer Santrali’nin yapımı durduruldu.
    Birkaç yıl önce gizlenen ve ortaya yeni çıkarılan Monju ve en son Eylül 1999’da yaşanan Japonya’nın en büyük nükleer kazası olan Tokaimura kazaları nedeniyle, Japonya halkı da nükleer santrallere karşı çıkmaya başladı. Japonya’da daha önceleri de,1996 yılında Maki kasabasına yapılmak istenen nükleer santral için, referandumda halk ‘hayır’ demişti.
    Kanada’da, 1997 yılında 21 adet CANDU nükleer santralından 7’si, ABD’li ve Kanada’lı uzmanlarca yapılan denetimlerde yetersiz, tehlikeli ve yönetim hatası bulunduğu için kapatıldı ( Bu raporun çevirisi TEAŞ Nükleer Santraller Dairesi’nde mevcuttur). Eğer kendi nükleer teknolojisini geliştiren bir ülke, kendi ülkesine artık nükleer santral yapamıyor ve var olanları sağlıklı olarak işletemiyorsa, nasıl olur da bizim gibi bir ülkeye nükleer santral satıp, garanti verebiliyor?
    Yalnızca ABD’de116, Kanada’da 10 nükleer santral siparişinden vazgeçildi. Avusturya’da yapımı 1978 yılında biten Zwentendorf Nükleer Santralı, referandum sonucu hiç çalıştırılmadan kapatıldı. Filipinler’de Marcos zamanında bitirilen Bataan Nükleer Santral’i, yapılan binlerce mühendislik hatası ve güvenlik nedeniyle işletmeye alınmadı. Brezilya ise, yapımı bitmekte olan 2.santralından ve 1.1 milyar dolar harcadığı 3. nükleer santralından vazgeçti. İsveç, 1980 yılında yapılan referandum sonucunda 2010 yılında, elektriğinin %46’sını elde ettiği tüm nükleer santrallerini kapatma kararı aldı ve bu yıl ilk santralını sökmeye başlayacak. İtalya, 1987’de yapılan referandum sonucu, nükleer enerjiden vazgeçti ve nükleer santrallerini kapattı. Rusya, hala etkileri devam eden Çernobil faciasından sonra, daha önce planladığı onlarca santral projesini iptal etti. Çin, daha önce sipariş verdiği tüm nükleer santrallerini, Nisan 1999’da askıya aldı. Endonezya, Tayland ve Vietnam gibi Asya Kaplanları, nükleer planlarını terk ettiler. Vazgeçen diğer ülkeler ise şunlar; Küba, Portekiz, İrlanda, Lüksemburg, Danimarka, Yunanistan, İspanya, Finlandiya, Belçika, İsviçre, Hollanda, İngiltere, Danimarka, İskoçya, Yeni Zelanda...
    Nükleer Enerji Ajansı’nın 1997 yılında yayınladığı ‘Nükleer Enerji Verileri’ kitapçığına göre, mevcut ve bir türlü bitirilemeyen nükleer santraller dışında, dünyada en son planlanan 31 adet nükleer santralden 20’si Japonya, 8’i G.Kore, 1’i, Macaristan ve 2’si Türkiye olarak gözüküyordu. Japonya, Eylül 1999’da meydana gelen Tokaimura kazasından sonra, yapımı süren 2 adet dışında, 20 adet santral planından vazgeçmek zorunda kaldı. Aynı şekilde Ekim 1999’da G.Kore’ nin Wolsung Nükleer Santrali’nde de, Japonya’dakine benzer bir kaza yaşanınca, G.Kore’de şimdilik bekleme sürecine girdi. Nükleer endüstrinin, lobilerin gözü, kulağı ve eli, yalnızca ülkemize odaklanmış durumda. Hemen hemen her konuda; demokrasi, insan hakları, eskimiş, zararlı, kirli teknolojiler vb. konularında çifte standart uygulayan batılı ülkeler; kendi halkına reva görmedikleri nükleer santral konusunda da, batmakta olan nükleer sektörlerini kurtarmak için, bizim gibi ülkeleri pazar olarak kullanıyorlar.
    2) Nükleer Enerji, İddia edildiği gibi ucuz mu?
    50 yılda ‘selamet’ değil, ‘lanet’ olduğu artık iyice anlaşılan ve resmen de kabul edilen nükleer santraller, risklerini, radyasyon ve atık problemlerini, telafi edilemeyen kazalarını bir yana bırakırsak; dünyanın en pahalı, hatta gelişmekte olan ülkeleri batıran bir enerji tercihidir. Dünyanın en borçlu 8. ülkesi olan Türkiye, aynı yolu bizden önce deneyen ve nükleer enerjiye kucak açtırılan en borçlu diğer ülkeler (Meksika, Çin, Hindistan, G.Kore, Brezilya, Arjantin, Rusya) gibi, ‘iflas’ etmeye doğru adım adım gidiyor.
    Teorik olarak, kağıt üstünde hesaplanan ve tekliflerde hep düşük gösterilen nükleer enerji birim fiyatları, hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Zaten ilk yatırım ve normal işletim maliyetleri çok yüksek olan nükleer santraller, 30-35 yıllık ekonomik ömürleri boyunca sıkça karşılaşılan kazalar, devre dışı kalmalar, bakımlar ve onarımlar nedeniyle; çok pahalıya enerji üretirler. Bu birim fiyatlara, hiç hesaba katılmayan; santralın sökümünü, kapatılmasını, kontrol altında tutulmasını ve bir de hala çözümsüz olan atıkların yok edilme masraflarını katarsak, ortaya korkunç rakamlar çıkmaktadır.
    Dünyanın en saygın ekonomi dergilerinden FORBES’in Şubat 1985 sayısında yayınlanan ‘Nükleer Çılgınlık’ başlıklı kapak yazısında; ‘ ABD nükleer güç programındaki başarısızlık, ABD iş dünyasındaki en büyük işletmecilik felaketidir. ’ denilmektedir. Nükleer enerji maliyetleri konusunda önde gelen bir otorite olan ve ABD’de Enerji Bakanlığı’na danışmanlık yapan, Başkan Bill Clinton’un en deneyimli nükleer enerji ekonomisti olarak adlandırdığı C. Komanoff; 1968 ve 1990 yılları arasında ABD’deki nükleer enerji üretimi üzerine geniş bir araştırma yaptı. Ticari nükleer üretim hakkında yeterli verilerin olduğu bu yıllar arasında, nükleer enerjinin Kw/saat maliyeti: 7.2 sent çıktı ( Fiscal Fission. The Economic Failer of Nuclear Power, Komanoff Energy Associates, 1992 ). Bizim ‘nükleer kafaların’ iddia ettiği gibi, birim maliyetler hiç te 3-4 sent değildir. Bu maliyetlere, atıkların saklanması için harcanacak yüksek meblağlar dahil değildir. Asla hesaplanamayacak olan bir başka bedel ise, herhangi bir nükleer kaza sonrası ortaya çıkan, çıkacak olan toplumsal, çevresel maliyettir. Ancak teorik hesaplamalarda ve Akkuyu Nükleer Santralı tekliflerinde önerilen Kw/saat maliyet ise, hala: 2.5-3.5 sent olarak gözükmektedir. Oysa, şu anda doğalgazın ve rüzgar enerjisinin Kw/saat maliyetleri: 4 sentler civarındadır. Özellikle rüzgar enerjisinin maliyetleri giderek daha da düşmektedir.
    İngiltere’de de yapılan araştırmalarda, nükleer enerjinin gerçek maliyetlerinin saklandığı, aslında kamuoyuna deklere edilenden çok daha yüksek olduğu kabul edilmiştir. İngiltere Bağımsız Elektrik Üreticileri Başkanı David Porter’in açıklamasına göre; ‘Nükleer santralden elde edilen elektriğin fiyatının yüksek olduğu ortaya çıktıktan sonra ve Londra Belediyesi’nin sektörün bu kısmının özelleştirilmesine sırtını dönmesinden sonra, Enerji Bakanlığı nükleer santralleri yaşatabilmek için subvansiye etmeye karar verdi.’( Modern Power Systems Journal, July 1992).
    ABD, İngiltere ve diğer bütün batı ülkelerinden sonra, nükleercilerin gözbebeği olan Fransa’da da, gerçek maliyetler artık tartışılmaya başlandı ve Fransa’da 2003 yılında yeni bir doğalgaz güç santralının, nükleer santralden çok daha ucuza elektrik üreteceği şimdiden kabul edildi. Yaptığı nükleer denemeleriyle, Avrupa’ya ve ABD’ye kafa tutan ve bir devlet politikası olarak bugüne kadar sorgusuz sualsiz devam eden nükleer enerji politikası, Fransa’nın dış borcunu artırmış (yalnızca EdF’in nükleer santrallerden kaynaklı olarak borcu, 30 milyar dolara ulaşmıştır) ve gelecekte bu politikaların bedelini tüm ülkenin ödeyeceği artık görülmeye başlanmıştır. Bu nedenle Fransa, yeni siparişlerini ve yatırımlarını 1997 yılında durdurmuştur.
    Nükleer santrallerin, 1970’li yıllarda 500-800 Milyon Dolar olan ilk yatırım maliyetleri, 1999’larda 4-5 Milyar Dolarlara çıkmıştır. Bunun önemli bir nedeni, yasal onayların, mevzuatların, lisanslamanın daha da zorlaşması ve halkın tepkilerinin giderek artması sonucu, 14-25 yıl yapımı süren nükleer santral maliyetlerinin katlanmasıdır. Ayrıca, yaşanan yüzlerce ciddi kazadan sonra, nükleer santral güvenliğini daha da artırmak için, ekstra masraflar yapılması da, maliyetleri korkunç artırmıştır. TEK Nükleer Santraller Dairesi eski Başkanı Güngör Bozkurt, Akkuyu Nükleer Santrali’ne verilen fiyat tekliflerinin gerçekçi olmadığını iddia ediyor; ‘ Kw’i, 2.5 sente dünyanın hiçbirinde verilememektedir ve keşif bedeliyle elektrik üreten nükleer santral çıkmamıştır. Benim çalıştığım Amerika’daki nükleer santralden örnek vereyim. Amerika’da enflasyon yoktu, 1983 ve 1984’te, 500 000 dolarlık ilk keşif yaptık, 3.2 milyar dolar harcandı ve işletmeye açılmamış durumda. Amerika’da 2-3 tane nükleer santral için 10 milyar dolar harcadılar, sonra kömüre, doğalgaza çevirdiler.( Güngör Bozkurt’un İTÜ Yüksek Mühendisler Birliği tarafından, 1998 yılında Ankara’da düzenlenen ‘Nükleer Enerji Paneli’nde yaptığı konuşmasının bant çözüm notları ). Bu ‘gerçek’ ve güvenli santral maliyetleri konusunda, CANDU reaktörlerinin tasarımında 12 yıl kontrol mühendisi olarak çalışmış olan Ateşan Aybers, ülkemiz için çok çarpıcı ve dikkat çekici uyarılarda bulunuyor; ‘Ancak, sanayileşmiş ülkelerde olduğu gibi güvenlik sistemlerinin gereği ve yapım harcamaları astronomik rakamlara yükseltecektir. Bu gizli ve gerekli maliyetlerin göz ardı edilmemesi gerekir. Kamuoyunu tatmin edecek ölçülerde güvenceli bir nükleer reaktörün inşa edilmesi ve operasyonu olağanüstü masraflar içerir.’ ( Türkiye’nin Nükleer Enerji Gerçeği Hangi Boyutta, Yeni Yüzyıl Gazetesi, 18 Ağustos 1996 ).
    ABD Nükleer Denetim Komisyonu ( NCR ) tarafından yayınlanan bir rapora göre ( NUREG -0586, S.15 ) ; 1000 Mw’lık bir nükleer santralın sökülme maliyeti 200 milyon dolar olarak hesaplanmıştır. Buna, sökülme sonucu ortaya çıkan 18 000 metreküp radyoaktif yakıt ve malzemenin çevreden yalıtım gideri olan 500-700 milyon dolar eklenir ve reaktörde bir kaza olmadığı kabul edilirse, bir reaktörün 25-30 yıl sonra emekliye ayrılma bedeli; iddia edildiği gibi reaktör maliyetinin10’da 1’i değil, en az ¼’ü olacağı, yani günümüzde 1 milyar dolar civarında olacağı ortaya çıkmıştır ( Enerji Politikası ve Nükleer Santraller Raporu, Elektrik Mühendisleri Odası, Haziran 1997 ). 105 milyar dolar dış borcu olan Türkiye’ye, tanesi 4-5 milyar dolardan 10 adet nükleer santral satılması planlanmıştır. Dış borcumuzu en aza yarı yarıya artıracak olan ve Çernobil gibi olası bir Akkuyu Nükleer Santral kazasında, ülkenin altından asla kalkamayacağı çok bir ağır maddi yük getirecek olan bu maceradan acilen vazgeçilmelidir.
    3) Yaşanan yüzlerce kaza ve gerçek risk oranları, nikleercilerin teorik hesaplarına uyuyor mu?
    Nükleer sektörün ve nükleerci akademisyenlerin hep yanıltıcı sonuç veren ve bir türlü gerçekleşmeyen ‘bilimsel’ öngörülerinden, kaza ve risk istatistikleri de payını almıştır. Örneğin, bir akademisyenden çok, nükleer lobilerinin sözcüsü gibi davranan Hacettepe Nükleer Enerji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu’nun iddiasına göre; ‘ Bu tür yapılan analizler sonunda, bir nükleer santralın korunun ergimesi ve çevreye radyasyon salması, yolda yürüyen bir insanın başına meteor düşme olasılığından biraz daha fazladır.’ ( Türkiye’ye nükleer teknoloji girmelidir, EMO Dergisi, sayı 401,1997). Benzer birçok akademisyenin ve ‘nükleer kafanın’, çok ‘zekice‘ geliştirmiş oldukları bir başka argüman da; ‘Uçak düşüyor diye uçağa binmeyelim mi ya da arabalar kaza yapıyor arabaya binmeyelim mi?’ benzetmesidir. Öncelikle insanlar uçağa ya da arabaya, tüm risklerini bilerek ve bunu zaten kabul ederek biniyorlar. Ayrıca, dünyadaki tüm sigorta şirketleri uçak ve araç yolcularını sigortalıyor, ama nükleer felaket sonucundaki mağdurları sigortalamıyor. Ayrıca bir uçak kazasında, maksimum olarak uçaktaki yolcu sayısı kadar bir maddi ve manevi kayıp gerçekleşebilir. Oysa bir nükleer santral kazasında ise; santralın civarında yaşayan binlerce insandan tutun da, binlerce kilometre uzaklıktaki başka ülkelerde yaşayan milyonlarca insana kadar, yaşayan tüm canlılar, toprak ve hava etkilenir. Hem de binlerce yıl etkisi devam edecek olan radyasyon da cabası. Kerametleri kendilerinden menkul ‘nükleer kafaların’, sürekli olarak elma ile armudu birbirine karıştırıp, olguları bu kadar basite indirgeyip, kazaların asıl boyutlarını gizlemeye çalışmaları, yaşanan felaketlerin boyutlarını, trajedileri maalesef azaltmamıştır.
    Nükleer lobilerin iddia ettikleri gibi dünyada yalnızca 3 adet nükleer santral kazası yaşanmadı. En vahimleri olan ve kamuoyuna açıklanmak zorunda kalınan 1957 Windscale (İngiltere), 1979 Three Mile Island (ABD) ve 1986 Çernobil (Rusya) felaketi dışında, her an Çernobil felaketine dönüşebilecek büyüklükte yüzlerce kaza yaşadı dünyamız. Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç’ın aktardığına göre; ‘Sadece ABD’de bugüne kadar Nükleer Denetleme Komisyonu’nun ( NCR ) kayıtlarına göre, felakete yol açabilecek derecede 169 kaza olmuştur. Japonya’da 1992 yılında tam 20 tane önemli kaza rapor edilmiştir. 1992 yılında Rusya, uluslar arası kuruluşlara 205 kaza rapor etmek mecburiyetinde kalmıştır.’ (Küresel Boyutlarıyla Nükleer Enerji, Elektrik Mühendisliği Dergisi, Sayı: 401,1977 ). İngiltere’de ise gizlenen ve yeni ortaya çıkarılan 17 ciddi nükleer kaza yaşanmıştır (Nükleer Güvenlik Skandalı, TODAY Gazetesi, 14 Eylül 1995). En son 30 Eylül 1999 günü Japonya’nın Tokaimura Nükleer Santrali’nde meydana gelen ve yine dünyanın yüreğini ağzına getiren kazada, 49 işçi yüksek radyasyon alarak tedavi altına alındı. Santral civarında yaşayan 310 bin kişi evlerinden dışarı çıkarılmadı, 10 kilometrelik bölge yasak alan ilan edildi. Radyasyon oranı normalin 15 bin katına çıktı ( Nükleer panik, Sabah Gazetesi, 1 Ekim 1999 ). Modern, güvenilir yüksek teknolojilere sahip, çalışkanlıkları ve sorumluluklarıyla ünlü Japonlar bile, baştan savma işletme anlayışına sahip olduklarını itiraf ettiler. Santralın yetkilisi Hideki Motoki; ‘Son 4 yılda kurallara aykırı şeyler yapıldı.’ itirafında bulundu ve kaza ile ilgili yapılan araştırmalar sonucunda, tesisteki işçilerin ve yetkililerin eğitimlerinin, deneyimlerinin iyi olmadığı ortaya çıktı.(Onlar da Bozuldu, Radikal Gazetesi, 4 Ekim 1999). Bu kazadan 5 gün sonra, Güney Kore’de Wolsung Nükleer Santrali’nde benzer bir kaza meydana geldi ve resmi açıklamaya göre, 22 kişi yüksek radyasyona maruz kaldı (Kore’de de nükleer kaza, Milliyet Gazetesi, 6 Ekim 1999).
    İngiltere’deki Windscale Nükleer Kazası’nın boyutları tam olarak açıklanmadı ve tam 25 yıl sonra kaza olduğu ortaya çıkarıldı. ABD’de meydana gelen TMI kazasında ise, yaklaşık 2 gün içinde 900 bin kişi tahliye edildi ve yaklaşık maliyeti şimdilik 1milyar doları buldu.
    Çernobil felaketi ise hala hafızalardan çıkmadı. Nükleercilerin iddialarının aksine, kaza anında doğrudan ölen 31 kişi dışında, binlerce kişi aldıkları yüksek dozdaki radyasyon sonucu geçmiş yıllar içinde öldü ve gelecek nesiller boyu ölmeye, sakat kalmaya devam edeceklerdir. 1992’de Rio de Janerio’daki Dünya Zirvesinde, Ukrayna Çevre Bakanı Dr. Yuri Scherbak, ülkesinde 1986 yılında meydana gelen Çernobil felaketi sonucunda 6000 kişinin öldüğü ve ölü sayısının 40.000’e varacağını, ayrıca yüz binlerce insanın da kansere yakalanacağını söylemiştir. Ukrayna ve Rusya dışında, başta Türkiye ve Kuzey Avrupa olmak üzere milyonlarca insan, hayvan ve toprak kirlendi, etkilendi. Dünyadaki ekonomi otoriteleri tarafından, hesaplanan mevcut zarar ve gelecek nesillere maliyeti; 352 milyar dolar olarak belirtilmiştir.
    Nükleer santral kazaları kaçınılmazdır. Çünkü çok karmaşık ve birbirleriyle sıkı bağlantılı ve eşlenik bir milyon civarında irili ufaklı; elektronik, mekanik, pnömatik, elektromekanik modülden oluşan bilgisayar kontrollü bir işletim sistemine sahip nükleer santrallerde, en ufak bir modülde meydana gelebilecek aksaklıkta ve arızada, ona bağlı başka sistemlerin devre dışı kalması, aynı zamanda da kestirilemeyen birçok ciddi zincirleme aksaklığın ortaya çıkması muhtemeldir. Bu tür kazalar giderek daha sık meydana gelmektedir. Sistem; ne kadar karmaşık ve yüksek teknolojiyle üretilmişse, risk ve kaza oranı da o kadar artar. Bir çelişki gibi görünen bu olguya en iyi örnek, 1986 yılında Çernobil felaketinin olduğu yıl, NASA’da 50 binden fazla uzmanın yıllarca üzerinde çalışıp ürettiği ve tekrarlamalı olarak, dünyanın en gelişmiş bilgisayarları-test cihazları tarafından kontrol edilen Challenger Uzay Mekiği, fırlatılışından birkaç saniye sonra içindeki 7 kişi ile havada patladı. Keza hepimizin göz bebeği olan ve Fransa’daki en son ileri teknoloji ile üretilen TÜRK-SAT Uydusu, 1994 yılında canlı yayında fırlatılışından hemen sonra infilak etti. Tabi ki bir kulp hemen bulundu ve her ikisi için de; ‘teknik bir arıza’ olduğu söylendi. Peki bize satılmaya çalışılan bu ‘en gelişmiş ve güvenli’ nükleer santrallerin; ‘teknik bir arıza’ yapmayacağının veya TMI, Çernobil, Tokaimura Nükleer Santrallerinde yaşandığı gibi ‘insan hatalarından’ kaynaklı kaza yapmayacağının garantisini, güvencesini kim verebilir, hele de çöpü patlayıp 38 kişinin öldüğü bir ülkede?
    Burada sözü fazla uzatmadan, atom bombasını gerçekleştirenlerden ve hidrojen bombasının babası olarak kabul edilen Prof. Dr. Edward Teller’e bırakıyoruz; ‘Ciddi bir nükleer aksilik olasılığı gerçektir. Bir aksilik durumunda meydana gelecek hasar ise sonsuzdur‘ ( Aktaran Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Hayretin Kılıç, a.g.y. ).

