ZULME BOYUN EĞMEYEN KAHRAMAN MEHMET KAYALAR’ın Üstad'la tanışması 1950 yılında Bingöl’de görevliyken gerçekleşir, Emirdağ’da kendisini kapıda karşılayan Zübeyir Gündüzalp, Üstad’ın rahatsızlığı sebebiyle on beş günden beri kimseyle görüşmediğini söyler. içinde Üstad’la görüşme heyecanı dalga dalga olan Kayalar, “Lütfen bir haber verin, Bingöl’den Yüzbaşı Mehmed Kayalar deyiverin, şayet kabul etmezse geri dönerim!” der.
Zübeyir Gündiizalp, Üstadın huzuruna girer ve durumu bildirir, Üstad, Kayalar ismini duyar duymaz, yattığı yerden doğrulur, adeta yeniden canlanır. “Hemen çağır, gelsin!” der. Huzura girip göz göze geldiklerinde Üstad’ın hastalığından adeta eser kalmaz ve bu kahraman talebesini ayakta karşılar. Pehlivan yapılı Kayaları Öyle sıkı bir şekilde kucaklar ki, Üstadın zayıf-nahif kolları arasında Kayalar adeta mengeneye tutulmuş gibi kaburgalarının birbirine geçtiğini hisseder. Ardından iliklerine kadar vücudunu müthiş bir heyecan dalgası kaplar, dizleri titrer ve dili tutulur. Kendinden yüksek rütbeli subayların, Önünde titrediği Kayalar, şimdi asrın maneviyat kumandanının önünde titrer. Üstad, ondaki bu manevî hali hisseder ve başım iki eli arasına alarak göğsüne bastırır, bir müddet öylece tuttuktan sonra bırakır. Böyle manevî bir ame*liyattan sonra Kayalar kendine gelebilir.
Bu görüşmede Üstad’ın kendisine ilk sorduğu şeyin annesiyle ilgili olması da manidardır. Üstad, “Annen nasıldır?” der. Bu, Kayaları yetiştiren ve Nur hizmetine hazırlayan o muh*terem varlığa bir minnet borcu gibidir.
Bu ilk ziyaretinde Üstad kendisini üç gün üç gece yanında misafir eder. Bazen diğer talebelerin yanında, bazen hususi odasında kendisine özel dersler verir, Zübeyir’e, “Misafire iyi bak ve ikramda bulun!” diye tembihte bulunur. Bu sohbetler, Kayalar’ın ruhunda var olan İslam! hamiyet ve gayreti ateşleyen bir sır olur. Zira Üstad onu henüz 17 yaşlarında bir gençken ileride hizmetinde olacak “Sarıklı Genç’lerden biri olarak gayb-aşina gözüyle gördüğünü ifade eder,
“Kardeşim Mehmed, Yirmi Sekizinci Mektup’ta Hulusi’nin bir rüya tabiri var. Demiştim ki: ‘İleride bir genç kuvve-i ve*layetle daireye girecek.’ Ben o tabiri yaparken senin şahsiyetin karşıma çıkmıştı!” diyerek onu büyük hizmet hedefine doğru sevk eder.
“Kardeşim Mehmed, hususan benim Diyarbakır’a gitmem lazımken, bu vazife şimdi size verildi. Gidip orada Nur hizmetine başlayın!” demesi, manevî kumandan tarafından kendisi*ne cephe ve hedefinin tayini olur.
Ertesi sabah ayrılırken Üstad, bir yandan askerî vazifesini nazara alarak, diğer yandan ondaki cevval ruhun hakikatleri pervasızca açıklama iştiyakı içinde olduğunu fark ederek, “Mehmed Bey, Hz. Ali (r.a.) Kaside-i Celcelûtiye’de sırran te- nevveret’ diye bu zamanda bu hizmetin tarzına dikkat çekiyor. Bu noktaya da dikkat edersiniz!” diyerek kendisini yolcu eder.
Üstad’la Tanıştıktan kısa bir müddet sonra tayini Di*yarbakır Askerlik Şubesi Başkanlığına yapılır, Kayalar’ın hamiyet, himmet ve şecaati, yerinde durmasına müsaade etmez. Allah'ın kendisine verdiği kabiliyetlerin Risale-i Nuru yaymak için olduğuna inanır. Diyarbakır’da iman bayrağını haşmetle dalgalandırmaya başlan önceleri kahvelerde' resmî elbisesiyle sohbet eder, Üstad’ı anlatır. Büyük ilgi toplar. “Bir yüzbaşı hiç çekinmeden din iman diye anlatıyor!” diye'dilden dile yayılır. Halkın çoğu merakla onu görmek için gelir, Sohbetini dinledikten sonra nasibi olanlar Nurlarla tanışır, bu arada Şark Otelinin bir bölümünde sohbete devam eder. Daha sonra evlerde ders yapmaya başlar. Ulu Cami başta olmak üzere Diyarbakır’ın en merkezî camilerini Nurların tebliğine vasıta yapar. Çünkü ona göre bu gerçeğin giz*lenecek, saklanacak bir tarafı yoktur. İnsanlığın mutlaka bu hakikatlerden haberdar edilmesi gerekir.
