Said Nursi 50 yıldır orduyla alakadardı
02 Ağustos 2011 / 23:52
Bursa’da iman ve Kur’an hizmetleriyle ilgilenen, Bediüzzaman Said Nursi ile görüşmüş Ali Çakmak Risale Haber’e konuştu


Röportaj: Abdurrahman Iraz-RİSALEHABER

Bursa’da iman ve Kur’an hizmetleriyle ilgilenen, Bediüzzaman Said Nursi ile görüşmüş Son Şahitlerden Ali Çakmak Risale Haber’e konuştu.

BABAM, NAMAZI TERK ETMEYEYİM DİYE BENİ OKULA GÖNDERMEDİ

Sizi sizden dinleyelim…

1925 yılında Tavşanlı'da doğdum. Düzenli bir tahsilim yok. Ancak babam çok salavetli, iman sahibi birisiydi. Çok fakirdi. Beni okula vermedi. Vermeyişinin bir nedeni de okula giden talebelerin abdesti, namazı terk etmesiydi. Küçük yaşta bana Kur'an öğretti, Kur'an okuttu. Daha ben dört-beş yaşındayken Kur'anı hatmetmiştim. Sonra kendisinin yanında çalışmak suretiyle Kur'an okumaya da devam ettim. Bu arada kendi gayretimle, çalışmamla, okula devam eden bir akrabamın kitap ve derslerinden istifade ederek, kendi kendimi yetiştirmeye çalıştım. Öyle ki ortaokul talebesinin vereceği sınav düzeyine gelmiştim. Bu suretle devam ederken, Tavşanlı'da benim de hocam olan hafız Abdurrahman isminde birisi, akrabalarımın da içinde bulunduğu sekiz-on kişilik bir guruba hafızlık eğitimi vermeye başladı. Cumhuriyet devrinin ilk hafızları... 1935 yıllarında... Ben de Kur'an okumayı bildiğim için, hafızlığa başlamak istedim. Babam beni camiye götürüyordu, imamın okuduğunu ezberleyip geliyordum. Böyle bir hafızam vardı... Bundan da istifade etmek suretiyle, başka bir hocam beni de hafızlığa başlattı. 3 Mart 1937'de... 13 ayda Kur'anı Kerim'i hıfzettim. Hafız oldum ki bu çok nadirdir böyle...

BİR GÜNDE ÜÇ İŞTE ÇALIŞARAK HAFIZLIĞA ÇALIŞIYORDUM

Hafız olmanız nedeniyle bir çok şeyi hafızanızda tutmanız çok normal. Fakat 3 Mart 1937 şeklinde bir tarih verdiniz. Bu tarihi hafızanızda bu kadar net tutmanızın nedeni nedir?

Şimdi bu hayatımda çok büyük bir dönüm noktasıdır. Hafızlığı çok istiyordum. Hatta ısrarla hocama haberler gönderdiğim halde hocam başlatmıyordu. Çünkü tecrübelerine dayanarak beni önce pişirip, sonra başlatmayı arzuluyordu. Böyle bir zaman geçti. Nihayet dediğim tarihte hatta günü de aklımdadır. 3 Mart 1937 Çarşamba günü hocam yanına çağırdı. Ben bazı sayfaları ezberlemiştim zaten başlayacağım diye. O da beni hazır buldu. Ve hafızlığa başladık. 13 ayda da bitirdik elhamdülillah. Babam rahatsız, hastaydı. Çalışmama ihtiyacı vardı. Yanında beni çalıştırıyordu. Kunduracıydı babam. Sonra amcam vardı. O da rahatsız oldu. O da leblebiciydi. Tavşanlı malum... Ben hem babamın, hem de amcamın yanında çalışıyordum. Hem de hafızlığa çalışıyordum. Bir günde üç iş birden... Çok yoğun bir şekilde ta 1944 yılına kadar devam ettik. O sene 21 yaşında askere gittim. Bir yaş büyük yazılmış nüfusta, bir yaş da yanlış yazılmış. 1942 senesinde askere gitmem lazımken, 44 senesinde gittim. Doğumum aslında 1923'tür ama nüfusta 1925 görünüyor. O zaman ikinci cihan harbi olduğu için, biliyorsunuz Kur'an okumak yasak. Kur'an okutmak yasak. Bir de sefer olduğu için, muhabere askeriydim. Daha askere gitmeden Mors alfabesini öğrenmiştim. Telgraf dili yani. Büyük bir şevkle asker olmak istiyorum. Neyse askere gittim. Ama bildiğiniz gibi askerde namaz kılmak çok zor. Namaz kılacak yer bulamıyoruz askerlikte.

CENAB-I HAK BANA NAMAZI BIRAKTIRMADI

Askerliği nerede yaptınız?