    4) Normal işletme sırasında santral civarına yayılan ve kazalarla çevreye sızan radyasyon zararsız mı? 50 yıldır nükleer atık sorunu hala çözümlenemedi.
    Geçen yüzyılın başından bugüne, canlılara zarar vermeyeceği iddia edilen radyasyon eşik değeri, yaklaşık 1000 misli oranda düşürülmüştür. Bir nükleer santralın normal çalışması esnasında çevreye yaydığı veya kaza sonucu ortaya çıkan radyasyon, canlılara besin ya da soluma yoluyla geçer. Bu radyasyonlar, canlı hücreleri meydana getiren atomları ve molekülleri iyonize ederek yapılarını bozar. Ayrıca, hücre bölünmelerini kontrol eden DNA’ların kimyasal yapısını bozarak, hücrelerin normal olarak ikiye bölüneceğini yerde, çılgınca milyonlarca birbirinin eşi bozulmuş, programsızlaşmış hücreye bölünerek üremesine ve giderek kansere neden olurlar.. Kansere yol açmasının yanı sıra radyasyon, bir canlının kalıtımsal yapısında ani değişikler olan genetik mutasyonlara da neden olur.
    Yapılan son araştırmalara göre, düşük dozda radyasyonun da, tahminlerin aksine, insan vücuduna zararlı olduğu bulunmuştur. Nükleer santrallerin civarında yaşayanlarda görülen kanser vakalarındaki yüzde 400’lük artış, genetik mutasyonlar sonucu normal olmayan doğumlar, yaygın lösemi hastalıkları bunun bir bilimsel kanıtı olarak gösterilmiştir(Aktaran Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, EMO Dergisi, sayı 401, 1977). Örneğin, İngiliz Hükümet Yetkilileri, Ingiltere’deki Sellafield Santrali’nde (eski adı Windscale olan bu santral, 1957’de yaşanan nükleer felaketten sonra adı değiştirilerek, kamuoyundaki kötü imajı silinmeye çalışılmıştır) çalışanlara, çocuklarında görülen yüksek lösemi oranları ile ilgili araştırma sonuçları ışığında, çocuk yapmamalarını tavsiye etmiştir(British Medical Journal 17, 1990, p. 423). 1991’de ABD’deki Oak Ridge Ulusal Laboratuarları’nda çalışanlar üzerinde yapılan incelemelerden sonra, lösemiden ölüm oranlarının beklenenden %63 fazla olduğu saptanmıştır (Journal of American Medical Association, Volume 265, No:11, 1991, p.1397). ABD’de 1993 yılında yayınlanan Güneydoğu Massachusetts Sağlık Raporu’na göre, Pilgrim Nükleer Santrali’nin yaydığı radyasyona maruz kalanlar, bu emisyona daha az oranda maruz kalanlardan 4 kat daha fazla lösemi riski taşımaktadır.
    Ocak 1999’da British Medical Journal’da yayınlanan bir makalede, Fransa’nın Kuzeyindeki La Hague Superphenix nükleer santralinin civarındaki sahillerde oynamaya giden ya da deniz ürünleri yiyen çocukların lösemiye yakalanmasının, diğerleriyle kıyaslandığında daha büyük bir olasılık olduğu belirtiliyordu. Fransız kamuoyu, medyanın konuya ilgi göstermesiyle, bu sorundan haberdar oldu. 11 yaşındaki bu Süperphenix santrali; Fransa’da ; ’tehlikeli bir beyaz fil’ olarak adlandırılıyor ve Fransız Sayıştayı’na göre, santralin geçen yıl ki maliyeti ise 60 milyar frank ( Financial Times ).
    Nükleer santrallerden radyasyon sızmasının kaçınılmaz olduğunu teyit eden, Boğaziçi Üniversitesi Nükleer Mühendislik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Vural Altın’a göre; ‘Reaktörleri soğutan suya radyasyon karışması mümkün. Soğutma suyu reaktör içinde dönüp durdukça radyasyon biriktirir. Bunun, dışarı sızmaması gerekir. Halbuki her sanayi tesiste kaza olasılığı vardır. Nükleer reaktörlerin de ufak tefek kaza sonucu radyasyon sızdırması, çevre sağlık sorunlarına neden olması kaçınılmazdır. Nitekim bunun bir çok örneği var. En gelişmiş ülkelerdekiler de dahil olmak üzere yüzlerce santralde bugüne kadar sızıntı oldu. Nükleer endüstri bu kazaları saklamaya çalıştı. Saklayamadıklarını yalanladı. Çünkü dünya kamuoyu, 1960’lardan itibaren nükleer silahlar karşısında dehşete kapıldıkça, radyasyonun zararları anlaşıldıkça, nükleer santrale karşı güvensizlik duymaya başladı. Nükleer endüstri kendini savunmaya çalışırken, nükleer teknolojiyi sanki kazalardan arınmış gibi gösterdi.’ , ‘ Radyoaktif atıklar sorunu bizlere, gelecek kuşaklara karşı sorumluluk yükleyen ciddi bir sorun. Oysa bu konu adeta hiç tartışılmıyor’ ( Nükleer, nasıl bir seçenek? Milliyet Gazetesi, 13.04.1998 ). Ortalama gücü 1000 Mw olan bir nükleer santral, yaklaşık 27 ton yüksek düzeyli, 250 ton orta düzeyli, 450 ton düşük düzeyli atık üretir. Bu atıklar ve tükenmiş yakıt çubukları,10-20 yıl reaktörün içindeki ya da yanındaki havuzlarda bekletilir. Radyasyon seviyesinin düşmesi beklenir. Henüz dünyanın hiçbir bölgesinde, nükleer atıkların saklanması ve imhası için, lisanslı nihai bir çözüm ve depolama alanı yoktur. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) 1977 yılı sonunda reaktör sahalarında ya da geçici depolarda, 200 000 ton (-10 000 kamyon ) tükenmiş yakıt çubuğu olduğunu hesaplanmıştır. Yılda ortalama 10 500 ton artan bu rakamın 2010 yılına kadar %70 artarak 340 000 tonu (-17 000 kamyon) aşması bekleniyor.
    1998 yılında İstanbul’da bir basın toplantısı düzenleyen, Ülkemizdeki Akkuyu Nükleer Santralı ihalesine Fransızlarla ortak olarak giren Siemens Firması’nın temsilcileri; ‘Türkiye radyoaktif atıklarını Torosların altına gömebilir’ demiştir. Daha sonra da, adeta Türkiye ile dalga geçerek; ‘Türkiye’nin parlak zekalı insanları, gelecek 20 yılda nükleer atıkların çözümünü bulacaktır.’ beyanında bulunmuştur (Greenpeace’in Eylül 99 ‘da Milletvekillerine gönderdiği kitap).
    Atıkların ne kadar ciddi bir sorun olduğuna dair en büyük kanıt, Almanya’da geçici depolama için seçilen Gorleben bölgesine, geçtiğimiz yıl radyoaktif maddelerin taşınması sırasında, tüm dünyanın ilgiyle izlediği mücadeledir. Çok tehlikeli atıklar, 20 binden fazla göstericinin haftalarca, kendilerini demiryolu raylarına bağlamaları, traktörlerle yolu kesmeleri sonucu, 30 binden fazla polisin korumasıyla ancak bölgeye ulaştırılabildi. Bu yolculuğun bedeli, Almanya’ya 150 milyon marka mal oldu ve onlarca gösterici, polis yaralandı.
    Nükleer santralara sahip bir çok ülke, bu atıklardan kurtulmak için yasal veya illegal yollardan, Türkiye, Tayvan ve Afrika Ülkelerini depo olarak kullanmaya çalışıyor. Aynı zamanda Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in de danışmanı olan, Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Prof Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin iddiasına göre; Almanya’dan getirilen 1500 tonluk tehlikeli radyoaktif atık, para karşılığı; Isparta Göltaş Çimento Fabrikası ile Konya’daki sanayi tesislerinde yakılarak imha edilmiştir. Sinop civarında denizin içinde bulunan radyoaktif atık varilleri; nükleer atıklardan kurtulmaya çalışan ülkelerin, ne kadar sorumsuz, gayri ciddi, gayri ahlaki ve gayri bilimsel davranabildiklerini ortaya koymuştur.

