+ Konu Cevaplama Paneli
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 2 ve 2

Konu: Hafız Ali Mülayim

  1. #1
    Ehil Üye Fehim - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Oct 2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.866

    Standart Hafız Ali Mülayim

    Aslı Bilâl-i Habeşî'nin (r.a.) torunla­rından olan Hafız Ali Ağabey'in dedeleri yüz elli yıl önce Şam'dan Siirt'e gelmişlerdir. Hâfız-ı Kur'an olan Ali Mülayim Ağabey, kırk iki yıl muhtelif yerlerde imamlık yapmıştır. Son olarak Diyarbakır Ulu Camii'nde İmam-Hatip olarak görev ya­pan Hafız Ali Mülayim Ağabey, 2003'de bu tarihî camiden emekli olmuştur. Halen Diyarbakır'da ikamet etmektedir. E-mekli olduktan sonra da iman ve Kur'an hizmetine devam et­mektedir.
    1958'de mana âleminde gördüğü Said Nursî Hazretleriyle dünyası değişir. Aynı yıl vatani görevini ifa etmek için İsparta'ya gider. 3. Eğitim Tugayında takım çavuşu olur. Burada, bilmeye­rek, bugünkü tabirle traji-komik bir hadise yaşar: Arazide tatbi­kat halindeki askerî bir Alay'a, "Dikkat!" komutu vererek, oradan otomobiliyle geçmekte olan Bediüzzaman Said Nursî Haz­retlerine selam durdurur. Koskoca bir askeri alay Bediüzza-man'a selam durmuştur. Hadise bu kadarla da kalmaz. Komik fakat ibretli bir hadise daha yaşar.
    Hatıralarını kendisinden çok defa dinlediğimiz halde, kayıt etme işi 21.01.2007 tarihinde Medine'deki dersanede nasip oldu.
    Hafız Ali Ağabey bu hâdiseleri 2007 itibariyle yaklaşık kırk dokuz sene önce yaşamış. Şimdi bunları tatlı şivesiyle, gülerek ve güldürüp düşündürerek anlatıyor. Allah kendisine uzun ömürler versin. Âmin.
    Hatıralarının neşrine, "ben öldükten sonra..." diyerek izin vermek istemedi. Biraz da ısrarlı davranarak, kendisinin hayatta iken, daha teyitli ve sağlam olacağını izah ettim. "O zaman kar­deşlerle meşveret et. Onlar ne derse onu yap" diyerek istişare sonucu muvafakat edeceğini gösterdi.
    Hâfiz Ali Mülayim Anlatıyor