Muğla'da yaptım. 330 kişiden oluşuyor bölüğümüz... Beraber kura çektiğimiz 83 kişiden sadece 3 kişi namaz kılıyorduk. O iki kişi de bıraktı. Tek kaldım. Ama Cenab-ı Hak bana namazı bıraktırmadı. Çok zorluklara rağmen devam ettim. Elhamdülillah askerde bir zaman geldi otuzbeş- kırk kişiyle namaz kılınıyordu. O zamanlar Risale-i Nurlar elime geçmiş olsaydı daha başka olurdu...

RİSALE-İ NUR BENİ BULDU, BEN ONU BULMADIM

Risale-i Nurları nasıl tanıdınız?

1947 yılında askerden döndüm. 1945 yılında çok partili döneme geçmiştik. Bu nedenle neşriyatta biraz İslami yazılar yazılmaya başlamıştı. Bazı mecmualar çıkıyordu. Bunlardan biri de Büyük Doğu... Şevkle Büyük Doğu'yu sürekli okumaya başladım. 1948 yılına kadar takip ettim. O sene Üstad Afyon'da hapishanedeymiş. Medrese-i Yusufiyedeymiş yani.
O sırada benim yaşımda cemaatle camide namaz kılan yoktu. Onun için de bütün ihtiyarlar bana hürmet eder, ayağa kalkarlardı. Ben utanırdım. O sırada komşularımızdan emekli bir öğretmen Mustafa Diler adında, bir gün bizim evin önünden geçerken bana, “Hafızım, hafızım, şu kitabı oku” diyerek bana bir kitap verdi. Basımı Osmanlıca ama ne kabuğu var, ne ismi var. ne kitabı olduğunu bilmiyorum ama aldım bitirinceye kadar okudum. Hiçbir şey anlamıyorum ama bırakamıyorum. Ne olduğunu bilmiyorum.

Bir arkadaşıma gittim. Terziydi. O çalıştı, ben bir kez de onun yanında okudum. O da öyle tesir altında kaldı. Sonra öğrendik ki Ayetel Kübra’ymış... İlk defa Risale-i Nur beni buldu, ben onu bulmadım. Sonra anladım ki üç kişi beraber medrese-i yusufiyede kalmışlar. Tavşanlı müftüsü, tavşanlı vaizi, bir de kütüphane müdürü... Üç kişi... Bana kitap veren zat da onların arkadaşı... Allahu alem, “Benim elimde bu kitap bulunmasın” diye bana veriyor. Ama ne maksatla vermiş olursa olsun, Allah ebeden razı olsun. Böylece ne kadar neşredilmiş risale varsa hepsini Eskişehir'den temin ettim. Tavşanlı'da yoktu. Orada bir arkadaşım vasıtasıyla elde daktiloyla yazılmış, teksirle çoğaltılmış ne kadar Nur varsa hepsini elde ettim.

O sıralar Tavşanlı işçi muhiti... Kömürden dolayı çok işçi vardı. Dükkanım istimlak edildi. 1950 senelerinde... İşletmeye müracaat ettim ama beni işe almadılar. Almamaları çok şaşırtıcı... 25 bin işçi var, ben oranın yerlisiyim, çok da taraftarlar var, buna rağmen almıyorlar. Almayışlarının sırrı da Cenab-ı Hak aldırmıyor. Çünkü işe alınsaydım, oralarda kalacaktım. Şimdi Cenab-ı Hak bana nasip etti hafız oldum ama Rabbim bana ne ses vermiş, ne de makam vermiş... Üstadımızın buyurduğu gibi, “Bazen adem-i nimet, nimettir” diyor. Yani sesimin olmayışı beni Bursa'lara attı.

NECİP FAZIL’LA BERABER BURSA’DA BÜYÜK DOĞU’NUN ŞUBESİNİ AÇTIK

Yani sesiniz güzel olsaydı orada kalacaktınız?

Orada kalacaktım tabi. Şimdi Cumhuriyet döneminin ilk hafızları olduğumuz için kıymetliydik... Kimse kalmadı o esnada, her biri bir vazife aldı. Ben hafız olmuşum ama iki satır Kur’an okuyup başkalarını istifade ettiremiyorum. Fakat içimde de bir eziklik var. Mesuliyet hissediyorum. Üstadla beraber hapse giren müftü bize Arapça öğretiyordu. Derste bir hadise oldu. Bir kelime sordu. Ben cevap verdim. Benim cevabıma bir şey demedi. Başkalarına sordu. O anda bu hal benim gençlik hissiyatıma dokundu. Çok ağır geldi bana. Çıktım bir arkadaşla beraber. -Yakın bir zamanda vefat etti Allah rahmet etsin.- Tavşanlı'da gece bir yere geldik. Dedim, “Cenab-ı Hak bana hıfz nasip etti. Fakat ben Müslümanlara faydalı olamıyorum. Öyleyse ben gideceğim. Kur'anın hakaikını öğrenip onunla insanlara faydalı olacağım.” Eşref saatine denk gelmiş. Ne kadar uğraştılarsa benim orada çalışmam için hiç kimse muvaffak olamadı. Yani girmek istiyorum işe ama şartlar koyuyorlar ortaya. O şartlarda çalışmak mümkün değil.