    5- İkitelli örneğinde olduğu gibi, nükleer santralı olmadan bile radyasyon kazası yaşayan ve 17 Ağustos Depremi'nde yaşadığımız üzere, felaketlere hazırlıksız olan bir ülkede; Ecemiş Fay Hattı yakınına, Akkuyu Nükleer Santralı kurulabilir mi?
    Ülkemizde yaşanan onlarca traji-komik olaydan, tanker facialarından, çöp patlamalarından, doğalgaz felaketlerinden, trafik kazalarında kazandığımız dünya şampiyonluklarından sonra, yaşamadığımız tek ve en büyük ‘milli felaketimiz’ kalmıştı, aslında kısmen ‘O’ da yaşandı. 8 Ocak 1999 günü yaşanan İkitelli’deki radyoaktif kaza; son 8 yılda dünyada yaşanan en büyük 20 nükleer kazadan biri olarak Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nca tescil edildi. Her gün televizyonlarımızda, daha önce de Çernobil felaketi sonrası radyasyonlu çayları-fındıkları bizlere sorumsuzca yediren, nükleer güvenliğimizden sorumlu-yetkili uzmanlarımızın acemiliklerini ve beceriksiz komik müdahalelerini ibretle izledik. Allahtan ki henüz bir nükleer santralımız yok. Ya bir de nükleer santralımız olsaydı, neler olurdu varın siz düşünün? Maalesef, ‘değişen’ çağı yakalamaktansa, yine eski ‘felaketler’ çağını yakalıyoruz. Oysa dünya nükleer enerjiyi terk ediyor ve artık ‘nükleersiz bir çağa’ giriyor. Herkes gider tersine, biz gideriz Mersin Akkuyu’ya, nükleer santral kurmaya.
    17 Ağustos 1999 gecesi yaşanan üzücü deprem sonrasında da, devletin, siyasi iktidarın, yetkililerin, sorumluların, resmi kuruluşların bu acı felaket karşısında yaşadığı paniğin, yetersizliğin, hazırlıksızlığın, koordinasyonsuzluğun, acizliğin, beceriksizliğin sonuçlarını ulusça yaşadık maalesef. Bu traji-komik durumumuzu, bütün dünya izledi. Yaşanan bu depremin bedelini, yine hiç kimse ödemeyecek ve üstlenmeyecek kuşkusuz. Ama bu kez, belki de ülke tarihinde ilk kez, her büyük felakette olduğu gibi, felaket öncesi yapılan uyarıları dinlemeyen, kaile bile almayan, hatta bu uyarıları yapmaya çalışan sivil toplum örgütlerine, meslek odalarına, gönüllü kuruluşlara ve çevrecilere, sağduyulu-bağımsız akademisyenlere saldıran, onları susturmaya çalışan resmi kurum ve kuruluşlar; yurttaşların gözünde inandırıcılıklarını, güvenilirliklerini yitirmiş durumdadırlar.
    Yüreğimizi ağzımıza getiren ve bu kez çok ucuz atlatan Tüpraş Rafinerisi; hem aktif fay kuşağında kurulmuş, hem de deprem sonrası çıkan yangında, en son teknoloji olduğu iddia edilen yangın söndürme ve güvenlik sistemlerini nedense devreye sokamamıştır. Ve bir hafta boyunca devam eden yangın, ihmaller ve yetersizlikler sonucu bir türlü söndürülememiş, yurtdışından gelen yardımlarla ancak kontrol altına alınabilmiştir. Aynı bölgede yan yana yer alan diğer LPG tesisleri, kimyasal tesisler ve Gölcük Komutanlığı’na ait Cephaneliğe sıçramamasıyla, mucize olarak, daha büyük bir felaketin eşiğinden dönülmüştür. Bütün bu yaşanan onca felakete rağmen, daha henüz yaşamadığımız, ülkemizin görüp görebileceği en büyük bir başka ‘milli felaket’e ise, Akkuyu Nükleer Santral İhalesiyle adım adım yaklaşılıyor..
    17 Ağustos Marmara Deprem felaketi ve Tüpraş yangını yalnızca Türkiye’yi etkiledi. Uzmanlar, Akkuyu Nükleer Santralı, ısrarla 25 kilometre uzaklığındaki aktif Ecemiş fay hattı yakınına kurulursa, yaşanabilecek olası bir depremde, tam bir felaket yaşanabileceğini iddia ediyorlar.
    İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü Deniz Jeofiziği Birimi Başkanı Prof. Dr. Atilla Uluğ, 13 Nisan 1999 tarihinde Greenpeace ile birlikte İstanbul’da yaptıkları ortak basın açıklamasında kamuoyuna şu uyarıları yapmıştır; ‘1991 tarihli çalışmamızda yer alan bilimsel kanıtların yanı sıra, Kanadalı meslektaşlarımızın son raporları da, Akkuyu’da nükleer santral kurmanın gerçek tehlikeler içerdiğini gösteriyor. İhaleye teklif veren tüm uluslararası şirketleri ve Türk ortaklarını, Akkuyu sismik açıdan güvenliymiş gibi davranmaktan vazgeçmeye çağırıyoruz. Böylesine tehlikeli bir yatırımdan derhal çekilmelidir.’ Prof. Dr. Atilla Uluğ, aynı zamanda Türk deniz jeofizikçileri ile bir İngiliz jeoloğundan oluşan ve Akkuyu bölgesinde çalışmış ekibin bir üyesidir. Bu ekip 1991 yılında, Ecemiş Fayı’nın Akkuyu Körfezinin 20-25 kilometre güneydoğusundan geçtiğini ve aktif olduğunu gösteren bir çalışma yayınlamışlardır ( Gokcen, S.L., Kelling, G., Gokcen N., Ulug, A., Ozel, E., Neotectonic Structural Features in the Alanya- Mersin Shelf Area ( Southern Turkey), Jeofizik Dergisi, Mart 1991 ).1976 yılında Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santralın yer lisansına onay veren, Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu Nükleer Güvenlik Komisyonu’nun üyesi ve halen Galatasaray Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman çok önemli uyarılarda bulunuyor; ‘Akkuyu mevkiinin sismolojik güvenliği itibariyle, uzmanlar gelişen koşullarda, aynı bir kanaate sahip görünmemektedirler. Her hal-u karda, evvelce belirli verilerin ışığında olarak varılan kanaat, bugün için ‘mutlak muteber' sayılamayacaktır. O halde, her ne kadar ‘ karşı bir teknik kanaat‘ serdedilmiş ve Akkuyu’ya kurulması düşünülen nükleer santralın tasarımına ilişkin olarak, ‘ orta şiddetli hayli bir deprem‘ yeterli sayılmış ise de, ‘ nihai ve hayati karar’ için bununla yetinmek caiz değildir. Bu durumda, kamuoyu nezdinde ‘Akkuyu’nun sismolojik güvenliği’ hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlanmadan, burada bir nükleer santral kurulması yönünde adım atılmamalıdır. Bu çerçevede, Profesör Sungu ve arkadaşlarının Ecemiş Fay Hattına ilişkin sav ve kaygıları da, muhakkak dikkate alınmalı, buna dönük gerekli çalışmalar behemahal gerçekleştirilmelidir.’ (Adana’yı Felç Eden Deprem ve Akkuyu Nükleer Santralı Projesi). 13 Mart 1992 Erzincan Depremi’ni, 28 Kasım 1991 tarihinde Atina’da yapılan Avrupa Sismoloji Komisyonu Toplantısına sunduğu tebliğle zaman ve büyüklük olarak tahmin eden Earthquake Forecasts Inc. Başkanı Prof. Karl Buckthought tarafından, Kanada’da 10 Kasım 1998 tarihinde yayınlanan ‘Türkiye’de Candu Reaktörleri Satışı Deprem Riski Raporu’na göre; ‘1973-1998 arasındaki 26 yıllık dönemi hesaba katarak ki bu dönemde AECL-CANDU Firmasının önerdiği güvenli tasarım standardını aşan bir deprem olmuştur, Akkuyu’daki Nükleer santralın 40 yıl çalışması halinde depreme bağlı hasar görme olasılığı en az %50’dir.’
    Seismican Geophysical Ltd. Başkanı Dr. Arsalan A. Mohajer ise şu kaygıları dile getirmiştir;
    ‘ Nükleer santralı hangi reaktör satıcısı yaparsa yapsın, gelecekteki depremlerin konumu, büyüklüğü ve potansiyel etkilerine ilişkin mevcut belirsizlikler, yeni sunulan verilerin ve 1990’dan bu yana geçerli en son teknolojilerin ışığında, tarafsız bir uzmanlar ekibince değerlendirilmesini zorunlu kılıyor.’ ( Akkuyu Nükleer Santralı İçin Sismik Değerlendirme, 27 Kasım 1998’de Kanada’da yapılan AECL toplantı raporu ). Kay.Tar: 17.9.2008
    -----
    -----
    6- Türkiye, neden 35 yıldır ısrarla nükleer santral peşinde koş(turul)uyor?
    Nükleer santralleri 35 yıldır ülke gündeminde tutan, çok değişik niyetlere sahip çeşitli siyasi gruplar, uluslararası/ulusal çıkar lobileri, kurumlar ve kişiler bulunmaktadır. Nükleer santralleri kurdurtmaya çalışanların büyük bir kısmı, Ülkemizde başka teknoloji ve sistemlerde de geçerli olan maddi ve kişisel çıkarları için uğraşıyorlar. Tanesi 4-5 milyar dolar civarında olan bu santrallerin, yerli işbirlikçilerine dağıtılacak komisyonu, promosyonu ve rüşveti de çok büyük olacağı için ( bu oranın %5-10 civarında olacağı söyleniyor, yani 250-400 milyon dolar civarında), nükleer santral peşinde koşan, kraldan çok kralcı bazı kişilerin, lobilerin esas derdi, bu büyük pastadan pay kapmak. Bu tip ‘malum’ grupları saymazsak, Ülkemizde nükleer teknoloji isteyenleri, kabaca iki temel kategoriye ayırmak mümkün.
    İlk grupta, daha çok nükleerci akademisyenlerin, mühendislerin, teknokrat ve bürokratların oluşturduğu; nükleer teknolojiyi ileri ve yüksek bir teknoloji olarak görüp, ülkemizde de bu teknolojinin öyle ya da böyle muhakkak olması gerektiğini, bu teknolojinin bizatihi ülkenin teknolojik gelişmesini hızlandıracağını ve ayrıca enerji elde etmek için çeşitlilik sağlayacağını, bir alternatif oluşturacağını düşünen, yalnızca teknokratik bakış açısına sahip geniş bir kesim yer almaktadır. Bu grubun içinde yer alan bazı nükleerci bilimadamları da; salt akademik hırs, ihtiras ve hizmet ettikleri, yıllarını verdikleri bu konunun gerçekleştiğini görmek istedikleri için uğraş vermektedir. Bu gruba giren insanlarla, nükleer santrallerin teknik, ekonomik, sosyal-toplumsal riskleri ve muhtemel olumsuz sonuçları üzerine konuşmak ve yanlışlığını, gereksizliğini tartışmak, hatta nükleer teknolojiyi veya en azından ülkemizde nükleer santral kurulmasını savunmaktan vazgeçmelerini belli ölçülerde sağlamak mümkün olabilmektedir. Bu kesimden birçok kişi kategorik olarak karşı olmasalar bile; kısmen veya ülkemizdeki mevcut zihniyet ve malum uygulamalar nedeniyle tamamen, Türkiye’de nükleer santral kurulmasına artık karşı çıkıyorlar.
    İkinci grup ise; nükleer teknolojiyi ilk gruptakilerin gerekçeleriyle savunuyor gibi gözüken, ama esas olarak, bağlı oldukları ideolojilerinin dayatması sonucu yalnızca ‘nükleer güç’, ’nükleer silah’, ‘ atom bombası’na sahip olmak isteyen (merkez sağ ve sol partiler dışında kalan) radikal milliyetçi ve radikal dinci gruplardan, partilerden oluşmakta. Gerçekte ülkenin enerji ihtiyacını karşılamak, yüksek teknolojiyi ülkeye taşımak gibi kaygılarla değil, pragmatist ve sadece ideolojilerinin tahakkümü, iktidar hırslarının bir aracı olarak; ya ‘İslam Dünyasının’ ya da ‘Türk Dünyasının’ liderliğine soyunan, son seçimlere kadar ‘kendisi iktidar olmadığı halde, felsefesi hep iktidarda olan’, fakat 18 Nisan 1999 seçimlerinden sonra fiilen de iktidara gelen başta MHP olmak üzere, daha önceki hükümetin ortağı olan FP’sini de bu bloğa dahil ediyoruz.. Özellikle nükleer santrallere sahip olunması konusunda, içlerinde en ısrarcı olan ve 30 yıldan beri kadrolarına fikri olarak bu ‘ülkü’yü empoze eden MHP’nin yaklaşımını aktarmaya çalışacağız.
    Merhum Alparslan Türkeş’le başlayan nükleer güce sahip olma hedefi, ülkücü akademik camianın ve devlet içindeki ülkücü kadroların en önemli amaçlarından birisidir. MHP Genel Başkan Yardımcılarından Ulaştırma Bakanı Prof. Dr. Enis Öksüz, kendisiyle yapılan bir röportajda; ‘Türkiye’de bana göre en az 50 tane atom santralı yapmaları lazım.... Türkiye, bu sayede hem atom bombası yapabilecek teknolojiyi kavrayacaktır, hem nükleer enerjinin tıp sahasında, bilgisayar sahasında, kimyevi sahalarda da, pek çok sahada kullanılmasını öğrenecektir.... Yani uzaktan kumandalı hale gelmiş ve Türkiye’ye karşı düşman unsurlar, saflar, bilgisizler, kandırılmış adamlar toplanıyor, ilimle, teknikle çözülmesi gereken bir konuya politik yaklaşmak suretiyle geciktiriyor Türkiye’nin işini.’ (Akdeniz Postası Haftalık Gazetesi,3 Kasım 1997 ) beyanında bulunmuştur. Yine hükümette MHP’den Devlet Bakanı olarak yer alan Prof Dr. Ramazan Mirzaoğlu ise, daha net ifadelerle bu niyeti özetlemektedir; ‘Kaldı ki Türkiye’nin çok yakın zamanda atom bombasına sahip olması gerekmektedir. Nükleer santraller atom bombası teknolojisi için de bir alt yapı oluşturması bakımından ayrı bir öneme haizdir.’ (Çözüm Nükleer Enerji, Türkeli Gazetesi 5 Nisan 1996 ). Benzer bir yaklaşım, Gazi Üniversitesi Öğretim Üyelerinden ve TÜBİTAK eski Başkanlarından Prof. Dr. Sümer Şahin tarafından, 22 Mart 1995’de Ankara TİSAV’da yapılan nükleer teknoloji konulu özel bir toplantıda, bizzat merhum Alparslan Türkeş’e sunulmuştur. Bu toplantıda, Prof. Dr. Sümer Şahin, Türkiye’nin; Ortadoğu’nun ve Türki Cumhuriyetlerin lideri olabilmesi için, nükleer güce muhakkak ki sahip olması gerektiği ve bunun da ancak ve ancak MHP’nin iktidara gelmesiyle mümkün olabileceğini söyleyerek büyük alkış aldı. Ülkemizde ilk kez bir siyasi dergi, Ülkü Ocakları’nın yayın organı olan bir dergi, 1996 yılında nükleer enerjiyi özel dosya konusu yaptı. Bu çabaların, 18 Nisan 1999 seçimlerinde dağıtılmak üzere, MHP’nin AR-GE grubuna hazırlattığı ‘Enerji ve Enerji Kaynaklarımız’ kitapçığına nasıl yansıtıldığını göstermek için son bir alıntı daha yapalım ;’Bir kısmı uluslararası çevre örgütleri tarafından desteklenen bu gruplar Gönüllü Çevreci Kuruluş sıfatıyla hareket etmekte, bilerek veya bilmeyerek (genelde bilerek) nükleer enerjiyi yanlış tanıtmaktadırlar. Gösteri gruplarının kuruluş ve amaçları incelendiğinde bunların genelde eski tüfek devrimcilerin, Rusya İmparatorluğu’nun çöküşü ile birlikte demokratik ülkelerdeki yeni versiyonları olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Nükleer güç santral teknolojisine girmekte bir hayli geç kalmış olan Türkiye daha fazla vakit kaybetmemelidir’.
    Alıntılardan anlaşılacağı gibi, niyet doğrudan doğruya nükleer bir güç olmak. Özellikle bu grupların istediği ve tercih ettiği nükleer teknolojiye de bakarak bunu anlamak çok kolay. Milli teknoloji olsun, yakıt bağımlılığı olmasın ve biz daha sonraki nükleer santrallerimizi kendimiz kuralım yaklaşımlarıyla tarifledikleri teknoloji; Hindistan, Pakistan ve Çin’in atom bombası yapmak için tercih ettikleri CANDU tipi, doğal uranyum kullanan ve teknolojisi doğrudan veya dolaylı olarak transfer edilebilen nükleer santral modelidir.
    Şimdi nükleer santralleri öyle veya böyle savunan bütün siyasiler, bürokrat ve teknokratlar, uzmanlar, mühendisler, ‘sağduyulu’ her yurtsever oturup tekrar düşünmek ve bir değerlendirme yapmak zorundadır. Buradaki esas amaç; ülkenin ve doğanın, gelecek nesillerin iyiliği ve enerji kullanımı için mi, yoksa yeni güç dengeleri oluşturma peşinde koşmak mı? Yükselen bu yeni milliyetçilik dalgasına kapılarak, sonu hüsranla bitebilecek, ülkenin kaderini doğrudan ipotek altına alacak niyetlere yardımcı olacak bir nükleer maceraya girmeli miyiz ?
    Ülkemizde yaşanan onlarca traji-komik olaydan, tanker facialarından, çöp patlamalarından, doğalgaz felaketlerinden, trafik kazalarında kazandığımız dünya şampiyonluklarından sonra, yaşamadığımız tek ve en büyük ‘milli felaketimiz’ kalmıştı, aslında kısmen ‘O’ da yaşandı. 8 Ocak 1999 günü yaşanan İkitelli’deki radyoaktif kaza; son 8 yılda dünyada yaşanan en büyük 20 nükleer kazadan biri olarak Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nca tescil edildi. Her gün televizyonlarımızda, daha önce de Çernobil felaketi sonrası radyasyonlu çayları-fındıkları bizlere sorumsuzca yediren, nükleer güvenliğimizden sorumlu-yetkili uzmanlarımızın acemiliklerini ve beceriksiz komik müdahalelerini ibretle izledik. Allahtan ki henüz bir nükleer santralımız yok. Ya bir de nükleer santralımız olsaydı, neler olurdu varın siz düşünün? Maalesef, ‘değişen’ çağı yakalamaktansa, yine eski ‘felaketler’ çağını yakalıyoruz. Oysa dünya nükleer enerjiyi terk ediyor ve artık ‘nükleersiz bir çağa’ giriyor. Herkes gider tersine, biz gideriz Mersin Akkuyu’ya, nükleer santral kurmaya.
    17 Ağustos 1999 gecesi yaşanan üzücü deprem sonrasında da, devletin, siyasi iktidarın, yetkililerin, sorumluların, resmi kuruluşların bu acı felaket karşısında yaşadığı paniğin, yetersizliğin, hazırlıksızlığın, koordinasyonsuzluğun, acizliğin, beceriksizliğin sonuçlarını ulusça yaşadık maalesef. Bu traji-komik durumumuzu, bütün dünya izledi. Yaşanan bu depremin bedelini, yine hiç kimse ödemeyecek ve üstlenmeyecek kuşkusuz. Ama bu kez, belki de ülke tarihinde ilk kez, her büyük felakette olduğu gibi, felaket öncesi yapılan uyarıları dinlemeyen, kaile bile almayan, hatta bu uyarıları yapmaya çalışan sivil toplum örgütlerine, meslek odalarına, gönüllü kuruluşlara ve çevrecilere, sağduyulu-bağımsız akademisyenlere saldıran, onları susturmaya çalışan resmi kurum ve kuruluşlar; yurttaşların gözünde inandırıcılıklarını, güvenilirliklerini yitirmiş durumdadırlar.
    Yüreğimizi ağzımıza getiren ve bu kez çok ucuz atlatan Tüpraş Rafinerisi; hem aktif fay kuşağında kurulmuş, hem de deprem sonrası çıkan yangında, en son teknoloji olduğu iddia edilen yangın söndürme ve güvenlik sistemlerini nedense devreye sokamamıştır. Ve bir hafta boyunca devam eden yangın, ihmaller ve yetersizlikler sonucu bir türlü söndürülememiş, yurtdışından gelen yardımlarla ancak kontrol altına alınabilmiştir. Aynı bölgede yan yana yer alan diğer LPG tesisleri, kimyasal tesisler ve Gölcük Komutanlığı’na ait Cephaneliğe sıçramamasıyla, mucize olarak, daha büyük bir felaketin eşiğinden dönülmüştür. Bütün bu yaşanan onca felakete rağmen, daha henüz yaşamadığımız, ülkemizin görüp görebileceği en büyük bir başka ‘milli felaket’e ise, Akkuyu Nükleer Santral İhalesiyle adım adım yaklaşılıyor..
    17 Ağustos Marmara Deprem felaketi ve Tüpraş yangını yalnızca Türkiye’yi etkiledi. Uzmanlar, Akkuyu Nükleer Santralı, ısrarla 25 kilometre uzaklığındaki aktif Ecemiş fay hattı yakınına kurulursa, yaşanabilecek olası bir depremde, tam bir felaket yaşanabileceğini iddia ediyorlar.
    İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü Deniz Jeofiziği Birimi Başkanı Prof. Dr. Atilla Uluğ, 13 Nisan 1999 tarihinde Greenpeace ile birlikte İstanbul’da yaptıkları ortak basın açıklamasında kamuoyuna şu uyarıları yapmıştır; ‘1991 tarihli çalışmamızda yer alan bilimsel kanıtların yanı sıra, Kanadalı meslektaşlarımızın son raporları da, Akkuyu’da nükleer santral kurmanın gerçek tehlikeler içerdiğini gösteriyor. İhaleye teklif veren tüm uluslararası şirketleri ve Türk ortaklarını, Akkuyu sismik açıdan güvenliymiş gibi davranmaktan vazgeçmeye çağırıyoruz. Böylesine tehlikeli bir yatırımdan derhal çekilmelidir.’ Prof. Dr. Atilla Uluğ, aynı zamanda Türk deniz jeofizikçileri ile bir İngiliz jeoloğundan oluşan ve Akkuyu bölgesinde çalışmış ekibin bir üyesidir. Bu ekip 1991 yılında, Ecemiş Fayı’nın Akkuyu Körfezinin 20-25 kilometre güneydoğusundan geçtiğini ve aktif olduğunu gösteren bir çalışma yayınlamışlardır ( Gokcen, S.L., Kelling, G., Gokcen N., Ulug, A., Ozel, E., Neotectonic Structural Features in the Alanya- Mersin Shelf Area
    ( Southern Turkey), Jeofizik Dergisi, Mart 1991 ).
    1976 yılında Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santralın yer lisansına onay veren, Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu Nükleer Güvenlik Komisyonu’nun üyesi ve halen Galatasaray Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman çok önemli uyarılarda bulunuyor; ‘Akkuyu mevkiinin sismolojik güvenliği itibariyle, uzmanlar gelişen koşullarda, aynı bir kanaate sahip görünmemektedirler. Her hal-u karda, evvelce belirli verilerin ışığında olarak varılan kanaat, bugün için ‘mutlak muteber' sayılamayacaktır. O halde, her ne kadar ‘ karşı bir teknik kanaat‘ serdedilmiş ve Akkuyu’ya kurulması düşünülen nükleer santralın tasarımına ilişkin olarak, ‘ orta şiddetli hayli bir deprem‘ yeterli sayılmış ise de, ‘ nihai ve hayati karar’ için bununla yetinmek caiz değildir. Bu durumda, kamuoyu nezdinde ‘Akkuyu’nun sismolojik güvenliği’ hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlanmadan, burada bir nükleer santral kurulması yönünde adım atılmamalıdır. Bu çerçevede, Profesör Sungu ve arkadaşlarının Ecemiş Fay Hattına ilişkin sav ve kaygıları da, muhakkak dikkate alınmalı, buna dönük gerekli çalışmalar behemahal gerçekleştirilmelidir.’ (Adana’yı Felç Eden Deprem ve Akkuyu Nükleer Santralı Projesi).
    13 Mart 1992 Erzincan Depremi’ni, 28 Kasım 1991 tarihinde Atina’da yapılan Avrupa Sismoloji Komisyonu Toplantısına sunduğu tebliğle zaman ve büyüklük olarak tahmin eden Earthquake Forecasts Inc. Başkanı Prof. Karl Buckthought tarafından, Kanada’da 10 Kasım 1998 tarihinde yayınlanan ‘Türkiye’de Candu Reaktörleri Satışı Deprem Riski Raporu’na göre; ‘1973-1998 arasındaki 26 yıllık dönemi hesaba katarak ki bu dönemde AECL-CANDU Firmasının önerdiği güvenli tasarım standardını aşan bir deprem olmuştur, Akkuyu’daki Nükleer santralın 40 yıl çalışması halinde depreme bağlı hasar görme olasılığı en az %50’dir.’
    Seismican Geophysical Ltd. Başkanı Dr. Arsalan A. Mohajer ise şu kaygıları dile getirmiştir;
    ‘ Nükleer santralı hangi reaktör satıcısı yaparsa yapsın, gelecekteki depremlerin konumu, büyüklüğü ve potansiyel etkilerine ilişkin mevcut belirsizlikler, yeni sunulan verilerin ve 1990’dan bu yana geçerli en son teknolojilerin ışığında, tarafsız bir uzmanlar ekibince değerlendirilmesini zorunlu kılıyor.’ ( Akkuyu Nükleer Santralı İçin Sismik Değerlendirme, 27 Kasım 1998’de Kanada’da yapılan AECL toplantı raporu ).