Özellikle Şeyh Said Hadisesi sebebiyle sindirilmiş insanların mekânı olan Diyarbakır, onun açtığı manevî cihat bayrağı altında günden güne korku perdelerini üzerinden atar. Kendisinden önce Diyarbakır da yedi sekiz kişi kadar olan Nur talebeleri haftada bir, çekine çekine evlerde ders yaparlar. Kayalar bir müddet bu derslere de katılır. Fakat her dersten sonra haftaya dersin kimde yapılacağına sıra geldiğinde insanların üzerindeki çekingenliği görünce, cesur yüzbaşı ayağa kalkar ve cemaate şöyle hitap eder:
“Kardeşlerim, bundan böyle dersi üzerime alıyorum, artık Risale-i Nur dersleri benim evimde olacaktır. Herkes hiç çekinmeden, rahatlıkla gelebilir ve istediğini de derse getirebilir!”
Önceleri sayıları beş-on kişiyi geçmeyen dersler, Kayaların evinde başladıktan sonra hızla artmaya başlar. Heyecanlı ve cazibeli olan bu derslere katılanlar arttıkça salon almamaya, bahçeye taşmaya başlar. Hatta derse katılanların sayısının beş yüzlere, binlere çıktığı olur.
Artık Kayalar’ın Diyarbakır’daki evi, Nurun faal bir merkezi haline gelir. Kayalar bir yandan Risale-i Nuru Kuran hattıyla yazıp yazdırırken, diğer yandan Latin harfleriyle okuyup okutmaya devam eder. İhtiyaç duyulan çevre il ve ilçelere de eserleri ulaştırır. İnsanların istifade ettiğini gördükçe artan bir şevk ve gayretle Nurlara sarılır. Artık Risale-i Nur, Kayaların hayatının gayesi haline gelir. Varlığının en mühim sebebini onları okumak ve okutmak bilir. Nurları okumak, muhtaç olanlara duyurmak onun kara sevdası haline gelir. Bediüzzaman’ın, “Eğer Şark’ta Mehmed Kayalar ve Hulusi Bey olmasaydı, ben gitmeye mecbur olurdum” demesindeki sırra mazhar olur.
Böylece Kayalar, Şark’ta Üstad adına hizmet gören bir vekili ve sindirilmiş halkın üzerinden korkuyu kaldıran cesur bir nokta-i istinadı olur. Kayalar, Üstad’ı ziyaretten ayrılıp Diyarbakır’a gelişini ve o zamanki hissiyatını şöyle anlatır:
“Üstad’ımın İmam-ı Ali’ye (r.a.) atfen söylediği sırran te- nevveret’ sözü, Diyarbakır’a gelene kadar beni meşgul etti. Hep düşündüm. Bir hakikati hakikat olarak bileceksin, göreceksin, ama açıkça ilan edemeyeceksin, gizli kapalı kalacak! Bu benim fıtratıma uymuyordu. Diyarbakır’a geldiğimde Hz. Ali'nin Celcelûtiye sindeki sırran tenevveret’ ibaresinin ebced hesabıyla dökümünü yaptım. Tam 1950 ye isabet ettiğini gördüm. Hemen bunu Üstada bir mektupla bildirdim, ‘Üstad’ım, üç gün üç gece misafir ettiniz. Çok ders ve tavsiyelerde bulundunuz. Bütün ders ve tavsiyeleriniz başım gözüm üstüne. Fakat Hz. Ali’nin Celcelûtiye’sindeki sırran tenevveret’ cümlesi yaptığım hesaba göre 1950’ye isabet ediyor. Biz de şimdi 1950’nin tam içindeyiz. Benim fıtratım hakikati gizlemeye razı olmuyor. Bu yüzden sırran tenevveret’i cehren tenevveret’ olarak algılıyorum, Üstad’ım bu işin artık gizlenecek tarafı kalmadı, bu gerçeği ilan etmek zamanıdır!’ diye yazdım, gönderdim. Üstad’dan gelen cevabî mektupta, ‘Barekallah Mehmed kardeşim, sen serbestsin!’ diyordu.”
Üstad’dan gelen cevap üzerine Kayalar, kendine mahsus tavrıyla iman hakikatlerini her vesileyle ve her yerde ilan eder. Bu arada Üstad’la sürekli irtibat halinde olur.