O sırada benim 3 senelik asker arkadaşlarım var Bursa'dan. Büyük Doğu'cular var. Bana bir mektup yollamışlar. Bursa'yı gezdirmek istiyorlar. Bir de dediler ki bankada Osmanlıca bilen birini çalışmak üzere arıyorlar. “Ben bankada çalışmam. Mesleğimle alakalı bir şey bulursanız gelirim” dedim. Onlar da Bursa'da bir yerle anlaşmışlar. Beni çağırdılar böylece. 1952 senesinde Bursa'ya geldim. Bütün o arkadaşlarla görüştüm. Çünkü bende teşkilatçılık vardı. O sebeple Büyük Doğu'nun üç tane şubesinden birisini açtım o zaman. Necip Fazılla beraber... Beni çok severdi. Nihayet Bursa'ya geldim. Leblebicinin biriyle anlaştık. Gittik. Şimdi iki çocuğum var, ailem var, iki kardeşim var, annem var... Hepsinin yükü bende... Hep beraber Bursa'ya geliyoruz. Delilik yani. O zaman haftada 25 lira alıyorum. Bu parayla bu kadar kişiyi Bursa'da idare edeceğim. Fakat Cenab-ı Hak sevk ediyor. Normal şartlarda gelmemiz mümkün değil. Gelemeyiz de zaten. İşte buradan anlaşıp döndüğümde işletmeden iş başvurusu yaptığım yerle ilgilenen arkadaşlar, “Gel, senin işi hallettik” dediler. “Ben de hallettim, Bursa'ya gidiyorum” dedim. Çok şaşırdılar. Cenab-ı Hakkın hikmeti çalışıyor. Böylece Rabbimiz bizi Bursa'ya getirdi. Fakat o zamanki o şartlardaki çalışma hayatım, şimdiki saadetli hayatımın sebebi...

İLK KARŞILAŞTIĞIM NUR TALEBESİ İSE MUZAFFER ASLAN AĞABEY OLDU

Bursa'ya geldiğinizde Risale-i Nurları tanıyordunuz. Peki kendinize Nur Talebesi diyebiliyor muydunuz?

Hayır. Diyemiyordum. Çünkü baştan anlatmayı unuttum. Beni okula göndermediler. Ve babam bana yeni yazıyı yasak etti. Ama ben gizli gizli öğrenmek suretiyle yeni yazıyı okudum. Onun için sadece çöp tenekelerinden atılmış okul kitapları topladım. Beş-on kuruş verip kitap alacak imkanım yoktu. Böylece elime geçen kitapları kendi çabamla okuyordum. Bursa'ya gelince okumaya başladım. Gençlik Rehberi var elimde. Zühretünnur var. Daktiloyla çoğaltılmış. Fakat albenisi olmadığı için, kime versem, kitabı geri getiriyor. Hem çalışıyorum. Hem de okumayagayret ediyorum. Ama Emir Sultan'da, Çınaraltı’nda evlerimizde hep anlatmaya çalışıyorum Risaleleri. Yani kitap sevgisi benimkisi. Henüz Nurculuk nedir bilmiyorum. İlk karşılaştığım Nur talebesi ise Muzaffer Aslan ağabey oldu. Bursa'ya gelmiş. Orhan Camisinin önüne sergi açmış. Sadece İşaratül icaz tefsiri ve teksir makinesi var. Onu görünce bavuluyla beraber dükkanıma götürdüm Elhamdülillah. O anki hissiyatımı hala yaşıyorum. O sıkıntılı zamanda hep okumaya devam ettik. Zaten Üstad Hazretleri de basılmasına izin verdi sonradan. Muzaffer ağabeyin mahkemeleri olmuştu o sırada. Biz onunla sohbet ettik. Hatıralarını anlatıyordu. Derslere gittik beraber. Daha sonra çok defalar geldi gitti Bursa'ya. Hep Mehdi ve Deccalden bahsederdi.

BEDİÜZZAMAN’I SORMAK TEHLİKELİ

İlginç bir tevafuktur. Ben de Muzaffer ağabeyle ilk olarak Bursa'da tanıştım. İstanbul'da yaşıyordu ama burada tanıdım...