    7- Türkiye'de ‘Enerji Krizi' yok, 'enerji yönetimi krizi' var. Karanlık kapımızda mı yoksa kafalarımızda mı?
    Ülkemizde nükleer santralleri pazarlayabilmek için, 1960’lı yıllardan beri sistemli bir şekilde; ‘devletin en üst düzey nükleokratlarından’, ‘pazarlamacı kılıklı nükleer akademisyenlere’, ‘enerji yatırımlarındaki tatlı rantla tanışan politikacılardan’, ‘sahibinin sesi’ medya yazarlarına kadar bir çok ‘nükleer kafa’, ülkemizin enerji krizinde olduğunu ve yakında karanlıkta kalacağımız masalını anlatır. Oysa bu ‘enerji krizini’, devletin bizatihi kendisinin yarattığını resmi ağızlar itiraf ediyorlar; ‘Bu havayı biz yaratıyoruz. Özel şirketler sektöre girmekte ağır davranıyorlar. Biz de onların gözünü korkutuyoruz.’ (Devletin yarattığı paranoya; İki yıl sonra her yer karanlık, Nokta Dergisi, 11 Haziran 1995 ). Bütün bu korkutmaların ve hesapların arka planını, bugüne kadar yapılan enerji planlamaları ve senaryoları, arz/talep tahminleri oluşturmuş ve bunlar da hep yanlış, genelde de çok abartılı çıkmıştır. Örneğin TEK eski Genel Müdürlerinden Gültekin Türkoğlu’na göre; ‘1973 yılında 3.Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda talep tahminleri, 1992 yılında 95 milyar, 1995’de 125 Kwh olarak öngörülmüştü. Bu asrın sonunda ise 180 milyar Kwh’e kadar gidiyordu. Bugün elimizdeki resmi talep tahminlerine bakarsak 2000 yılında 150 milyar Kwh’a düşmüş durumdadır ( 2000 yılında ancak 120 milyar Kwh civarında olacaktır. Yazarın notu ). Bugün bu talep tahminlerinin neresindeyiz? Demek ki bugün resmi talep tahminlerine dayanarak kurulacak bir politika, yanıltıcı olacaktır. Bu bakımdan nükleer santral tartışmamız, ithal santralleri tartışmamız, üretim planlarımızı bunlara dayandırmamız, herhalde gerçekçi değildir. Bugün doğal kaynaklarımız bizi buraya kadar getirmemiştir. Bundan sonra da 2000 yılına, belki 2015’e kadar götürecektir.’ (Resmi talep tahminlerine dayanarak kurulacak bir politika, yanıltıcı olacaktır, Kaynak Elektrik Dergisi, 1994/4).
    Yine TEK’de uzun yıllar Genel Müdürlük yapan ve enerji ekonomisi konularında çalışmalarını halen sürdüren Dr. Behçet Yücel’e göre de; ‘TEK’in 1993 yılına ait tahmin değerlerine göre en yüksek güç ihtiyacı 11 400 Mw olarak gerçekleşecektir. Buna karşılık kurulu gücü 20 300 Mw’a yükselecektir. Bu durum %80 yedek güç gösterir. Bu düzeydeki yedek güç, Türkiye için savurganlıktır. Modern işletme koşullarında 16 000 Mw’lık bir kurulu güç 1993 yılı ihtiyacına uygun düşecekti.’ (Yurdumuzda elektrik yönetimi, yanlışlar, doğrular, Kaynak Elektrik Dergisi 1993/5 ). Enerji planlamaları konularında dönemlerinin en etkili ve yetkili bürokratlarının bu çarpıcı açıklamaları, aslında fazla söze gerek bırakmıyor. Resmi kurumlarınca, en az iki-üç misli fazla arz/talep planlama hatası yapılan, kaynaklarını birtakım çıkarlar doğrultusunda boşa harcamanın çok sık ve kolayca yapıldığı ülkemizde, nükleer lobiler de, bu hasletimizden yararlanarak, büyük pastadan pay kapmaya çalışıyorlar.
    Bu konudaki en çarpıcı eleştiri ise, yine devletin en yetkili planlama kuruluşundan; Devlet Planlama Teşkilatı’ndan geliyor. DPT hazırladığı ‘ zehir zemberek’ enerji raporuyla, Enerji Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarını eleştiri yağmuruna tuttu. ‘ Enerji Bakanlığı’nı ‘planlama anlayışından uzak’ olmakla eleştiren DPT, 2007 yılına kadar yeni proje çalışması yapılmamasını istedi. Botaş’ın yaptığı doğal gaz planlamasının ‘ sağlıksız ve yetersiz’ olduğunu öne süren DPT’ye göre, Enerji Bakanlığı ile bağlı kuruluşu Botaş birbirlerinden habersiz santral planlamaları yaptılar. Enerji sektöründe şu ana kadar oluşan yapı ve müsteşarlığımız tarafından bakanlıkla yapılan muhtelif yazışmalarda gündeme getirilmesine rağmen, enerji planlaması anlayışından uzak uygulamalar sonucunda, çok sayıda santral projesiyle ileri aşamalara getirilmiş olan görüşmeler, bu tür bir planlama anlayışının sektörde uygulanmasının bugün için imkansız kılmaktadır.’ (Zehir zemberek enerji raporu, Dünya Gazetesi, 6 Eylül 1999). Benzer şekilde Dünya Bankası Türkiye Direktörü Ajay Chhibber, Enerji Bakanlığı Müsteşarı Yurdakul Yiğitgüden’e gönderdiği mektupta, şu uyarıları yapıyor; ‘Yeni üretim kapasitesi için önerilen büyük yatırımların gerekli olup olmadıklarından emin olmak için, talep projeksiyonları gözden geçirilmelidir. Hali hazırda Türkiye’nin oldukça büyük yedek marjının olması nedeniyle, henüz hukuki anlaşmaları sonuçlandırılmayan YİD’ler ertelenmelidir’ (Yap-İşlet-Devret modeli ile ihale yapmayın, 24 Kasım 1999, Dünya Gazetesi). Birbirinden habersiz olarak enerji planlamalarını yapan Başbakanlık DPT, Enerji Bakanlığı, Botaş, TEAŞ, TAEK, DSİ gibi kuruluşların, aslında ne kadar ‘plansız’, ‘koordinasyonsuz’ oldukları ve yaşadığımız krizin aslında bir ‘enerji yönetimi krizi’ olduğu açıktır. Bu durum, giderek daha fazla, hem resmi kuruluşlar, hem de en üst düzey teknokratlar tarafından artık çokça dillendirilmeye başlamıştır.
    Bu plansızlık ve koordinasyonsuzluk durumu, sadece ülke içinde yaşanmıyor maalesef. Bu durum, uluslararası platformlarda da sıkça yaşanıyor. Örneğin: Bir yandan ‘mavi akım’ projesine yeşil ışık yakılıyor, bir yandan da Azerbaycan, Türkmenistan ve İran ile ciddi miktarlar üzerinden doğalgaz anlaşmaları imzalanıyor. Eğer bu ülkelerden almayı taahhüt ettiğimiz doğalgazı alıp, planlanan enerji santrallerini da kurarsak; ne nükleer santrallere ne de termik santrallere ihtiyacımız kalmayacak. DPT’nin, 2005 yılında elektrik enerjisi sektöründe yaklaşık 15 milyar metreküp doğal gaz ihtiyacı belirlediği, ancak Botaş’ın aynı amaçla 2005 yılı için 30 milyar metreküp gazın tüketilmesini planladığını ve buna göre doğalgaz alım bağlantılarına girdiği biliniyor. Hatta bu rakamlar, bugünlerde 55 milyar metreküpe kadar çıkmıştır. Bu durumda doğalgazda, anlaşmalardan ötürü, kullanmasak ta, almayı taahüt ettiğimiz kadarın tüm parasını ‘take-or-pay’ şeklinde ödemek zorunda kalacağız. Yani ülkenin geleceği ve kaynakları, bir takım yanlış planlamalar (DPT’nin de dikkat çektiği), siyasi çıkarlar (doğalgaz alınacak Türki Cumhuriyetlerini kollamak ve Rusya’dan uzak tutulmalarını, bağımsızlaşmalarını sağlamak amacıyla), maddi çıkarlar nedeniyle (örneğin, daha yapımı bile başlamayan ama 55 milyon dolar avansları alınan, Samsun- Rusya Doğal Gaz Boru Hattının yapımı, ihalesiz olarak ANAP’a yakın iki firmaya verilmiş durumdadır) peşkeş çekiliyor..
    Maalesef Ülkemiz, bir yandan politik hesapları nedeniyle doğalgaz peşinde koşuyor, bir yandan da yabancı ve yerli firmaların iştahını kabartan termik ve hidroelektrik yatırımlarını
    ‘yap-işlet-devret’ modeliyle devreye sokuyor, aynı zamanda da ABD, Avrupa’daki ‘çıkarlarımız’ için nükleer lobiyle dans ediyor. Herkese mavi boncuk dağıtılarak, ‘enerji köprüsü’ olmayı hedefleyen ülkemiz, kendi enerji yatırımları ve sanayileşme politikalarını, tamamen dış konjonktürlere bağlı olarak ve gündelik politik hesaplamalarla yapmaya çalışıyor. Tahkim yasasını da tartışmadan, sonuçlarını hiç hesaplamadan kabul ederek, Uluslararası şirketlerin boyunduruğuna girerek, yeni kapitülasyonlara imza atarak, geri dönüşü olmayan bir cendereye sokuluyoruz.

    8) Türkiye, Enerji Bakanlığı, TEAŞ, TAEK, Nükleer Santral Projelerine hazır mı?
    Ülkemizin bu kadar ‘ciddi, riskli ve pahalı’ bir yatırıma gerçekten hazır olmadığını, en etkili ve yetkili ağızlar itiraf etmektedir. Bütün bu iddialara ve itiraflara rağmen, bu projede ısrar edilmesini anlayabilmek mümkün değildir.
    Mega projelere hep hayran olan ve nükleer santrale karşı olmayan, ama ülkemizin henüz buna hazır olmadığını da teslim eden Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e göre,’Enerjinin tarihini ele alan bazı yazarlar yedinci devrimi yirminci yüzyılda nükleer enerjinin keşfinin ve kullanımının olduğunu iddia etmektedirler.’,’ Nükleer santraller arz ettikleri kaza riskleri ve atıkların muhafaza sorunu ve kurulması için birçok ülkenin henüz ulaşmadığı bir gelişme düzeyi, bundan başka başlangıçta herkesin üstlenemeyeceği kadar ağır finansman yükü gerektirir. Böyle bakılınca yedinci enerji devriminden söz etmek için henüz erkendir.’ (Cumhurbaşkanımızın, 27-29 Mayıs 1999 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen ‘Sürdürülebilir Kalkınmada Daha Temiz Enerji Sistemlerinin Rolü’ başlıklı Uluslararası konferanstaki konuşmasının özeti, Kaynak Elektrik Dergisi, Haziran 1999 ).
    TÜSİAD Başkanı Dr. Erkut Yücaoğlu’da, benzer bir yaklaşım sergilemektedir; ‘Ancak Türkiye’nin bu sektöre girerken tecrübesi olmadığı için hata yapmasından korkabiliriz. Nükleer santral yapımın biraz daha erteleyip, bazı konularda gerekli alt yapı oluşturarak bu alan girmek daha emniyetli olur. Şurası muhakkak ki, nükleer enerjiye girmek, bugünün enerji problemini çözecek bir husus değildir.’, ‘Elbette...Ben bu işi geciktirelim diyorum. Bir görüşte şu: Bunu yapmayalım, başka kaynaklarla ikame edelim. Evet ikame edebiliriz. Nükleer enerji şu anda şart da değil.’,’ Sorun santrallerin kurulmasından 25 sene ortaya çıkıyor...Yani gelişmiş dünya bile bundan 50 sene sonra ne yapacağını bilemez durumda.’ (Nükleer İçin Erken’, 20 Aralık 1996 Milliyet Gazetesi’nde TÜSİAD Başkanı olmadan önce, TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi iken yapılan röportaj ).
    Devlet geleneğimizi, Enerji Bakanlığı’nı, TAEK ve TEAŞ’ı, Türkiye’deki mevcut teknik alt yapımızı, hakim yönetim zihniyetimizi, iş yapma tarzımızı, kapasitemizi ve insan malzememizi iyi bilen ve yorumlayabilen, 35 yıldır devam eden ‘nükleer maceramızın’ içinde doğrudan yer alan nükleerci akademisyenlerin, en yetkili üst düzey eski teknokratların uyarıları ise, bu konuda ileri sürülebilecek; en ‘ürkütücü’, ‘çarpıcı’ ve ‘vahim’ argümanları oluşturuyor.
    H.Ü. Nükleer Enerji Mühendisliği Bölümü Profesörlerinden Osman Kemal Kadiroğlu’nun ; ‘Nükleer santral ihalesi bu kadro ile olmaz!’,‘ Yıllar boyu yapılan siyasi atamalar sonucunda TAEK artık İşlemez ve ülkeye yarar sağlayamaz bir duruma gelmek üzeredir.’, ‘TEAŞ’da nükleer konularla ilgilenmekle görevli grup mesleki ve nükleer konulardaki bilgileri göz önüne alındığında fevkalade yetersiz oldukları görülür. Bu kadro ile nükleer santral ihalesi yapılması zor ve tehlikelidir.’ gibi çok ağır iddiaları var. (Elektrik & Elektronik Dergisi, Mart 1999).
    Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na da benzer eleştiriler var. İTÜ Nükleer Enerji Anabilim Öğretim Üyesi Prof. Dr.. Şarman Gencay’a göre; ‘Kurulduğundan bugüne kadar Atom Enerjisi Kurumu’na 40 başkan gelmiştir. Sürekli yönetimin değiştiği bir kurumda nasıl proje üretilir ve istikrarı sağlayabilirsiniz? Adam kayırma politikaları sürer ve teknolojiyi kurmak için gerekli takım kurulamazsa, reaktörler hiçbir işe yaramaz. Reaktörleri satın alırsanız ama, eğer teknolojiyi transfer edemezseniz ve iyi bir kadro kuramazsanız, hiçbir işe yaramaz.. O zaman dışarıdan elektrik alın daha iyi.’ (Önce Teknoloji Sonra Santral, Yeni Yüzyıl Gazetesi, 7 Ağustos 1996 ).
    TEK eski Genel Müdürü Dr. Behçet Yücel ise konuya en vakıf kişilerden biri olarak önemli uyarılarda bulunuyor; ‘ Kamuoyunun baskısı artarsa, nükleer teknolojinin ilerleyen zaman içinde yeni bir takım sorunları ortaya çıkmaya devam ederse ve hepsinden önemlisi tehlikeli nükleer atıkların ortadan kaldırılmasında başarılı olunamazsa, nükleer enerjinin itibarı iyice azalacaktır. Bekleyelim, acele etmeyelim. Zaten tam anlamıyla yeni bir projeye hazır değiliz’.(Kaynak Elektrik Dergisi, 1998/9. sayısı.)
    TEK eski Nükleer Santraller Dairesi Başkanı Güngör Bozkurt’un 24 yıllık nükleer santraller konusundaki birikimiyle sunduğu, sağduyulu, dürüst ve samimi açıklamaları var; ‘Önemli konulardan birisi de, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Bakanlık ve TEAŞ’ın birbirine girmiş olmasıdır, kimse ne yattığını bilmiyor.’, ‘Bu gerçekler ortada iken, bir enerji darboğazı olduğunda hemen kurtuluş çaresi olarak ‘nükleer santraller kuralım’ diye ortaya çıkmak bu gerçeklerle bağdaşmıyor, çünkü bir nükleer santralın kurulması, işletilmesi en az 10 yıl Türkiye şartlarında, belki daha fazla. Bir ülke düşünün ki, Devlet Su İşleri’nin elinde bu gün tamamlanamayan aşağı-yukarı 10 Milyar Kw/saat bir üretim kapasitesine sahip santraller var, biz bunlara yeterli parayı vermiyoruz ve yıllarca bunlar atıl kalıyor. Ve ülke nükleer santral ihalesine çıkıyor.’, ‘Nükleer santral yapımı hiç bitmez. Anahtar teslimi yapılıyor, firmalara veriliyor. Doğru, yerli firmalarda 5-10 kuruş kazanacak ama Türkiye milyarlarca kaybedecek. Türkiye’de sözleşmeyi kim yapacak? Nükleer santral sözleşmesi yapmak gerçekten çok zor, yaptınız mı o sizi bağlar... Türkiye kapitülasyonları imzalar, çünkü deprem bölgesi. Eğer o firmaya yaklaşırlarsa yazık olur Türkiye’ye...Aslında çok söylenecek şey var, yani nükleer kurulmalı belki ama bu kafalarla işletilmez.’ (Güngör Bozkurt’un İTÜ Yüksek Mühendisler Birliği tarafından, 1998 yılında Ankara’da düzenlenen ‘Nükleer Enerji Paneli’nde yaptığı konuşmasının bant çözüm notları).
    TEAŞ Nükleer Santraller Dairesi eski Başkanları Baki Arıkan ve Nevzat Şahin, belli bir firmaya göre hazırlanan ihale şartnamesine karşı çıktıkları ve ihaleye katılan firmalarla ilgili bilgilendirme yapmak isteyen Greenpeace’in ODTÜ’de düzenlediği bir toplantıya katıldıkları için görevlerinden alınmışlardır.
    Bu iddiaların ve tespitlerin cevabını veremeyen ve sürekli olarak çağı yakalamaktan, ülkemizin gelişmesinden-sanayileşmesinden söz eden, karanlıkta kalacağız senaryosunu hazırlayan, bolca milliyetçilik, ‘Vatan-Millet-Sakarya’ edebiyatı yapan malum zevata ve bu işten kişisel çıkar sağlamayı amaçlayan ‘nükleer lobilere’ izin verilmemesi gerekiyor.