    "SAİD NURSÎ MANA ALEMİNDE DÖRT KERE BANA İHTAR İÇİN GELDİ
    1954'den 58'e kadar Van'dan Urfa'ya kadar bütün telefon di­rekleri benim elimden geçti. NATO'ya bağlı şirkette çalışıyor­dum. Bu dört sene zarfında Van, Bitlis, Siirt, Muş, Diyarbakır'a kadar bütün elektrik direkleri elimden geçmiştir. Tabi çok ağır bir işti. İşi Almanlar vermişti. Bir zaman sonra iş bitti. Biz işin ciddiyetine vakıf olunca; Almanlar; "gel seni Almanya'ya götüre­lim" dediler. Ben de "gelirim" dedim.
    İstanbul'a gittik. Sene 1958. Sirkeci'de bir otele yerleştik. İs­tanbul üzerinden Almanya'ya gidecektik. Oteldeki ilk gecemdi. Mana âleminde bir zat geldi: "Sen hâfız-ı Kur'an'sm bu işleri bı­rak" dedi. İkinci gece yine aynı zat: "Ben sana söylemedim mi? Sen hâfiz-ı Kur'an'sm bu işlerden vazgeç. Git kendi işini yap" dedi. "Kendi kendime Allah! Allah! nedir bu hal ya Rabbî!" di­yordum. Üçüncü gece yine aynı zat yine aynı hal.
    Üçüncü gün pasaportum işlerim tamamlanmış, dördüncü gün de artık Almanya'ya gidecektim. Bütün hazırlıklar tamam­dı. Otelime geldim, pijamamı giydim, yatağıma girdim ve ışığı söndürdüm. Beş dakika geçmedi pencere açıldı, bir zat girdi, bir ses geldi. Âmirane bağırarak dedi: "Hafız Ali kalk bakayım! Üç defadır beni buraya getiriyorsun. Ben sana demedim mi, bu iş­lerden vazgeç. Sen hem hafız-ı Kur'ansm, hem de bu işlerde ça­lışıyorsun. Sen Almanya'ya gitmeyeceksin. Kalkıp gideceksin Bitlis'e. Benim ismim Said Nursî." Böyle deyince: "Allah! Allah! kimdir bu zat?" dedim. Ellerimi kucaklar gibi uzattım, ellerim boşta kaldı. Kalktım ışığı yaktım. Baktım odada kimse yok. Pen­cereye baktım, kapalı. "Allah! Allah! Bu kimse, mutlaka büyük bir zat olmalı" dedim. Ne yapayım diye düşünmeye başladım. Yarın da Almanya'ya gideceğim. Kendi kendime dedim: "Para da, pul da, makam da orada, ama ben bu işlerden vazgeçece-gım.
    Sabah oldu, kalktım, doğru Beyoğlu'na gittim. Şirketim ora­daydı. 4. Bölge Başmüdürlüğü. Kapıyı çaldım girdim içeriye, "buyur" dediler. "Efendim pasaportumu alın, size mübarek ol­sun, ben gelmeyeceğim" dedim. "Yahu ne oldu?" dediler. "Ben gelmeyeceğim buyurun pasaportu" dedim, bıraktım çıktım.
    Sonra bir arabaya bindim doğruca Bitlis'e geldim. Allah rah­met etsin benim bir hacı ağabeyim vardı. Hem âlim, hem de hâ-fız-ı Kur'an'dı, Gökmeydan Camii'nde imamdı. Beni görünce: "Hafız Efendi hoş gelmişsin" dedi. Anlattım kendisine: "Böyle böyle, Said Nursî diye bir zat gördüm, kimdir bu zat?" diye sor­dum. Oturmuş bir taraftan çay içiyoruz. Dedi: "Bediüzzaman Said Nursî çok büyük bir zattır, âlimdir. İsparta'da kalıyor." diye konuşurken, birden kapıdan iki kişi girdi. Birisi sağ kolumu, di­ğeri sol kolumu tuttu. "Kalk bakayım!" dediler. "Siz kimsiniz?" dedim. "Fazla konuşma karakolda belli olur" dediler. Beni gö­türdüler karakola. Meğer askerliğim elli beş gün geçmiş. Asker kaçağı, devre kaybı, askerî firari diye tuttular beni. Oradan hemen telefon ettiler askerlik şubesine. İki tane as­kerî inzibat geldi, ellerimi bağladılar, beni götürdüler askerlik şubesine. Baktılar elli beş gün geçiyormuş. Dediler: "Askerlikten mi kaçıyorsun?" Dedim, "askerlikten kaçmam" Sonra, "bunu hemen askere gönderelim" albaya sordular: "Bunu nereye gön­derelim?" O da: "Bunu cezalı olarak, İsparta 3. Eğitim Tugay'ı-na, oraya gönderelim." dedi.
    ÜSTADI EVİNDE GÖREMEDİM, FAKAT...