Gelip gidiyordu sürekli zaten. Kalmıyordu burada. Neyse biz elimizdekilerle iktifa ediyoruz. Okuyoruz devamlı. Daha sonra 1955 yılında matbu olarak basılmaya başladı risaleler. İlk Sözler basıldı. Benim dükkanım vardı. Oraya geldi ilk Sözler. O sırada Araba Yatağı köyünde birisine küçük bir risale vermişler. Okuyunca içi yanmış. Bir mürşid arar durumdaymış. Acaba bunun arkası nerede? Kimde var? Kimseye de soramıyor. Risale-i Nur okumak, Bediüzzaman’ı sormak tehlikeli o zaman tabi. İstanbul'dan Ahmet Aytemur, Mehmet Fırıncı, Mehmet Emin Birinci, Ankara'dan Said Özdemir çıkan risaleleri bana yolluyorlardı. Bir gece o zat Üstad'ı görüyor rüyasında. Benim dükkan Tomruk Hanı’ndaydı. Diyor ki, “Tomruk Hanı'na git. Ali'den Sözleri al.” Adam sabah namazından sonra geldi. Ağlaya ağlaya Sözler'i aldı gitti. Daha sonra büyük bir yangında o dükkanım yandı.

O zaman Üstadı henüz ilmelyakin ile biliyordum. Yani ismen tanıyordum. Hatta Ahmet Urfalı vardı. Perşembe günleri buraya gelirdi. Üstad Hazretlerinden selam getirirdi. Şimdi Muzaffer Erdem kayınbiraderinin evine gelmiş Bursa'ya. Bahçede çocuklar oyun oynarken, birbirlerine “Nur, nur, nur” diye sesleniyorlar. Kayınbiraderi diyor ki, “Bu Nur kim?” Komşunun kızı diyorlar. Mühendisin kızı Naciye Nur... O zaman Muzaffer Erdem o mühendisi bulup, benim dükkana getiriyor. Böylece tanıştık bir çok kişiyle. Daha sonra Mehmet Emin Birinci, Mehmet Fırıncı ve Mustafa Sungur ağabeyle de tanıştım. Hatta bizim eve ailece gelirlerdi.

Mehmet Fırıncı ağabey İstanbul'da bakıyor ki Bursa'dan hiç ses çıkmıyor. Her taraftan haber geliyor Nurlar hakkında ama buradan ses çıkmıyor. O da niyet ediyor, “Gidip Bursa'da seyyar börek arabasıyla dolaşıp Nurları neşredeyim” diye. Geldi benimle tanışınca, “Ekmeğime mani oldunuz” dedi şakayla. Allah razı olsun onlardan çok istifade ettim.

O ZAMAN NURCULARDAN BAŞKA KİMSE YOK

Bursa'daki İlk Nur Talebesi siz misiniz?

Ben ilk geldiğimde Ali Akdağ isminde biri vardı. O da Aydınlı. Burada komşu olduk onunla. Daha sonra siyasete karıştı. Bana Birinci Sözü vermişti, yeni yazılmış. O gün telefon ettiler bana. Atıf Ural'dan almışlar adresimi. Adnan Menderes aleyhine bir şey neşredilmiş. Bana yollayacaklar. A. Çakmak yazılı üstünde. O zaman Nurculardan başka kimse yok. Bunu kim yapar? Baskın yapılınca bu mecmua ortaya çıkıyor. Bursa'da Ali Çakmak diyerek bana telefon ettiler. Ben de Ali ağabeye dedim bu sende dursun. Benim dükkanda bir sürü birikmiş mecmualarım filan var eve de götüremiyorum. Baskın oluyor. Tanıdıklara götürüyorum. Bir baskın haberinde götürün bunları diyorum ama koyacak yer bulamıyoruz. O sözleri ona geri verdim. “Jandarma gelip gitsin sonra ver” dedim. “Korktu da verdi” demiş. Allah rahmet eylesin. Hakikaten geldiler bastılar evi yani.

HAYATIMIN UNUTAMAYACAĞIM DAKİKALARI

Bediüzzaman’la nasıl görüştünüz?

Şimdi ben Bursa'daydım ama Bediüzzaman'ı ziyaret etme imkanım yoktu. Çünkü nüfus kalabalık. 25 lira haftalıkla çalışıyorum. Bir gün çalışmasam ekmek yok. Gitme imkanım yok. Düşünemiyorum bile gitmeyi. Böyle devam ederken, yangın çıktı ve dükkanım yandı. O da çok hadiseli oldu. Böylece buradaki dokumacı arkadaşlar vasıtasıyla kumaş alıp satmaya başladım. Kütahya, Eskişehir, Tavşanlı'ya kumaş götürüyordum. Bandırma, Balıkesir derken bir ara da Ankara'ya gittim. Bir gece kaldım. Orada bana bir mektup verdiler. Üstad'dan her beş günde bir mektup gelirmiş. Baktım lahika mektubunda, “Ben hastayım. Beni ziyarete gelmeyin. Her risale bir Said'dir. Benimle değil de Kur'ani olan Üstadınız benden on defa daha faydalıdır” diyordu.