    9) Türkiye'nin nükleer enerjiye gerçekten ihtiyacı var mı?
    Ülkemizde yaklaşık olarak 35 yıldır, yalnızca nükleer enerji tercihine göre hazırlanan bütün yatırım planlamaları ve enerji senaryoları, iç ve dış birçok nedene bağlı olarak gerçekleştirilememiştir ve artık tamamen terk edilmek zorundadır. Ülkemizin nükleer enerjiye gerçekten ihtiyacı yoktur. Nükleer santralleri ülkemizde kurdurtmak için, bugüne kadar öne sürülen tüm gerekçeler, hem gerçekçi değildir, hem de bugün artık tamamen geçersizdir. Çünkü:
    * 35 yıl önceki dünya konjonktürüne göre, nükleer santraller, henüz sorunları bilinmediği ve yaşanmadığı için, tercih edilen ve bütün ülkelerin peşinde koştukları bir enerji kaynağı idi. Oysa bugün herkes nükleer enerjiden kaçıyor.
    * 1970’lerde resmi kurumlarca yapılan bütün enerji arz/talep senaryoları, en az 2-3 katı hatalı ve abartılı çıkmıştır. Bu yanlış planlamalara göre yapılan, enerjimiz kalmayacak ve karanlıkta kalacağız iddiaları tutmamış ve ‘resmi yalanlar’ ortaya çıkmıştır. Bunlara dayandırılarak ortaya atılan, nükleer santrallerin ‘tek ve zorunlu’ tercih olması, teknik veya ekonomik olarak değil, sadece birilerinin niyetlerine göre ‘siyasi bir karar’ olduğu ortaya çıkmıştır.
    * 1970’lerde mevcut doğal kaynaklarımızın yetmediği tezi üstüne kurulan, nükleerden başka şansımız yok yanıltmacasının, bugün artık geçerli olmadığı ve doğal kaynaklarımızın yeni hesaplamalarla söylenenden çok daha fazla ve yeterli olduğu hesaplanmıştır. Ekonomik olarak 125 milyar Kw/saat olarak hesaplanmış olan su kaynaklarımızın bile, ancak %30’unu kullandık henüz ( EMO Başkanı Ali Yiğit ise ; ekonomik su kaynaklarımızın aslında 125 değil, yeni araştırmalarla 180 milyar Kw/saat’a çıkabileceğini ileri sürmektedir). Oysa nükleerci zevatın, çok nükleer santralleri var diye örnek gösterdikleri ABD ve Fransa, tüm su kaynaklarını tamamen değerlendirmiş ve sonra nükleer santralleri devreye sokmuştur. Ayrıca tüm dünyada ciddi olarak kullanılmaya başlanan jeotermal, küçük su potansiyelleri, biomas gibi kaynaklar hiç değerlendirilmemiştir henüz. Türkiye’nin ilk rüzgar haritasını hazırlayan Doç. Dr. Tanay Sıtkı Uyar, uzun yıllar rüzgar enerjisi üzerinde yaptığı bilimsel çalışmalar sonucunda, çok önemli şu müjdeyi vermiştir; ‘Sadece ülkemiz rüzgar enerjisi teknik potansiyeli bile ülkemizde tüketilen toplam elektrik enerjisinin iki mislinden fazlasını üretebilecek düzeydedir.’( 16 Ekim 1999 tarihinde, TMMOB’un Ankara’da düzenlediği Nükleer Enerji Kongresi’ne sunduğu tebliğ ).
    * Ülkemizde nükleer santral kurulması planlanan 1960’lı yılların ortalarında, henüz hiçbir kuruluş; rüzgar türbinlerinin, güneş pillerinin, küçük hidroelektrik santrallerin, gel-git santrallerinin, doğalgaz santrallerinin, enerji verimliliğinin, enerjinin etkin kullanımın, enerji tasarrufunun adını telafuz etmemişti. O gün hiç hesapta olmayan ama bugün ise neredeyse, Türkiye’nin elektriğinin yarısını karşılayacak kadar doğalgaz anlaşmaları yapılmış durumdadır. O dönemde kömür, petrol ve nükleer enerjiden başka bir şey bilinmiyordu ve henüz yenilenebilir enerji teknolojilerinden hiçbiri ticarileşmemişti. Bugün ise dünya, nükleer ve diğer fosil yakıtlar yerine, yenilenebilir enerji kaynakları kullanmaya başlanmıştır.
    * Ülkemizde nükleer santraller için yeterli uranyumun bulunduğu, yakıt olarak bir sıkıntımız olmayacağı öne sürülmüştür yıllardır. Oysa, yaklaşık 9000 ton civarında çok zengin olmayan ve yurtdışında yakıt için zenginleştirilmesi zorunlu olan bir uranyum rezervimiz var. Bu da, 1000 Mw’lık bir nükleer santralın, ancak 30 yıllık ihtiyacını karşılamaya yeter.
    * Yıllardır hiç dikkate alınmayan, önemli bir konu da; elektrik üretim, dağıtım ve iletim
    sistemimizde yaşanılan kayıp ve kaçaklardır. Resmi rakamlara ve Cumhurbaşkanımızın açıklamalarına göre bile; %20-25 oranında olan bu kayıplar, dünya ortalamasının en az 2-3 katı kadardır. İletim ve dağıtım hatlarında yapılacak ciddi iyileştirmelerle, trafo ve enerji üretim santrallerimizdeki birtakım teknolojik yeniliklerle (EMO Başkanı Ali Yiğit tarafından ileri sürülen bir başka iddia da; atıl kapasitesi ile çalıştırılan termik santrallerin üretim kapasitesinin %50 artırılabileceğidir), en az ülke üretim kapasitemizin ¼’ünü, yani 4-5 adet Akkuyu Nükleer Santrali’nin üreteceği elektriği sağlamış olacağız. Bu da bize 20-25 milyar dolar yerine, 1-2 milyar dolara mal olacaktır en fazla.
    * TÜSİAD’ın 1994 yılında DPT Uzmanı Vedat Şahin’e hazırlattırdığı ‘Türkiye’nin Enerji Raporu’na göre; Türkiye, her ürettiği ürün için, aynı ürünü üreten OECD ülkelerinden tam 2.5 kat daha fazla enerji kullanıyor. Ve yine aynı rapora göre Ülkemiz, basit, az maliyetli acil iyileştirmelerle ve bazı eski üretim teknolojilerinin modernizasyonuyla, kullandığı enerjinin %46’sını tasarruf edebilir. Mevcut enerji üretim tesislerinden elde edilen enerjinin aslında yarısını boşa kullanıyor. Kısaca delik ve kaçağı olan bir havuzu onarmak yerine, musluk satabilmek için, daha fazla muslukla doldurmayı öneriyor nükleer lobiler. En az 4-5 adet Akkuyu Nükleer Santrali’ne eş değer bir tasarruf potansiyelimiz mevcuttur. Bunun için de harcanacak paralar, yeni bir nükleer santral yatırımının yanında çok küçüktür.
    * Avrupa’da ve ABD’de uygulandığı gibi, şu an evlerimizde, işyerlerimizde kullandığımız fluorasan ve normal ampulleri, 5 kat daha az enerji tüketerek aynı aydınlatmayı sağlayan, yeni verimli kompak ampullerle değiştirmemiz durumda, en az 2 adet Akkuyu Nükleer Santral yatırımının sağlayacağı elektriği tasarruf edebileceğiz. Hem de bu ampulleri üretmek için kurulması gereken fabrikanın yatırımı 7.5 milyon dolara mal olurken, 2 adet Akkuyu Nükleer Santralının maliyeti 8-10 milyar dolara çıkacaktır.
    * Ayrıca, 35 yıldan beri yapılan yanlış planlamalara, senaryolara göre hesaplanan ve gerçekte neredeyse hep 2-3 katı kadar fazla çıkan enerji ihtiyaç rakamlarımıza baktığımızda bile, nükleersiz çözümlerin mümkün olduğu görülmektedir. İstanbul Sanayi Odası Dergisi’nin Temmuz 1999 sayısında, enerji durumumuz ile ilgili çok çarpıcı görüşler yayınlandı. Bu çalışmaya göre, sadece yap-işlet-devret modeline göre planlanan yatırımlar devreye girerse 20 392 Mw civarında ek kapasite yaratılacak. Neredeyse mevcut kurulu gücümüze yakın bir enerji arzı. Bu sonuçları köşesinde yorumlayan Ekonomi Yazarı Tevfik Güngör’e göre; ‘Eğer 2010 yılına kadar 42.0 bin Mw ek kapasiteye ihtiyaç var ise ve 1999 yılı Haziran ayında 20.3 bin Mw ek kapasite niyeti ortaya konulmuş ise, enerji konusunda endişelenmeye ve nükleer enerji yatırımlarını düşünmeye gerek yok demektir. Özel sektör ‘yap-işlet’ ve ‘yap-işlet-devret’ modellerinde enerji açığını kapatacak yatırımlara istekli görülmektedir.’( Enerji sorunu çözülemeyecek sorun değil, Dünya Gazetesi, 14 Temmuz 1999 ).
    * 2010 yılında, ihtiyacımız olduğu söylenen ve kurulması planlanan 60 000 Mw’lık gücün, yalnızca %2’sini sağlayacak olan Akkuyu Nükleer Santrali’nin, enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacağını ve tek çözüm olabildiğini, eğer yapılmazsa nasıl karanlıkta kalacağımızı anlamak mümkün görülmemektedir. * Yapılan Ulusal enerji tasarrufu seferberliği sonucu, ABD’nin bugün ki yıllık enerji talebi, 1973 yılının altındadır. Oysa bir ekonomik kalkınma göstergesi olan brüt milli hasılada %40’lık bir artış gözleniyor. Enerji tüketiminin ekonomik büyümeyle birlikte arttığı efsanesi de artık sona eriyor. Yani ekonomik büyüme için, fazla enerji kullanmak ve gereksiz yatırımlar yapmak gerekmiyor.

    10- Ülkemizde yanlış bir "Enerji Sanayileşme Politikası" izleniyor
    Ülkemiz; 50’li yıllardan beri enerji ve sanayi politikalarında uygulanan yanlışlıklar, plansız ve gerçekçi olmayan projeksiyonlar nedeniyle hızlı bir çıkmaza girmektedir. Kuşkusuz, bu temel yanlışlıklar, hem enflasyonun artmasına hem de sağlıksız bir büyümeye, yaşadığımız ekonomik krize neden olmaktadır. Türkiye kendisine ‘ağır sanayi’, ‘kirli sanayi’, ‘enerji yoğun sanayi’ yolunu seçmişse, sorun yaşaması kaçınılmazdır.
    Örneğin Fransa, kendi ülkesindeki çimento fabrikalarını kapatıp, Türkiye’nin ‘gururla’ özelleştirdiği 5 adet çimento fabrikasını satın aldı. Çimentoları bizden ithal ediyor ve bize de, bu fabrikaların kullandığı enerjileri üretmemiz için nükleer santral satmaya çalışıyor. Böylelikle bize hem nükleer santral pazarlıyor, hem de temiz ve sorunsuz bir şekilde çimento sağlamış oluyor. Biz ise, hem nükleer santrallerin parasını ödüyoruz, bu arada bütün riskine katlanıyoruz, hem de çevreye büyük zarar veren bir üretimi-ürünü, güzel ülkemizi kirletmek pahasına övünerek ihraç ediyoruz. Sonuçta pazarlanan yalnızca çimento değil; insanlarımızın sağlığı, çocuklarımızın geleceği, doğamızın ve kaynaklarımızın bizatihi kendisidir. Benzer şekilde sürekli sanayileşiyoruz diye övündüğümüz, ama üzerinde bu yönleriyle hiç düşünmediğimiz, farkına varmadığımız bir çok tesisimiz var. Otomotiv, tekstil, kimya ve demir çelik fabrikalarımız da, dünyadaki en kirletici ve enerji yoğun eski teknolojilerine sahip olma unvanlarıyla üretim yapmaya devam ediyorlar.
    Bir iddia da, nükleer teknoloji sayesinde, ülkemizin insan ve teknolojik kültürünün, altyapısının gelişeceği, kalitesinin artacağıdır ve ülkenin sanayileşmesinin hızlanacağıdır. Nasıl ki bilgisayarların mikroişlemcisini hazır alarak, bilgisayar yaptığımızı ya da F-16’ların elektronik ve mekanik tüm parçalarını ABD’den alıp, Türkiye’de monte ederek uçak yaptığımızı iddia edemezsek; nükleer santralı anahtar teslimi alınca da, ülkemize yüksek teknolojiyi sokmuş olmayacağız. Eğer gerçekten bu ülkede yüksek teknolojiye sahip olmak istiyorsak; yazılım, telekomünikasyon projeleri, rüzgar, güneş enerjisi, çevre teknolojileri, bilgi teknolojileriyle uğraşmak daha akılcı bir tercih olacaktır..
    Ulaştırma politikası olarak deniz ve demiryolu yerine, karayolları taşımacılığını benimsediğimiz için, ithal ettiğimiz enerji kaynaklarımızın yarısını da bu yolla harcıyoruz. Çünkü, Ülkemizdeki toplam kamyon ve otobüs sayısı, bütün Avrupa ülkeleri toplamından daha fazla.
    Ne için, kim için, ne kadar ve nasıl bir üretim-sanayileşme-enerji politikası izlediğimizin farkında değiliz. Bu yanlış sanayileşme politikalarını desteklemek ve beslemek için yapılan tüm enerji planlamalarının, hesaplarının ve yatırımlarının da, ne kadar yanlış ve yanıltıcı olduğunu ortadadır.. Türkiye, sanayileşme politikalarını ve dolayısıyla sanayileşme tercihlerine göre belirlenen enerji planlamalarını eski teknolojilere, fosil yakıtlara göre değil, daha akılcı, verimli, temiz ve çevreyle uyumlu teknolojilere göre yeniden düzenlemelidir. Çünkü ‘yeni’nin planlaması, ‘eski’ye göre yapılamaz.