Tarih 13 Haziran 1958... 14 Haziran'da Ankara'dan çıktım. O mektup da cebimde. Dedim, “Dur buraya kadar gelmişken, Emirdağ'da Üstad'ı ziyaret edeyim.” Eskişehir'de indim. Emirdağ'a gittim ama kimin yanına vardıysam, benden kaçıyordu. Mehmet Çalışkan'ın dükkanını kimden soracağım? Bir adama sordum sonunda. Söyledi ama hemen gitti. Tabelalara bakarak dükkanı buldum bu defa da dükkan kapalı. Komşusu dedi ki, “Diğer çarşıda Osman'ın dükkanı var, ağabeyi...” Oraya gittim. Bakkal dükkanı... 25 yaşlarında bir delikanlı var. Sonra öğrendim ki, İhsan Çalışkan ağabeymiş. “Ben Bursa'dan geliyorum. Üstad'ı ziyaret etmek istiyorum” dedim. “Üstad hasta. Kimseyi kabul edemiyor. Ancak anahtar Mustafa Acet'te...” O nerede? “Falanca caminin imamı” dedi. Gittim. O camide namaz kıldıktan sonra, -Allah rahmet etsin- Mustafa Acet'e de Üstadı ziyaret etmek istediğimi söyledim. “Üstad hasta. Sesi çıkmıyor. Halep'ten, Van'dan gelen herkes otelde bekliyor. Sen Osman'ın dükkanında bekle. Ben Üstada haber vereyim” dedi. Gitti. Ben de bakkal dükkanında bekliyorum. Ki hayatımın unutamayacağım dakikaları yani. Vakit geçmiyor. Dakikalar saat oldu. Öleceğim gibi bir his var içimde.

BURSA KADINLARI BİD'ATLARDAN MAHFUZ KALMIŞTIR

“Bir haber alayım da öyle öleyim” diyorum. “Evet” kelimesi hayal. Ümidim yok ama bir ara Ahmet Urfalı geldi. “Bursa'dan gelen siz misiniz?” dedi. “Evet” dedim. “Üstad sizi bekliyor” dedi ve yürüdü. Tarifi imkansız bir hale girdim. On metre arkasından ben de takip ettim. Bir eve girdi, arkasından ben de girdim. Ahşap bir ev... Eşya namına hiç bir şey yok. Merdivenlerden çıktık. Bir kapı açıldı. Mustafa Acet “Gel kardeşim” dedi. Girdim içeri. Üstad yatak üzerinde yarım yatıyormuş. Ben girince kalktı, doğruldu. Elini öptüm. Eli yumuşacık... Uzun parmakları var. Beyaz bir cüppe var üstünde. Çağla renginde bir sarık var başında. Saçları hem kulaklarının üstünden hem arkasında omuzlarına dek düşmüş. Yüzü pembe ve tek kırışık yok. Gözlerine bakmak mümkün değil zaten. Elimi tuttu. Beni yere oturttu. Fakat sesi hiç çıkmıyor. Mustafa Acet'i çağırdı. “Sen vasıta ol, benim sesim çıkmıyor” dedi. Sonra, “Adın ne?” diye sordu. “Ali Çakmak” dedim. “Annen, baban hayatta mı?” dedi. Vefat ettiklerini söyledim. Nerelisin? dedi. “Tavşanlılıyım, Bursa'dan geliyorum” dedim. “Bir zamanlar Konya ehli tahkik'in merkeziydi. Bursa ehl-i tahkikin merkeziydi” dedi.

Sonradan bunu Sungur ağabeye söylediğimde o şöyle tefsir etti. “Konya medresesi, Bursa tekkesi” dedi. Üstad bir de, “Bursa kadınları bid'atlardan mahfuz kalmıştır” dedi. Bursa hanımlarını methetti. “Bursa'dan kız alanlar, mutlular” dedi. O nedenle bir zaman Bursa'da hiç kızımız kalmadı. Ben bunları anlattıktan sonra çok konuşuldu Bursa'da bu mesele. Sonradan Fırıncı ağabeyden öğrendik. 1952–53 senelerinde İstanbul Gençlik Rehberi mahkemesine giderken Üstad Bursa'dan arabayla geçmiş. Buradan geçerken araba bahçe aralarından mesture hanımlar arasından geçmiş. Onları görünce, “Bursa kadınları namus perdesini yırtmadı” demiş. Şimdi ben Bursa'dan deyince, onu hatırladı herhalde. Bana da öyle söyledi.
Ehl-i tahkik demesi de çok ilginç. Ben bilmiyordum. Sonradan araştırdım. Tahkik; nübüvvetten sonra en büyük ilimmiş.

Üstadın sesini duymuyorum tabi. Naklen duyuyorum. Bir ara “Kardaşım” dediğini duydum. Şark şivesiyle söyledi. “25 sene samimi hizmet eden kardeşlerimi kabul edemiyorum. Hastayım. Sizi 25 sene hizmet etmiş gibi talebeliğe kabul ettim” dedi. Ben bunu duyduktan sonra bittim artık yani. Nasıl ayrıldığımı, nasıl dışarı çıktığımı da hatırlamıyorum.

HÜR ADAM GAZETESİNDE RİSALELER NEŞREDİLİYOR ÜSTAD ÇOK MEMNUN OLUYOR

Menderes’in Londra kazasından dönüşünde İstanbul'dan Ankara'ya dönerken, Eskişehir’deydim. Üstad hazretleri de oradaydı o gece. O da şöyle oldu. Ben Tavşanlı'ya gidiyorum. Eskişehir'e varınca Üstad hazretlerini sordum. “Isparta'da” dediler. “Gelme ihtimali yok mu?” diye sordum. “Yok” dediler. O gece Eskişehir’de bir otelde kaldım. Rüyamda Üstadı gördüm. Yatak üzerinde oturuyor. Benim de üstümde beyaz gömlek var. Bursalıları ziyaret ettiriyorum. Öyle bir mana var. Bir ara bana, “Gel. Ümmeti Muhammed’in birleştirilmesi hakkında seninle konuşacağım” dedi. Ben de yanına varırken uyandım. Sabah uyanınca tekrar gittim Şükrü ağabey vardı. Merkezdi Eskişehir'de. “Bir haber var mı Üstad Hazretlerinden?” diye sordum. “Yok” dedi. “Ya ben rüyada gördüm. Beni çağırdı. Gelecek” diyemiyorum. Bir saat geçti aradan. “Ya bu kadar olmaz” diye bana baktı Şükrü ağabey. İkindiden sonra tekrar gittim. Baktım ki Şükrü ağabey yok. Oğlu Mehdi var. “Baban nerede?” dedim. Gülmeye başladı. “Üstad Hazretleri geldi. Babam onun yanında” dedi. “Kimlerle beraber?” diye sordum. “Yanında Mehmet Çalışkan, Ceylan ağabey, Zübeyir ağabey var” dedi. “Onlar neredeler?” diye sordum. “Camide akşama hazırlanıyorlar” deyince, hadi onların yanına...

Onlarla tanıştık. Oradan Saatçi Şükrü ağabeyin evine gittik. İlk risaleleri ondan temin etmiştim hatta. Neyse onun evinde odada, bitişik odada Üstad Hazretleri, yan odada biz varız gece. Fakat odanın bir kapısı sokağa çıkıyor. Diğer kapısı başka sokağa çıkıyor. Sonra işittik ki, o günlerde Hür Adam gazetesinde Risaleler neşrediliyor. Üstad da çok memnun oluyor tabi. Üstad gazeteyi almış, çok celalli Zübeyir ağabeye okutuyor. Biz ev sahibinden işitiyoruz. O okudukça başına, “Keçeli, Keçeli...” diye vuruyormuş. Akşam oldu. Duyan geldi, duyan geldi... Kalabalıklaştı. Kaldık sabaha... Ama Üstad bu kalabalık insan gurubunu nasıl kabul edecek? Zaten teklif etmek bile zor. Fakat bende öyle bir his var ki böyle, görmeden gitmeyeceğim.
Oradan çıktım. Bakın hala hayret ediyorum. Şimdiki aklım olsa gene cesaret edemem. Çıkıyorum, dönüp dolaşıyorum, onların olduğu odaya başka kapıdan giriyorum. Üstad içeride, Zübeyir ağabey Kur'an okuyor. “Ben Bursa'dan Üstad'ı ziyarete geldim” dedim. Zübeyir ağabey, “Gel, kardeşim. Üstad uyuyor” dedi. Sabah saat on sıraları...