    11) Peki! Neden Akkuyu?
    İlk nükleer santral kurma niyetlerinin 35 sene öncesine dayandığı ülkemizde, o günkü dünya konjonktürüne göre nükleer santral yapılmasına karar verilip, yer seçimi çalışmalarının yapılması 1972-1976’lı yıllara rastlıyor. 1970’li yıllardaki mevcut teknoloji ve etüt bilgilerine göre yapılmış olan çalışmalarla yeri belirlenen ve yer lisans onayı alan Akkuyu Nükleer Santral Projesinin, bugün benzer bir çalışma yapıldığı taktirde, artık lisans onayı alamayacağı ileri sürülüyor.
    1976 yılında Akkuyu’ya yer lisansı onayı veren 3 kişiden biri olan Prof. Dr. Tolga Yarman, 16 Ekim 1999 günü, Ankara’da TMMOB tarafından düzenlenen Nükleer Enerji Kongresi’nde yaptığı konuşmada, şu iddialarda bulunmuştur; ‘ Çeyrek yüzyıl önce verilen lisans bugün geçerli addedilemez; çünkü lisans verme kıstasları değişmiş sayılmalıdır ve yeniden vazedilmedir. Çeyrek yüzyıl önce verilen lisans, bir ‘Turizm Etki Değerlendirmesi’ni kapsamamıştır; çünkü santralin o zaman, bugünkü boyutta olmayan, turizme vereceği zarar diye, bir kavram yoktur. Ben bugün TAEK’te olsam, Akkuyu’ya lisans vermem. Lisans verilecek olsa şerh koyarım. Bunu ilan ediyorum. Aynı biçimde, inanıyorum ki, Profesör Yalçın Sanalan da aynı yönde bir tavır alırdı. Lisans başvurusunu TEK adına, Nükleer Santral Dairesi Başkanı Dr. Ahmet Kütükçüoğlu imzalamıştı. Bilerek söylüyorum ki, anlattığım sebeplerden dolayı, Dr. Ahmet Kütükçüoğlu, Akkuyu’ya dönük olarak, Kurumu adına böyle bir başvuruda bulunmaz; başvuruda bulunulacak olsa, başvuru yazısına imzasını koymazdı’.
    Viyana’da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nda görevli olan Dr. Aybars Gürpınar’ın da yer seçimi ile ilgili ciddi uyarıları var;’ Ancak bir nükleer tesis için ( veya herhangi önemli bir yatırım için ) yer seçimindeki tek kriter güvenlik de değildir. Ekonomik, sosyal ve politik etkenler yer seçiminde büyük rol oynarlar...Bu aşamada nükleer santrallerin nüfusa ve çevreye verebilecekleri zararlar diğer enerji seçenekleriyle karşılaştırmalı olarak, yansız ve saydam bir şekilde değerlendirilmelidir...Türkiye’de kötü seçilmiş yerlere örnek maalesef çok fazladır. Sanayinin büyük bir bölümü Türkiye’nin en depremsel bölgelerinden birisi olan İstanbul-İzmit-Bursa üçgenindedir. Çevreye zararlı endüstri tesisleri en verimli ovalara kurulabilmektedir. Tesis-çevre optimizasyonu ya hiç yapılmamakta ya da politik kararları izleyen ve onları onaylamaya güdümlü birer rapor niteliği taşımaktadır. Türkiye nükleer enerjiyi geçerli bir seçenek olarak benimsediği takdirde nükleer güvenliğin uluslararası standartlara uymasını sağlamak zorundadır’ (Nükleer Santrallerde Güvenlik, Teknik İletişim Dergisi, 1996 ).Akkuyu’da nükleer santral kurma kararı için, o gün savunulan gerekçelerin, bugün neden geçersiz olduğunun bir kez daha altını çizelim;
    *Askeri, Ulusal Güvenlik Stratejileri Açısından Uygun Bir Bölge: 1970’li yılların
    konjonktürüne göre, önce Marmara ve Karadeniz Bölgelerinde kurulması düşünülen santral, Milli Güvenlik Konseyi’nden gelen itirazlar üzerine, Sovyetler Birliği ‘tehlikesi’ nedeniyle Güney’e kaydırılmış ve Akkuyu seçilmiştir. Ancak son gelişmeler nedeniyle, konjonktür artık değişmiş ve ‘tehdit bölgesi’, ‘tehlikeli komşular’ Akkuyu’ya daha yakın durumda şimdi.
    *Yer, Zemin ve Deprem Etütlerine Göre En Uygun Bölge: 25 yıl önceki teknolojik olanaklara ve bilgilere göre etütleri yapılarak onaylanan yer lisansının bugün için geçersiz olduğu ortadadır. ODTÜ’den Prof Dr. Polat Gülhan ile Prof Dr. M. Semih Yücemen tarafından 17 Ağustos depreminden sonra yayınlanan bir makalede şu görüşlere yer verilmiştir; ‘ Halen yürürlükte olan Deprem Bölgeleri Haritası (en son harita 18 Nisan 1996’da yürürlüğe girdi, Akkuyu için temel alınan ise 1972 yılına ait Deprem Bölgeleri Haritası idi ), Türkiye’nin ne ilk haritasıdır, ne de sonuncusu olacaktır. İleride geliştirilecek teknikler, farklı hesap yöntemleri, ülkemizin tektoniğini, kabuk yapısını, depremlerin kuvvetli yer hareketi özelliklerini daha yaygın şebekeler ile ölçme imkanlarının doğması, dünyada bu konuda geliştirilecek başka yaklaşımlar, yeni fay sistemlerinin varlığının anlaşılması sonucu bunun da yerini daha geliştirilmiş bölgelendirme haritalarının alması, belki de halen ABD’de olduğu gibi kısa ve orta periyottaki spektral ivmelerin haritalanması gündeme gelecektir. Bilimsel gelişmenin kaçınılmaz sonucu budur’ (Türkiye Deprem Bölgeleri Haritası Değişmeli midir?, Türk Mühendislik Haberleri, 1999/4).
    *Olası Bir Kazada Etkilenecek ve Tahliye Edilecek Nüfus Yoğunluğu Az Bir Bölge: Evet belki 25 yıl önceki koşullarda, gerçekten yoğunluk azdı. 25 yıl önce, kimse bu bölgenin bir turizm bölgesi olacağını, hem de yılda ülkemize 10 milyar dolar turizm girdisi sağlayacağını öngörememişti. Giderek turizmin Akdeniz’de, Antalya ve Mersin kıyıları arasında artmasıyla, özellikle yazın, nüfus yoğunluğu milyonlarca kişiye ulaşmaktadır. Nükleer bir kaza veya muhtemel bir deprem sonucundaki potansiyel radyasyon yayılımında; yalnızca Antalya, Mersin değil; ‘Böylesi bir durumda Türkiye, Ortadoğu Ülkelerinin-Kıbrıs, Yunanistan, İsrail, Suriye, Lübnan, İran, Irak, Ürdün, Mısır, Libya gibi- büyük risk altında olduğu ‘işaret ediliyor (Türkiye’deki Nükleer Reaktörlerdeki Potansiyel Bir Kazaya ilişkin Riskin Analizi ve Görselleştirilmesi, John Taylor ve Stuart Ramsden, Avusturalya Ulusal Üniversitesi. Greenpeace için 1998 yılında Kimyasal Taşınım Modeli ANU-CTM kullanılarak hazırlanmış rapor). Ayrıca daha önce çok iyi hesaplanmamış olan, nüfus yoğunluğu konusunun yanı sıra, en ufak ‘gerçek’ bir kazadan veya dış kaynaklı olarak çıkartılmış bir kaza ‘söylentisinden’, bölgede giderek artan turizm potansiyeli, narenciyecilik, sebzecilik gibi tarımsal faaliyetler de büyük zarar görecektir. Zaten PKK’ya, Apo’ya, depremlere bağlı olan turizm sezonlarımız, bir de Akkuyu Nükleer Santralı kazalarına, kaza senaryolarına endekslenmemelidir.
    *Santral, Mersin, Adana, Konya, Antalya Gibi Sanayi Kentlerine Elektrik Sağlayacağı için İletim Kayıplarının Az Olacağı Bir Bölge: Bu bölgelerin ihtiyacı olan elektrik zaten, Güneydoğudaki hidroelektrik santrallerden sağlanıyor. Buradaki amaç, Marmara, Bursa, İstanbul civarındaki sanayi bölgelerine, üretilen elektriğin, enterkonnekte hatlarla taşınmasıdır. Akkuyu’dan İstanbul’a bu elektrik taşınırken, önemli bir kısmı hatlarda kaybolacak. Kısaca yük merkezlerine de oldukça uzak bir bölgedir.
    *Nükleer Santraların İhtiyacı Olan Soğutma Suyu İçin Uygun Bir Bölge: Nükleer santrallerin deniz kenarında kurulmasının nedeni, soğutma suyuna ihtiyaç duymalarıdır. Fakat Akdeniz’in insanları gibi denizi de sıcaktır. Bu nedenle burada kurulacak santralın ‘termodinamik verimi’ Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman’ın da sıkça dile getirdiği gibi düşük olacaktır. Teknik açıdan da, enerji verimi düşük olacak bir bölge seçilmiştir.

    12) ÇED Yönetmeliği Akkuyu'ya uygulanmıyor. Uyulması gereken uluslararası anlaşmalar dikkate alınmıyor.
    1976 yılında yer lisansı alınma aşamasından, bugüne kadar geçen çeyrek yüzyılda, Akkuyu Nükleer Santralı yapılırsa çevreye, denize, bitki örtüsüne, havaya, canlılara verilecek zararlar ve etkileri ile, sosyo-ekonomik sonuçlarının, toplumsal maliyetlerinin, fayda-maliyet alternatiflerinin neler olacağına dair, henüz ‘çok ciddi ve kapsamlı’ bir çalışma yapılmamıştır.
    17 Aralık 1996 günkü Resmi Gazete’de ‘Muhtelif Malzeme Satın Alınacaktır’ ilanıyla ihaleye çıkan TEAŞ tarafından, bugüne kadar Çevre Bakanlığı’na başvuruda bulunulup (her ne kadar bozacının şahidinin, şıracı olacağını biliyorsak olsak ta), ÇED süreci resmen başlatılmamıştır. Oysa 07.02.1993 tarih ve 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren yönetmelikte, Nükleer Santraller; Ek-I listesi 1-b bendinde bulunmaktadır. Dolayısıyla, bu tür faaliyetler ÇED Raporu hazırlamakla yükümlü faaliyetler listesinde yer almaktadır.
    Akkuyu Nükleer Santralı İhalesi için, TEAŞ tarafından, ihaleden, hatta yer lisansından önce ÇED başvurusu yapılması gerektiği halde, henüz yapılmamıştır. TEAŞ ısrarla, ülkemizde ‘ciddiyeti ve bilimselliği’ taraflı hazırlandığı için tartışılır olan, resmi ÇED Mevzuatına uymaya bile gerek duymamıştır. Savunma olarak ta; ihale sonuçlanıp, kazanan firma belli olunca, ÇED raporunu firma yaptıracak denmektedir. Oysa, bunca sene Akkuyu’da altyapıya 100 milyon dolar harcayıp, bir de ihaleyi sonuçlandırdıktan sonra (MAI ve Uluslararası tahkime göre, geri dönüşü olamayacak), ÇED onayının alınması, her koşulda önceden zaten garantilenmiş, kabul edilmiş demektir.
    Çevre Bakanlığı’nda görevli ve ÇED konularında uzman olan İrfan Önal’ın, Akkuyu konusunda Çevre Bakanlığı’nın görüşünü açıkladığı tebliğine göre; ‘Çevre-Sanayi ilişkilerinin en üst yönetim biçimi olan ‘ Çevresel Etki Değerlendirmesi’, çevreyi doğrudan ya da dolaylı olarak, olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen bir faaliyetin, bu etkilerinin, bu faaliyetle ilgili yatırımlara başlamadan önce henüz karar verilme aşamasında iken, irdelenmesi ve bu faaliyetin yaratabileceği olumsuz etkilerinin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alternatif çözümlerin belirlenmesinde kullanılan bir yöntemdir. ÇED çalışmalarında en önemli konulardan birisi raporun hazırlanma zamanıdır. Bu genelde ‘en erken safha’ olarak tanımlanır. Burada en erken safha, proje için kesin uygulama kararı verilmeden ve yatırımlara başlamadan önceki safhadır. Burada önemli olan, projenin çevreye olumsuz etkileri olması durumunda, projenin uygulanmaması ve yapılacak mali giderlerin ve zaman kaybının önlenmesidir.’,’ Ancak bugüne kadar Bakanlığımızda söz konusu faaliyetin gerçekleştirilmesi ile ilgili olarak faaliyet sahibi tarafından herhangi bir başvuruda bulunulmamıştır.’(Çevresel Etki Değerlendirmesi Açısından Nükleer Santraller İle İlgili Mevzuat, ME.Ü. Mühendislik Fakültesi Derlemeler Dizisi 3, Akkuyu Nükleer Santralı Özel Sayısı).
    Akkuyu Bölgesi için, maalesef bugüne kadar kapsamlı, gerçekçi, güvenilir, ‘çok ciddi ve bilimsel’ bir çalışmanın yapılmadığını biliyoruz. Ancak kısmi olanaklarıyla yöreyi inceleyip, bağımsız bir rapor hazırlayan Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Güngör Uzun’a göre; ‘Akkuyu santral sahası çevresiyle birlikte Türkiye’nin güney sahilindeki, topoğrafik özelliklerin de elvermesinden kaynaklanan insan etkisinin fazla zarar veremediği nadir yerlerden biridir.’, ‘ Küçük körfezlerin biyolojik üretkenliğinin sulak alanlardan bile fazla olduğu gerçeği de göz önüne alındığında Akkuyu Körfezi daha da önem kazanacaktır.’, ‘ Bununla birlikte Türkiye’de doğal alanların giderek yok olduğunu da göz önünde bulunarak, Akkuyu’da yapılacak fiziksel gelişmeler için iyi düşünüp, bilimsel veriler ışığında doğru karar vermek zorundayız. Çünkü bizler aynı zamanda kaybettiklerimizin hiçbir zaman geri getirilemeyeceğinin bilincindeyiz. Bugüne kadar Akkuyu ile ilgili çalışmalarda mevcut çevresel özellikleri belirlenme ötesine gidememiştir.’ ( Nükleer Santral Kurulması Planlanan Akkuyu’nun Doğal Özellikleri, TMMOB Türkiye Enerji Sempozyumu 1996 ’ya sunulan tebliğ ).
    Ayrıca Akkuyu’da yapılmaya çalışılan nükleer santral projesi, Türkiye’nin çevre konusunda doğrudan taraf olduğu, aşağıda listesini yayınladığımız Ulusal/Uluslararası Anlaşmalara, Protokollere ve Deklarasyonlara aykırı bazı özellikler taşımaktadır.
    *Avrupa ve Akdeniz Bitki Koruma Teşkilatı Hakkında Sözleşme, Paris 1951 ( Türkiye 10.08.1965 )
    *Kuşların Korunması Hakkında Uluslararası Sözleşme, Paris 1959 ( R.G. 17.12.1966, Sayı 12480 )
    *Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme, Paris 1972 (R.G. 14.02.1983 Sayı 17959 )
    *Avrupa’nın Yaban Hayatı Ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi, Bern 1979 ( R.G. 20.02.1984, Sayı 18318 )
    *Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme, Ramsar 1971
    *Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi, Barselona 1976 ( R.G. 12.06.1981, Sayı 17368 )
    *Akdeniz’in Kara Kökenli Kaynaklardan Kirleticilere Karşı Korunması Hakkında Protokol, Atina 1980 ( R.G. 18.03.1987, Sayı 19404 )
    *Akdeniz’de Özel Olarak Korunan Alanlara İlişkin Protokol, Cenevre 1982 ( Türkiye 06.11.1986)
    *Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ( 5 Haziran 1992, Rio )
    *Stockholm, İnsan Çevresi Deklarasyonu, 1972
    *AGİK Helsinki Nihai Senedi, 1975
    *Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi, Cenova Deklarasyonu, 1985
    *BM/AEK Flora, Fauna ve Yaşam Ortamlarının Korunması Deklarasyonu, 1988
    *BM/AEK Çevrenin Korunması ve Doğal Kaynakların Rasyonel Kullanımı için Bölgesel Stratejisi, 1988
    *Avrupa Çevre ve Sağlık Şartı, Frankfurt 1989
    *Akdeniz Bölgesinde, Avrupa Akdeniz Çevre İşbirliği Lefkoşe Şartı, 1990
    *Akdeniz Havzasında Çevre Konusunda Avrupa-Akdeniz İşbirliğine ait Kahire Deklarasyonu 1992
    *Gündem 21, 1992