Fakat öncesinde gece yattık. Üstad Menderes İstasyonundan geçecek diye gece yarısı kalktık. Oradaki arkadaşlarla beraber gittik. Baktık ki Üstadın penceresi açık. Gece zikrine devam ediyor. Kaç dakika öyle gördüm bilmiyorum ama bizzat kendisiyle olduğumdan daha feyizli oldu. Belki de Cennette de öyle görünecek. Biz istasyona gittik. Arkamızdan Ceylan’ı çağırmış. “İstasyona gidenleri arabayla al, gel” demiş. Ceylan ağabey geldi. “Üstad size araba gönderdi. Sizi çağırıyor” dedi. Biz arabasına bindik. Ama arabasına binmek, en az kendisini görmek kadar tatlı yani. Gece orada sabahı yaptık. Sabah olunca ben dolaşıp Üstadın odasına girdim. Zübeyir ağabey Üstadın uyuduğunu söyledi. Bekliyorum. Malum Üstad zili çalmadan kimse içeri giremiyor. Bir ara zil çaldı. O sırada zili duyunca dışarıdan Ceylan girdi içeri. Arkasından Zübeyir ağabey girerken Üstad, “Kim var dışarıda?” dedi. Sesleri duyuluyor. Zübeyir ağabey, “Bursa naşirlerinden Ali Bey var” dedi. “Abdest alacağım.” demiş. Hemen lavaboya götürdüler. Üstad abdest aldı. Çıkarken ben hemen kalktım, baktım leğenin içerisinde iki tane su bardağı... Bunu görmem de öyle bir tasdik oldu ki, Üstad hazretleri sadece kitabında değil, hayatında tam iktisad yapmış bakın. Daha sonra beni çağırdılar. Gittim Üstadın yanına...

BEYAZ TAKKE NURCULUK ALEMİYDİ

İlk görüşmenizin ardından ne kadar süre geçmişti?

Bir sene kadar geçmişti. İlki 1958 yılındaydı. Bu görüşme de 59’da oldu. Ben içeri girince selam verdim. Selamımı aldı. Elini öpüp oturdum. Fakat akşamdan söyledikleri gibi Üstad çok celalli, hiddetli... Oturduktan sonra yine aynen, “Adın ne, nereden geliyorsun?” diye sordu. Başka bir şey söylemedi. Sonra, “Ziyaretinizi kabul ettim” dedi. O zaman kalkmak zorunda kaldım yani. Kalkıp dışarı çıktım. Ceylan'ı çağırmış. Ona, “Nereye gidecekse, arabayla götürüver” demiş. Beraber arabaya binip Şeker hanına gittik. Eşyalarım oradaydı. Oradan Tavşanlı'ya geleceğim. O zaman buhran var. Lastik buhranı... Vasıta yok. Çok az vasıta vardı. Hep aktarmayla gidiliyordu. Bilet aldım otobüs için. Baktım ezan okunuyor. Bir saat var hareket saatine. Ben de namaz için camiye gittim. O zaman beyaz takke Nurculuk alemiydi. Baktım bütün cemaat beyaz takkeli camide. Bursa naşirleri, İstanbul naşirleri, Ankara naşirleri... Hepsi orada... Onlarla görüştük. Sonra anladım ki, Ankara naşirleriyle, İstanbul arasında bazı problemler varmış. Bunları öğrenmek, tahakkuk ettirmek için çağırmış Üstad hazretleri... Biz Bursa naşiriyiz ama fiilen işin içinde değiliz. O olaylarla alakamız yok yani. Ziyaret etmekle bizim vazifemiz bitti. O vakit rüyanın tabiri çıkmış oldu. “Ümmeti Muhammed’in birleştirilmesi hakkında konuşacağım” diye haber vermişti rüyada... Neden celalli olduğu da çıktı ortaya.

BURSA'YI BARLA GİBİ, ISPARTA GİBİ KABUL EDİYORUM

İhtilafın nedenini hatırlıyor musunuz?

Bilmiyorum. Ama Nur talebelerinde çok ciddi şeyler olmaz zaten. Ama Üstadı gördükten sonra yarı bir duygu... Her gün görmek istiyor insan. Fakat tabi imkanlar yoktu. Son zamanlarında arabası tamir edilecek, lastikleri değişecekmiş. İstanbul, Ankara’da bulamamışlar. Biz Bursa da olduğunu söyledik. Emirdağ'ından arabaya binmiş Üstad, “Çek Bursa'ya” demiş. Geldim baktım beş on kişi... Yani derslere gelen çok ama sahip çıkan yok. Ceylan İstanbul'da olduğu için Hüsnü şofördü. O da bizim adresi bilmiyor. Bu sebeple Bursa girişinde 4 saat bekledim. Adres bilmiyorlar diye. Akşama doğru olunca ben, “Artık gelmez” dedim. Eve gittim. Eve varınca zil çaldı. Baktım kapıda Hüsnü, Fırıncı, Birinci... Hepsi gelmiş. Karşıda araba. Dediler ki, “Üstad geldi.” “Bu saatte Üstad gelmez” dedim. Beni heyecanlandırmak istiyorlarmış. O zaman gelenler hep evime geliyordu. Üstad Eskişehir'e kadar gelmiş, “Arabayı siz götürün” demiş. Kendisi orda kalmış. Araba geldi. Tamir edildi. Benim aklımda ziyaret etme fikri olduğu için, Fırıncı ağabeye “Koltukların birini şimdiden kiralıyorum” dedim.