    13) Sağduyulu yurttaşlar ve Akkuyu'lu köylüler, 1978'den beri 'Atom Santralı'na HAYIR' diyor.
    Akkuyu Nükleer Santral projesine ilk tepkiler, yörede halkın çok sevdiği, o zamanki Köy-Kop Genel Başkanı Aslan Eyice önderliğinde, 1978 yılından itibaren giderek artan bir tempoda gelişti. Bu tepkilere tercüman olan ve köşesinde bu mücadalenin bayraktarlığını üstlenen değerli yazar merhum Örsan Öymen ve yerel basın sayesinde, bu mücadele kamuoyuna taşındı. Yine, 1978 yılında başlayan bu mücadeleye, TMMOB ve Elektrik Mühendisleri Odası yoğun destek verdi. Mersin yöresinin tüm beldelerinde ve ilçelerinde toplantılar, paneller yapılarak, halk bu konuda bilgilendirildi.
    1990’lara kadar gündeme gelmeyen bu konu, tekrar ısıtılıp kamuoyunun önüne konulunca, tepkiler hem yerel, hem de ulusal/uluslararası boyutta tekrar canlandı. Bu kez tüm dünyada ve dolayısıyla ülkemizde de gelişen yeşil, çevreci hareketler ve sivil toplumsal hareketlerle de bütünleşen bu mücadele, çok renkli, geniş çaplı bir Nükleer Karşıtı Platforma dönüştü.
    Bu platformun içinde; KESK, DİSK, HAK-İŞ gibi sendikalardan, Türk Tabibler Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Barolar Birliği, Türk Veteriner Hekimler Birliği, Mülkiyeliler Birliği,TMMOB gibi saygın meslek örgütlerine, Atatürkçü Düşünce Derneklerinden, Halk Evlerine, Ziraatçılar Derneğinden, Mersin Yardımlaşma ve Kültür Derneğine, DHKD, ÇEKÜL’den, Akkuyu’nun Büyükeceli Çevre Derneğine, ODTÜ Öğretim Üyeleri Derneğinden, Fizikçiler Derneğine, çeşitli partilerden, binlerce sağduyu yurttaşa kadar çok farklı unsurlar bir araya geldi. Bu platform, nükleer santralara karşı; 1993 yılında kısa bir sürede 170 000 imza toplayarak, o zaman ki TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’a sundu.
    Yine aynı yıl ilk Nükleer Karşıtı Kongre Ankara’da toplandı.
    Nükleer Karşıtı Platform ve Yöre Belediyeleriyle birlikte, 1993 yılından beri düzenli olarak, 5-6 Ağustos tarihlerinde her yıl Akkuyu’da Şenlikler yapılıyor. Bu şenliklere, Ülkemizin dört bir yanından yüzlerce duyarlı insan, kurum ve kuruluş katılıyor. Daha önceki yıllarda çeşitli partilere mensup milletvekili Fikri Sağlar, Aydın Güven Gürkan, Ercan Karakaş, İstemihan Talay, Ali Er şenliklere katılıp, bu mücadeleyi desteklediklerini kamuoyuna açıklamışlardır.
    Özellikle Greenpeace Türkiye Ofisi’nin yoğun çabaları ve katkılarıyla, hem yörede, hem de Türkiye çapında renkli, ses getiren nükleer karşıtı eylemler gerçekleştirildi..
    En son 18 Nisan 1999’da yapılan belediye başkanlığı seçiminde, daha önce nükleer karşıtı gibi görünen, ama yapılan manipulasyonlar sonucunda birden nükleerci olan (eskiden de CHP’li olup, sonradan ANAP’a geçen) eski belediye başkanına karşı, nükleer santrale karşı çıkan şimdiki Belediye Başkanı; 2 kat fazla oy alarak seçilmişti. Fakat, bir takım bilinen ve bilinemeyen vaatlerle (belediyenin borcunu temizlemek, yeni işçi istihdamlarını Belediye Başkanının yakınlarından sağlamak gibi), malum uygulamalarla, yeni başkan ve yöre halkı üzerinde de çeşitli oyunlar, yoğun baskılar yapılıyor. Oysa Büyükeceli Belediye Başkanı Hümmet Büyük, 10 Temmuz 1999 günü, halk oylaması öncesinde şu açıklamayı yapmıştır; ’35 yıldır yılan hikayesine dönen bu nükleer santral projesi yüzünden, yöremiz yaşamsal bazı yatırımlardan, özellikle de turistik tesislerden mahrum bırakıldı. Kıyılarımız Akdeniz’in en güzel ve el değmemiş kıyılarıyla dolu. Yöre belediyeleri olarak, 2 hafta kadar önce Ankara’ya gelerek TEAŞ’a nükleer santrale karşı olduğumuzu bildirdik. Akkuyu körfezini yabancı nükleer şirketlerin çıkarlarına kurban ettirmeyeceğimizi kendilerine duyurduk’. Akkuyu Nükleer Santralı’nın yapılması planlanan Büyükeceli’ye komşu olan Yeşilovacık’ın Belediye Başkanı Halil İbrahim Yetkin’de, yine 10 Temmuz 1999 günü yaptığı basın açıklamasında, şunları dile getirmiştir; ‘Göreve geldikten sonra, soyu tükenme tehdidi altında bulunan Akdeniz Foku’nu Belediyemizin simgesi olarak seçtik. Bu sevimli deniz canlılarının resmi koruma altına alınmış bulunan yaşam alanlarına, kirletici reaktörler inşa edilmesine izin vermeyeceğiz. Halkımız buna karşıdır ve bu durumda nükleer santral planı hayata geçirilemez.’ ( Greenpeace Basın Açıklaması, 13 Temmuz 1999 ).
    11 Temmuz 1999 tarihinde Yeşilovacık ve Büyükeceli’de yapılan halk oylamasında, katılanların %84’ü Akkuyu Nükleer Santrali’ne hayır demiştir.
    Türkiye’de Nükleer Santral yapılmasına karşı çıkan, Ülkemiz için çok ciddi ve önemli uyarılarda bulunan Türk kökenli; Cem Özdemir, Ekin Deligöz, Özcan Mutlu, Mahmut Erdem, Gıyasettin Sayan, Mehmet Kılıçgedik, Fazile Kekik gibi Almanya Federal ve Eyalet Milletvekilleri ile Avrupa Parlemontosu Milletvekili Ozan Ceyhun’un, 14 Ekim 1999 günü imzalayıp Türkiye’ye gönderdikleri mektupta, şu görüşler yer almaktadır; ‘1970’li yıllarda kurduğu nükleer santrallerden kurtulmaya çalışan Almanya’da federal parlamento, eyalet parlamentolarında ve belediye meclislerinde görevli olan biz Türkiye kökenli insanlar, nükleer enerji santrallerinin Almanya’da neden yenilerinin kurulmadığını ve kurulu olanlardan kurtulmaya çalışmasının nedenlerini sizlerle paylaşmak istiyoruz..
    Dünyayı enerji sıkıntısından kurtaracağı sanılan nükleer santraller, Amerika ve Ukrayna’daki kazalar sonrası güvenli teknoloji olma özelliğini kaybettiler. Çalıştırılmaları için gerekli ek maliyetler, öngörülen çalışma süreleri dolmadan kapatılmalarını ekonomik açıdan cazip hale getirdi.
    Alıntı: http://www.antimai.org
    ---
    ---
    Nükleer santraller her ne kadar tehlike arzetse de Türkiye gibi bir ülke için ufak bir adım bile olsa çok önemlidir. Türkiye yukarıda sayılan bütün bu olumsuzluklara rağmen, enerji ve sürdürülebilir güç için özellikle CANDU tipi bir reaktöre en az bir tanesine sahip olmalıdır.

    Safdil profesörlerimiz temiz su temiz dünya çığırtkanlıkları atıyorlar. Tabi onların cepleri dolu sırtları pek; nasıl olsa vatandaş öder! Yoksa bu kişiler başka ülkelerin müslüman nük tehlikesi korkusuna tercümanlık mı yapıyorlar, temiz dünya temiz doğa adına nükleere dur diyorlar! Gelin de kuşkulanmayın!
    Hem diğer dünya ülkelerinin açılan ihaleye soğuk yaklaşmalarıda ayrıca düşündürüyor; ama gayretler boşuna, çünkü anti güçler devreye çoktan girmiş.

    Enerji ve potensiyel güç çok önemlidir. Türkiye ekonomisi daha ne zamana kadar elektrik satın alacak! Kuraklık etkisiyle barajların devre dışı kaldığını hesaplarsanız bu işin altından kalkılmaz. Biraz mantıklı olalım ve cebimizi de düşünelim, temiz doğa kadar...

    TÜRKİYE'NİN NÜKLEER SANTRALLERE SAHİP OLMASI kaçınılmaz bir gerçektir ve sahip olmaldır.

    Konu zeet06 tarafından (13.10.08 Saat 19:07 ) değiştirilmiştir.

  3. #23
    Yasaklı Üye seyru suluk - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Sep 2006
    Bulunduğu yer
    MERSİN,ANKARA
    Mesajlar
    989

    Standart

    oooooo çok uzunmuş be abi sen nükleer fiziktemi okuyorsun abi kardeşi

  4. #24
    Ehil Üye zeet06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2008
    Mesajlar
    1.022

    Post Mısır Türkiye`de nükleer deney yaptı`

    BM nükler müfettişlerine yakın Batılı diplomatlardan şok açıklama: Bazı Mısırlı bilimadamları, 1970 ve 1980`li yıllarda hem kendi ülkelerinde hem de yurtdışında nükleer deneyler yaptı... Diplomatlar, bu deneylerin yapıldığı ülkeler arasında Türkiye`nin de olduğunu iddia etti. Amerika`nın saygı gazetelerinden Washington Post`un haberine göre ismi açıklanmayan Mısırlı bilimadamları, Türkiye`de de yaptığı deneylerde uranyum üzerinde çalıştı. Habere göre sözkonusu deneylerin hiçbirinde amaç nükleer silah geliştirmek değildi. Ve deneylerin yapıldığı ülkelerin olası nükleer çalışmalarıyla da hiçbir bağlantısı yoktu. Gazeteye konuşan diplomatlar, bir başka ülkenin de Fransa olduğunu belirttti. Merkezi Avusturya`nın başkenti Viyana`da bulunan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı(UAEA) da `Mısırlı diplomatların, hükümet bağlantısı olmadan bu tarz deneylerde bulunduğunu ve deneylerden elde edilen sonuçların bilimsel dergilerde de yayımlandığı` açıklamasında bulundu.

    2005-01-06 Sabah http://www.sabah.com.tr

  5. #25
    Ehil Üye zeet06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2008
    Mesajlar
    1.022

    Post Nükleer Gereklilik Ve Türkiye

    Nükleer Gereklilik Ve Türkiye

    Petrol ve doğalgaz fiyatlarının sürekli arttığı ve buna karşın rezervlerinin azaldığı dünyamızda her ne hikmetse hala enerji politikasını düzenlememiş bir ülke var; Türkiye. Ülkemiz net bir enerji ithalatçısı durumunda. Enerji gereksinimimizin 70’inden fazlasını ithal etme durumundayız.
    Kaynak:NETPANO.COM ÖZEL
    Özellikle Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru hattından sonra enerji koridoru olma yolundaki gelişmelerle stratejik açıdan tedarik sorununu bir bakıma garanti almış isek de bu enerjinin ulaşımı ve tedarikinin, ciddi bir savaş durumunda ne hal alacağı da ayrı bir soru işaretidir. Ayrıca halen elde ettiğimiz elektrik enerjisinin halka yansıtılan fiyat düzeyi son derece yüksek olduğu gibi, sanayimizin rekabet gücünü de olumsuz olarak etkilemektedir. Söz konusu sorunlara cevap verip, çözüm olabilecek nükleer enerji yaklaşımı ise dünyanın 20 büyük ekonomisinden biri olan Türkiye’ye hiç yakışmamaktadır.

    NÜKLEER ENERJİ VE DÜNYADA KULLANIMI
    Dünyada halen değişik teknolojilerde elektrik üretimi yapan 440 adet nükleer reaktör vardır. İnşa halindeki yeni santral sayısı 24 ve planlanan reaktörler de 37’dir. Ayrıca bu teknolojinin, dünyadaki elektrik enerjisi gereksinimini karşılama oranının halen %16 olduğu göz önüne alındığında çıkan sonuç önemlidir. 103 adet nükleer reaktör sahibi olan ABD elektrik gereksiniminin % 19.9’unu, 59 adet reaktörü olan Fransa ise % 78’ini nükleer santrallerden elde etmektedir. Ayrıca Fransa nükleer enerjiye dayanan bir enerji ihracatçısıdır ve Orta Avrupa ülkelerinin çoğunun elektrik gereksinimini karşılamaktadır. 53 reaktörü olan Japonya, halen iki adet inşa halinde ve 13 adet sipariş etmiş olduğu nükleer reaktörle de enerji kaynaklarının fakirliğini telafi etmeye çalışmaktadır.
    YENİ ÇALIŞMA VE GELİŞMELER
    Günümüzde temiz ve güvenli nükleer enerji için ciddi çalışmalar yapılmaktadır.Bu bağlamda çeşitli uluslararası anlaşmalar yapılmış, nükleer enerji elde edilirken bununla ilgili teknoloji ve malzemenin illegal yollardan terör gruplarının eline geçmemesi için önlemler alınmıştır. Teknolojinin gelişmesiyle sürekli üzerinde çalışılan yeni uygulamalar ve özellikle 12.000 reaktör/yıllık teknik deneyimle ciddi güvenlik parametreleri tesis edilmiştir. Bu çalışmalarla da nükleer enerjinin maliyetinin sürekli düşürülmesi gerçekleştirilecek ve enerji sağlama alanında rakipsiz konuma ulaşması söz konusu olacaktır. Esasen bugün bile nükleer enerji fosil yakıtlardan birçok ülkede daha ucuzdur ve reaktör dizaynlarının giderek azalmasıyla daha da ucuzlayacaktır. Sorun olan, nükleer atıkların depolanması konusunda yapılan yeni çalışmalar ve alınan önlemler de giderek çevrecileri tatmin eder hale gelmektedir.
    Bütün bu gelişmelerin ışığında, çevreci endüstri ülkeleri nükleer enerjiye tekrar bel bağlamaya ve bu yönde ciddi politika değişikliklerine gitmeye başlamıştır. Bu bağlamda, dünyanın en büyük elektrik ithalatçısı ve nükleer santralsiz tek büyük Avrupa ülkesi İtalya nükleer enerjiye geçme çalışmaları yaparken Polonya’da da böyle bir yaklaşım belirmiştir. ABD ve Japonya bugüne dek göreceli olarak hafife aldıkları nükleer enerjiyi daha ön plana çıkaracak girişimlerde bulunmaktadır. Doğalgaza giderek bağımlılığı artmakta olan İngiltere de nükleer enerji yaklaşımına ağırlık vermeyi milli politika haline getirmeye hazırlanmaktadır. Güney Afrika, Fransa ve Finlandiya yeni tip reaktörlerin inşası için girişimde bulunmaktadır. Ciddi su kaynakları bulunan Brezilya, hidroelektrik santrallerin yanı sıra uzun vadede nükleer enerjiyi de ön plana çıkaracak çalışmalarda bulunmaktadır. Rusya da iç ve dış pazara dönük olarak nükleer endüstrisini geliştirme çabasındadır. Daha da önemlisi, dünya nüfusunun %40’ını temsil eden Çin ve Hindistan’ın dünyanın en iddialı iki nükleer programını geliştirmeye başlamasıdır. Her iki ülke bu yüzyılın ortalarında en az 250 nükleer santrale sahip olmayı hedeflemiştir.
    DÜNYA URANYUM REZERVLERİ
    Uranyum günümüzde ve görünen gelecekte nükleer enerji üretimi için en akılcı yol olarak gösterilmektedir. Dünya Nükleer Haberler Ajansı’nın verilerine göre, dünyadaki mevcut uranyum rezervi, üretim maliyeti kg başına 40 Doların altında 1.2 milyon ton, 80 Doların altında ise 3.4 milyon tonun üstündedir. Maliyeti 80 Doların üstünde olan rezervler düşünüldüğünde ise, günümüzdeki tüketim miktarıyla, 100 yıldan fazla bir süre uranyum tüketimi karşılanabilecektir. Keşfedilmemiş veya az güvenilir rezervlerle toplam miktarın 10 milyon tonun üstünde olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca nükleerden elektrik enerjisi üreten tesislerde elektrik enerjisi üretim maliyeti içindeki yakıt maliyeti katkısı son derece azdır ve %10-17 düzeyindedir.Yine uranyum fiyatlarının günümüzde düşük seyretmesi, halen uranyuma olan talebin devamını kaçınılmaz kılmaktadır. Ayrıca, nükleer santrallerin bir özelliği de taze yakıtın kolayca depolanabilmesidir. Böylelikle uzun süre yakıt üreticilerine bağlı kalmadan enerji üretimi mümkündür.

    TÜRKİYE VE NÜKLEER HAMMADDE KAYNAKLARI
    Dünyadaki enerji yaklaşımları ve gereksinimler, Türkiye’nin sanayileşmesi ve geleceği için nükleer enerji santralleri kurmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Son 20 yılda ciddi sanayileşme başarısı göstermiş G. Kore’nin 19, Hindistan’ın 14, İspanya’nın 9, küçücük bir ülke olan İsviçre’nin 5 reaktörü olduğu düşünülürse, sanayileşme yolunun ucuz ve dışa bağımlı olmayan enerjiden geçtiği açıktır. Ayrıca, G. Kore’nin 1 adet inşası devam eden ve 8 adet de sipariş vermiş olduğu reaktörler de göz önüne alınırsa, çağdaş ve hızlı sanayileşmede ucuz ve istikrarlı enerjinin önemi bir kez daha ortaya çıkar.
    Dünyanın en pahalı elektriğini kullanan ülkeler arasında olan Türkiye’nin giderek artan petrol ve doğalgaz ithalatı ve bunun stratejik açıdan sakıncaları ortadayken, bugüne kadar bu konuya önem verilmemesi bir ihmal veya art niyet midir sorusunu da bu noktada akla getirmektedir. Bağlantısı yapılan pahalı doğalgaz ve petrol ile boru hatlarının çoğalması konusu tartışılması gereken hususlardır. Kaldı ki ülkemizde nükleer enerji elde etmek için doğal kaynaklar olması da bizim bu enerji türüne yönelmemizi ekonomik ve stratejik açıdan zorlamaktadır.
    Ekonomikliği bugün için sorgulansa bile uranyum ve toryum açısından yerli kaynaklarımızın varlığı gelecekte nükleer enerji kullanımında ülkemiz için bir güvencedir. Nükleer enerjide yakıt maliyetinin toplam üretim maliyeti içindeki yerinin çok az (yaklaşık %10-12) olması ve dünyadaki uranyum stoklarının ve rezervin fazlalığı nedeniyle görünür gelecekte yakıt maliyetinde fazla bir değişim ve artışın beklenmemesi de, ithal uranyum ile bile nükleer enerjiye geçebilmemiz için bizi özendirecek özelliklerdir.
    Yerli kaynaklarımız içinde yaklaşık 9000 ton olan düşük vasıflı uranyumun ekonomik gözükmese yakıt olarak kullanılması, ulusal kaynak olması bakımından değerlendirilmesini söz konusu edebilir. Ayrıca, zaman içinde geliştirilebilecek yeni teknolojilerle sahip olduğumuz bu düşük değerli uranyumun yakıt olarak daha ucuza mal edilmesi de olasıdır. Yine, ülkemizde 380.000 ton tenör ortalaması düşük (yaklaşık %0,2) toryum bulunmaktadır. Türkiye sahip olduğu rezerv ile 1 milyon 306 bin tonluk rezerve sahip Brezilya'dan sonra dünyada ikinci sırada yer alıyor. Toryum nötron ile tepkimeye girdiğinde bölünme ihtimali yok denecek kadar düşüktür. Bundan dolayı günümüzde halen ticari olarak kullanılmamaktadır ve dünyada toryuma dayalı kurulmuş nükleer enerji santrali henüz yoktur. Ancak yakıt çevrimi ile ilgili ABD, Rusya Federasyonu, Almanya, Kanada, Kore ve Japonya’da yürütülen araştırmalar son aşamasına gelmiştir. Japonya, elinde hiç toryum bulunmamasına rağmen, toryumla çalışacak nükleer enerji santrallerine yönelik çalışma yapan ülkelerden biridir. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun da 1980’lerde fosforik asitten uranyum elde edilmesi için yapmış olduğu çalışmalar da üzerinde durulması gereken bir olgudur. Bu tür ve nükleer yakıt elde edilmesi yolundaki çalışmaları yapabilecek bilgi ve birikimin Türkiye’de büyük ölçüde olması, gelecek için öz kaynaklarımız açısından hazırlıklı olduğumuzun ve enerji açısından başka seçeneklere sahip bulunduğumuzun işaretini vermektedir.
    Bu bağlamda, halen, pilot proje çalışmalarını yapan TAEK’e bağlı Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi’nin 1 MW’lık, çalışması 1977’de durdurulan TR-1 Araştırma reaktörü ve 1995’te çalışması durdurulup halen 300 KW’lık çalışma izni olan ve yeniden işletmeye alınma sürecindeki 5 MW’lık TR-2 Araştırma reaktörleri vardır. Ayrıca İTÜ Enerji Enstitüsü’nün işletmede olan 250 KW’lık TRIGA MARK II Araştırma Reaktörü vardır.
    YENİLENEN NÜKLEER SANTRAL HEVESLERİ
    Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere nükleer enerjiye dönük bir yaklaşım çok gerçekçidir ve bunun bu güne kadar gerçekleşememesini ekonomik krizlere de bağlamak olası değildir. Çünkü Türkiye’de son yıllarda hortumlanan ve sokağa atılan veya dışarıya faiz olarak ödenen paralarla onlarca nükleer santralin inşası gerçekleştirilebilirdi. Yine bu konuda, deniz kirliliği ve ormanların yok edilmemesi gibi önemli konularda başarısızlıkları ortada olan çevreci örgütlerin ülkemizde, CO2, SO2 ve NOx emisyonlarına neden olmaması bakımından çok daha temiz kabul edilen bu enerjiye engelleyici bir tavır koyabilmiş olmaları da düşünülemeyeceği gibi, böyle bir tavır gerçekçi de olmaz.
    Enerji Bakanlığı’nın ifadesine göre, 2015’lerde tüketimimizin % 8-10’unu sağlayacak üç adet nükleer santral kurulması planlanmaktadır. İnşaatı yılan hikayesine dönen Akkuyu enerji reaktörünün faaliyete geçirilememesinin yanı sıra, 2000 yılındaki ekonomik krizle beraber yatırım olanaklarının azalması ve buna karşın kısa vadede daha çabuk enerji elde edilmesi için politika değişikliğine gidilmesi, ülkemizi ağırlıklı olarak doğalgaz seçeneğine yöneltmiştir. Böylelikle kısa dönemde, çok hızlı ve göreceli olarak ucuz gibi gözüken bu yatırımlarla, kritik düzeye gelen elektrik enerjisi sağlamada başarılı olunmuşsa da, basında sürekli şekilde izlediğimiz üzere yapılmış olan kötü anlaşmalarla Türkiye’ye uzun vadede çok daha pahalıya mal olacağı anlaşılan doğalgaz dönüşüm santralleri kurulmuştur. Maalesef böylelikle hem halkımız hem de endüstrimiz dünyanın en pahalı elektriğini kullanma durumunda bırakılmıştır. Bu nedenle inşaatı planlanan ve 2015’lerden itibaren 4500 MW’lık nükleer enerji üretmeyi hedefleyen yaklaşım olumlu bir gelişmedir.
    Nükleer enerji karşıtı bazı çevrecilerin iddialarının aksine, nükleer santrallerin çevre ve insana zarar verme riski, günümüzde kullandığımız diğer enerji üretim yöntemlerine göre yok denecek kadar azdır. Bir nükleer santralin çevresinde yaşayan insanlara yüklediği yıllık doz doğal radyasyonun çok altındadır. Ayrıca, bu santraller CO2, SO2 ve NOx emisyonlarına neden olmaz, atık kül üretimi gibi bir sorun da yaratmaz. Her şeyden önemlisi son günlerde basında yer aldığı üzere, insanlarımızın ve çocuklarımızın sağlığına zarar verecek asit yağmurlarına da neden olmaz.
    NÜKLEER GÜÇ VE ASKERİ AMAÇLAR
    Enerji sağlamanın dünyamızda giderek vazgeçilmez yöntemlerden biri olacak nükleer enerji teknolojisinin bir diğer önemi de nükleer güç konumuna gelmede sağlayacağı yararlardır.
    Bugünkü kitle imha silahlarının(KİS) erişmiş olduğu düzeyle silahlanma yarışının ulaştığı tehdit edici boyut bir bakıma geçmişteki dünya savaşları benzeri faciaların oluşmasını engellemiş olması yönünden olumlu ise de yarattığı potansiyel tehlike hala süregelmektedir. Küresel güç olan ABD ve eski küresel güç Rusya’nın yanı sıra bölgesel güç konumundaki bütün ülkelerin nükleer güce sahip olmaları üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Günümüzde bölgesel güç olan veya olma iddiasında bulunan bütün ülkelerin nükleer edinimlerinin olması bunun bir gereklilik mi yoksa rastlantı mı olduğu konusunu gündeme getirmektedir. Kuzey Kore’den başlayıp, Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Pakistan gibi birbirine sınırdaş olan ülkelerin nükleer güç edinim kapasiteleri, ilerde İran’ın da nükleer güç olması durumunda sınırlarımıza kadar uzanan bir “Nükleer Kuşak”ı oluşturacaktır. Bu nükleer kuşağın uzantısı olmaması halinde, 75 milyonun çok üstündeki nüfusuyla, çevresel birçok düşmanlığa açık ve geleceğin olası iklim savaşlarının üstesinden gelmesi gereken bir Türkiye’nin 21. yüzyılda sıkıntıya girmesi ve bölgesel rolünü de oynayamaması söz konusu olabilecektir. Nükleer güç ve caydırıcı bir nükleer korunma şemsiyesi edinimi artık bölgesel güçler için bir koşuldur düşüncesi bizi Türkiye’nin de bu potansiyele erişmesi gereğine inandırmaktadır.
    Ayrıca dünyadaki nükleer envanter ve dünyada büyük askeri gücü olan bütün ülkelerin bu konudaki yaklaşım ve edinimleri bu gereğin önemini arttırmaktadır. 2004 yılı itibariyle dünyada toplam 19500 nükleer bomba vardır.
    Bu bombalara sahip olan ülkelerin hemen hepsi bölgesel ve küresel güç olarak ciddi büyüklükte ordulara sahip olan ülkelerdir. Bir kısmının askeri gücü Türkiye’nin çok altındadır. Yaklaşık 800.000 kişilik bir orduyu besleyen Türkiye bunu bir zorunluluktan yapıyorsa, dünyada bu düzeyde ordu besleyen bütün ülkelerin nükleer güç sahibi olduklarının gerekçelerini araştırmalıdır. Bizi bu boyutta bir konvansiyonel güç tutmaya zorlayan nedenler, taktik ve stratejik nükleer edinimleri de gerektiriyor demektir.
    Nükleer santralleri kurarak, askeri nükleer bir güç olma yolunda adım atma olanağını yakalayacak Türk Devleti’nin, son günlerde sevinerek izlediğimiz uzay teknolojisine dönük çalışmalarının yanı sıra nükleer güç olma konusunu da planlayarak bunu Milli Güvenlik Siyaset Stratejisine dahil etmesinde yarar vardır diye düşünüyoruz. Yine bugün başlasak gerçekleştirilmesi yıllar alacak bu çalışmaların yanı sıra, edinilebilecek bir nükleer gücü taşıyabilecek ve yine caydırıcılık açısından sağlanması kaçınılmaz platformların da geliştirilmesinde, elimizdeki ATACMS(160 km menzilli) taktik füze sistemlerini, 300km. menzille bizi sınırlayan (The Missile Technology Control Regime)anlaşmalarını zorlayarak ve hatta bu sistemleri stratejik platformlar haline getirerek geliştirme çalışmalarına başlanmasında yarar vardır. Böylelikle disiplinli ve dinamik bir orduya sahip bir büyük askeri güç olan, ancak; Doğu, Güney ve Kuzey' indeki komşularının uzun menzilli balistik füzelerine savunma/caydırma amacıyla cevap verecek bir uzun menzilli balistik füze kabiliyetine sahip olmayan ülkemizin bu yeteneğe kavuşması sağlanmış olacaktır.
    Ulusal bütünlüğe karşı yabancı ülkeler tarafından geliştirilen dış tehditlerin boyutlarının genişlemesi ve ülkemizde oluşabilecek olası baskıların hafifletilmesi ve hatta engellenmesi için caydırıcı bu tür mekanizmalara gerek vardır. Güney Amerika ülkesi Brezilya bile hiçbir çevresel tehdidi olmamasına karşın geleceğin nükleer güçleri içinde gösterilmektedir. Özellikle son günlerde, bütün eski müttefiklerimiz diye düşündüğümüz ülkelerin, parlamentolarında Sözde Ermeni Soykırımı ile ilgili kararlar almaları, Kıbrıs konusunda Türkiye’nin iyi niyetli politikasına ve kendi tutulmamış sözlerine karşın alabildiğine hala üzerimize gelmeleri, kötü niyetlerinin ve Sevr paralelindeki amaçlarının kesin belirtisidir. Türkiye karşıtı böylesi kötü emellilere karşı ülkemizi savunmanın daha etkin yolu, yalnız ve yalnız kendimize güvenmemiz, enerji gereksinimimizi daha milli ve devamlılığı olan akılcı kaynaklardan sağlarken bunla entegre olarak, üzerimizde oynanan oyunlara verilebilecek yanıtların çeşitliliğinin misliyle olabileceği mesajıyla çoğaltmamızdır.

    Ali KÜLEBİ - TUSAM - BAŞKANVEKİLİ

  6. #26
    Ehil Üye zeet06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2008
    Mesajlar
    1.022

    Post Nükleerde Abd ve Hindistan ittifakı

    ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve Hindistan Dışişleri Bakanı Pranab Mukherjee, Hindistan ile ABD arasında nükleer işbirliği yapılmasını öngören anlaşmayı Washington'da imzaladı.



    Rice konuyla ilgili yaptığı açıklamada, "Bu ortaklığı, tüm devletlerin sorumlulukları dahilinde uygulayabilecekleri uluslar arası düzende paylaşmak için kullanalım" temennisinde bulundu. Antlaşma 30 yıllık ambargoyu ortadan kaldırırken, Amerikan firmalarının Hindistan'a nükleer yakıt çubuğu satmasını ve nükleer reaktör inşa etmesini mümkün kılıyor. Hindistan da bunun karşılığında sivil amaçlara hizmet eden nükleer tesislerini uluslararası denetçilere açacak.

    WASHINGTON / İHA

  7. #27
    Ehil Üye zeet06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2008
    Mesajlar
    1.022

    Post Pakistan nükleer işbirliği talep etti

    Pakistan nükleer işbirliği talep etti
    ABD ile Hindistan arasında, 30 yıl süren sivil nükleer ticaret yasağını sona erdirerek bu alanda stratejik işbirliğini öngören anlaşmanın dün Amerikan Kongresi tarafından onaylanmasının ardından, Pakistan da ABD ile nükleer işbirliği anlaşması istedi.

    Pakistan Başbakanı Yusuf Rıza Gilani, gazetecilere yaptığı açıklamada, "Şimdi Pakistan'ın da ABD ile sivil nükleer anlaşma isteme hakkı var'' dedi. Gilani, "ayrımcılık yapılmamasını istediklerini" söyledi.

    Hindistan gibi nükleer güce sahip olan Pakistan, ABD Başkanı George Bush yönetiminin Yeni Delhi ile nükleer işbirliği çabalarına karşı çıkıyordu.

    Bush yönetiminin girişimiyle yapılan, iki ülke arasında nükleer alanda stratejik ortaklık öngören anlaşma dün Amerikan Kongresinde onaylandıktan sonra imza için Başkan Bush'a gönderildi.

    Anlaşma, Amerikalı girişimcilerin Hindistan'a nükleer yakıt, nükleer teknoloji ve nükleer reaktör satabilmelerine olanak sağlıyor. Anlaşmaya göre, BM denetçileri Hindistan'ın sivil amaçlı nükleer tesislerini kontrol edebilecek, ancak bu denetim ülkenin askeri amaçlı nükleer tesislerini kapsamayacak.

    Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'nı imzalamayan Hindistan, 1974 yılında ilk nükleer denemesini yaptı. ABD o yıldan beri Hindistan'a nükleer alanda yasak uyguluyordu.

    Anlaşmanın muhalifleri, bunun, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi çabalarına büyük bir darbe olduğunu ve Asya'da nükleer silah yarışını artıracağını kaydediyor.

    Hindistan ile Pakistan 1947'de İngiltere'den bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından üç kez savaştı. Pakistan da ilk nükleer denemesini 1998 yılında yaptı

  8. #28
    Ehil Üye zeet06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2008
    Mesajlar
    1.022

    Post

    Rusya, nükleer gücünü artırıyor

    02 Ekim 2008 17:23

    Rusya, denizaltıdan fırlatılan yeni bir nükleer füzeyi gelecek yıl konuşlandırmayı planlıyor. Moskova'nın planının, nükleer vurucu gücünü artırma kararlılığının işareti olarak değerlendiriliyor. Rus silahlı kuvvetleri teçhizat sorumlusu Albay Vladimir Popovkin, Savunma Bakanlığının yayın organı "Kızıl Yıldız"a yaptığı açıklamada, Rusya'nın Gürcistan ile önceki ay girdiği savaşın "kendilerini, silahlı kuvvetlerinin halihazırdaki durumunu yeniden değerlendirmeye ve nasıl geliştireceklerini düşünmeye zorladığını" ifade etti. Moskova'nın yeni nükleer füze konuşlandırma planının, nükleer vurucu gücünü artırma kararlılığının işareti olarak değerlendiriliyor. Rusya'nın gelecek yıl konuşlandırmayı planladığı denizaltıdan atılan uzun menzilli nükleer "Bulava" tipi füze, karadan atılan Topol-M tipi füzenin geliştirilmiş versiyonu olarak biliniyor. Rus donanması en son 18 Eylülde başarılı Bulava denemesi yaptığını açıklamıştı. Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev ve Başbakan Vladimir Putin, Rusya'nın ek kaynaklarla yeni yüksek teknoloji silahlar alarak askeri gücünü artırma taahhüdünde bulunmuştu. Putin dün de gelecek yıl askeri harcamalar için 3,1 milyar dolarlık ek harcama yapılacağını bildirmişti.
    Ek bütçeyle kısmen Gürcistan savaşında kullanılan teçhizatın da yerine konmasının planlandığı kaydediliyor.
    AA

  9. #29
    Ehil Üye zeet06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2008
    Mesajlar
    1.022

    Standart ABD'den İncirlik'te nükleer tehlike itirafı

    WASHINGTON - ABD Hava Kuvvetleri’nin raporuna göre, ABD ordusunun Almanya, Hollanda, Belçika, İtalya, İngiltere ve Türkiye’deki üslerde toplam 250’ye yakın nükleer savaş başlığı bulunuyor. Adana’daki İncirlik Üssü’ndeki nükleer başlık sayısının 50 ila 90 kadar olduğu düşünülüyor.Raporda, bu üslerdeki depolarda gerekli güvenlik standartlarına uyulmadığı belirtiliyor.

    Raporu yorumlayan uzmanlar, depolarda yapı, ışıklandırma ve güvenlik sistemleri konusunda ciddi eksikler görüldüğünü, personelin de deneyimsiz olduğunu vurguluyor. ABD ordusunun İngiltere’deki 110 savaş başlığını geçen günlerde çekmesinin altında da bu güvenlik kaygılarının yattığı iddia ediliyor.

    http://www.turkcebilgi.net/haberler/...fi-237736.html

  10. #30
    Ehil Üye zeet06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2008
    Mesajlar
    1.022

    Post Japonya'yı karıştıran nükleer gemi

    Amerikan ordusunun nükleer uçak gemisi "USS George Washington"un gelecek olması, ilk atom bombasının kurbanı olan Japonya'yı karıştırdı.

    "USS George Washington", perşembe günü Tokyo yakınlarındaki Yokosuka limanına demirleyerek, bir Japon limanına yanaşan ilk nükleer uçak gemisi olacak.

    Amerikan ordusu, yıllardır Japonya'da demirli dizel motorlu "Kitty Hawk" uçak gemisinin yerini alacak gemiyi gönderme kararını, Doğu Asya'da hüküm süren gerilime bağlıyor.

    Gemide iki nükleer reaktör bulunuyor. Denizde 18 yıl boyunca yetecek enerjiye sahip gemide 70 uçak görev yapıyor.
    Muhalifler, geminin gelişini "selamlamak" için perşembe günü gösteri yapacak. Amerikan üssü Yokosuka yakınlarında geçen pazar da gösteri yapılmıştı.

    Amerikan uçak gemisinin gelişine karşı çıkan bir grubun sözcülerinden Tamio Eda, "nükleer reaktörlere sahip bir geminin bu denli kalabalık nüfusa sahip bir bölgeye ilk kez geldiğine" işaret etti ve "Gelmeseydi herkes için daha iyi olurdu. Şimdi muhtemel bir nükleer kazaya karşı hazırlıklı olmalıyız" dedi.

    Tokyo ve civarında 35 milyon kişi yaşıyor. Başka bir muhalif grubun yetkilisi Masahiko Goto da hükümeti suçladı ve "Hükümetin halkın endişelerini hiçe sayması tam bir rezalet..." dedi ve uçak gemisini istemediklerini bıkmadan usanmadan haykıracaklarını söyledi.

    Japon halkının radyasyon korkusu, hükümetin bir Amerikan nükleer denizaltısının iki yıl içinde denize radyoaktif su bıraktığını ağustosta açıklamasıyla nüksetmişti. Amerikan donanması, bu atık suyun halk sağlığı açısından zararlı olmadığına dair teminat vermişti.

    Japon anayasası, askeri amaçla nükleer teknoloji geliştirmeyi yasaklıyor ama ülkede birçok sivil nükleer santral var. Yakın geçmişte meydana gelen santral arızaları da halkın nükleere güvenini zedelemiş bulunuyor.

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Intel'den Nükleer Savaşa Bile Dayanıklı GPU-Grafik Process Unit-
    By zeet06 in forum Bilgisayar ve İnternet Sorunları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10.11.08, 20:27

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0