On-onbeş gün sonra gittik. Hüsnü ağabey, Fırıncı, ben... Fırıncı ağebey İnegöl'de kaldı. Ben ve Hüsnü ağabey Eskişehir'e vardık. Gece vardık tabi. Baktık Üstad yukarıda, biz aşağıda... Sesler geliyor. Abdülvahit'in evinde dershane... Sabah namazı oldu fakat benim hesabımda araba geldi Üstad hemen gider diye düşünüyorum. Gene kaçıracağım diye korkuyorum. Dediler “Camiye gidelim.” “Burada kılalım” diyemedim. Camiye gittik. Selam verince biri omuzuma dokundu. Baktım Hüsnü... “Üstad sizi istiyor” dedi. Hemen döndüm Üstadın yanına. İçeri girdim. Eşyalarını toplamışlar. Gidecek. Araba dışarıda bekliyor. Hemen çağırdılar. Ben de içeri girdim. Burası benim için çok enteresan. Her defasında Bursa’dan geliyorum ama Tavşanlılıyım diyordum. Bu defa niyetim “Bursa'dan” demekti. Çünkü benim dedemin babası Bursa'dan gitmiş Tavşanlı'ya... Çakmak köyünden gidiyor. O nedenle soyadımız Çakmak... O sırada Bursa'dan kim gitse Üstad, “Bursa'yı Barla gibi, Isparta gibi kabul ediyorum” diyordu. Ben de doğrudan dualarına mazhar olmak için böyle söyleyeyim. İçeri girdim. Kapıda beni bekliyor. Hüsnü de geldi. Adımı sordu ama nereden geldin demedi. Başka neler söyledi hatırlamıyorum. Sadece, “Kardaşım ben gidiyorum” dedi. Öyle deyince kalkmak zorunda kaldım. Üç kez elini öptüm. Geri geri çıkıyorum. İçimden “Sormadı” diyorum. Birden Üstad Hüsnü'ye, “Hüsnü! Aslen nereliymiş sor” dedi. Tavşanlı'dan olduğumu söyledi. Eşyaları taşımaya yardım ettik. Fakat onun Bursa hakkında güzel cümleler söylemesini sağlayan Fırıncı ağabeydir. Çünkü O'nu çok seviyordu. Bursa'lı olduğundan iltifat ediyordu. Hatta, “Senin hatırın için Bursa'yı Barla gibi, Isparta gibi, Emirdağ gibi kabul ettim” demiş. O bambaşkadır...

BEN ELLİ SENEDEN BERİ ORDUYLA ALAKADARIM KARDAŞIM

Eşyaları taşıdıktan sonra yukarı çıktım tekrar. Eşya dediğim de iki bohça, bir sepet... Bediüzzaman’ın dünyası... İlk kez ayakta gördüm Üstad'ı... Bir kolunda Zübeyir ağabey, birinde Abdulvahit Tabakçı... Vücut ağırlığını bir sağına veriyor, bir soluna... Ben de hiç ayakta görmemiştim. Görürken aklıma geldi ki, Resulallah Efendimiz yalnızken orta boylu, kalabalıkta ise herkesten uzun görünürmüş... Ben hep onu düşünüyorum. Sonra merdivenden aşağı indi. Yanında Muzaffer Erdem de vardı. O da başçavuş. Resmi elbiseli... Ona, “Ben elli seneden beri orduyla alakadarım kardaşım” dedi.

TAM O SIRADA BİR KADIN KOŞARAK SAİD NURSİ’YE GELDİ

Camiden benim çıktığımı gören otuz-kırk kişi de gelmiş sokağın karşısından bakıyorlar. Hepsi Nur talebesi ama bir tanesi korkudan gelip elini öpemiyor üstadın. Şartlara bakın. Kimi memur filan, işi var, korkuyorlar yani... Sonra Üstad arabaya oturdu. Zübeyir ağabey şoför koltuğuna oturdu. Tam o sırada bir kadın koşarak geldi. Cama vurdu “Dua et” dedi. Üstad adını sordurdu Zübeyir ağabeye. Kadın söyleyince Üstad ellerini kaldırdı duaya. Araba hareket etti. Bizim de son görüşümüz oldu. Sonra da vefat etti zaten... Kabre koyuluşunun 51. senesi... Telgraf aldım. Beş arkadaşla beraber Üstadın cenazesine yetiştik. Urfa'ya gittik... Fakat Cuma'ya demişlerdi. Perşembe defnedildi. Kimse inanamıyordu vefatına...
(Devam edecek)