    Neyse hazırlıklar yapılarak, askere sevk evrakları tamamlan­dı. Beni Bitlis'ten Diyarbakır'a kadar götürdüler. Sonra bizi bin­dirdiler kömürlü bir kara trene. Hayvan bile barınmayan bir va­gona koydular. Yolda Konya'da, Afyon'da inenler oldu. En so­nunda İsparta'ya ulaştık. Ama kömürden yüzümüz simsiyah olmuştu. Mimar Sinan Camii'nin karşısında, Güvenç Oteli var­dı. Kapıyı çaldık, girdik içeriye. Otelci beni görünce: "Ulan sen hangi mağaradan gelmişsin?" dedi. Ben dedim: "Mağaradan fa­lan gelmedim. O kömürlü trenden oldu." Neyse bir oda verdi, temizlendik.
    Sabah kalktım, doğru Üstad'ın evine gittim. Uzaktan baktım. Kapının önünde bir polis duruyor. Biraz bekledim. Polis bir o başa, bir bu başa gidiyor, fakat gelip yine kapının önünde duru­yor. Dedim: "Allah! Allah! herhalde burası karakoldur?" Biraz daha bekledim, fakat karakola girip çıkan yoktu. Dedim: "Burası karakol değil, herhalde Ustad'ın evidir, makamıdır." Ben de, bir o başa, bir bu başa gidip geldim. Baktım birisi geldi yanıma. Dedi: "Sen kimsin?" Dedim, "insanım." Dedi, "öyle demek iste­medim, nerden geliyorsun?" Dedim, "Bitlis'ten geliyorum, bu­rada Bediüzzaman varmış, elini öpeceğim, gideceğim." Dedi: "Burada değil, Barla'dadır." Ben ilk defa duyuyordum Barla is­mini. Dedim, "Barla nedir?" Adam, "sen benimle alay mı edi­yorsun?" "Valla Barla nedir bilmiyorum" dedim. Sonra adam cevap verdi: "Bir köydür, Üstad oraya gitti." Artık, yalan doğru bilmiyordum tabi. Sonra döndüm geriye, baktım üç kişi beni takip ediyor. So­kağı değiştirdim, fakat yine takip ediyorlardı. Hemen Ulu Cami­ye gittim. Orada öğle namazımı kıldım. Baktım yine beni takip ediliyorum. Otele geldim, otelciye olanları anlattım. Dedi: "Seni yakalamadılar mı?" Hayır, dedim. "Valla iyi, gelenleri karakola götürüyorlar, dövüyorlar." dedi. Dedim: "Bu zattan niye korku­yorlar? Bu zatın askeri, ordusu, topu, tüfeği var mıdır?" Dedi: "Valla bu zatın, topu tüfeği yoktur. Fakat imanı o kadar kuvvet­lidir ki, bütün hükümet erkânı ondan korkuyorlar." Neticede bi­rinci gün Üstad'ı görmek nasip olmamıştı.
    İkinci gün abdestimi aldım, tekrar Ustad'ın evine gittim. Baktım polisler uzakta. Bende "Bismillahirrahmanirrahim" de­dim, kapıyı çaldım. İkinci sefer kapıyı çalmadan kapı açıldı. Açan şöyle yüzüme baktı, dedi: "Hafız Ali sen misin?" Dedim, "benim kurban. Hele ver şu mübarek elini öpeyim" dedim ve eğildim eline doğru. Elini çekti, dedi: "Benim adım Ceylan." "Eyvah, Allah müstehakmı versin" dedim. (Hafız Ali Ağabey baştan beri mizahi bir üslupla hatıraları anlattığı için kendisi de gülüyor, bizi de güldürüyordu.) O da gençti tabi o zaman. Ben ağlamaya başladım. "Ağlama" dedi. Kalktı boynuma sarıldı, ba­şımdan öptü. Allah rahmet etsin. "Ağlama, Üstad bana dedi ki: "Sen kapıda dur. Hafız Ali gelecek. Benim selamımı söyle kendi­sine, onu talebeliğe kabul etmişim. Doğru gitsin kıtasına teslim olsun, durmasın. Buraya da bir daha uğramasın" dedi Üstad.
    Muzaffer Arslan ve Nazım Gökçek iki kadim dost. Ayak ucu baş ucu şeklinde defnedildiler.
    "HERKES ESAS DURUŞA GEÇTİ"
    Üstad'ı daha hiç görememiştim. Ama Üstad böyle deyince ben gittim teslim oldum kıtama. Bölükte onbaşı, sonra çavuş olduk. Bir gün İsparta merkeze bağlı Eğirdir yolu üzerinde bu­lunan Ali Köyü tarafındaki atış talimine gittik. Atış yapıldı, öğle vaktiydi ve herkes istirahat ediyordu. Bazıları yemeğini yiyor, kimisi oturuyor, kimisi uzanıyor bütün alay serbest vaziyette idi. Benim de yanımda tabancamla bir ibrik vardı. O zaman böyle asfalt yollar yoktu, yollar topraktı. Bir baktım ki: Eğirdir Gölü tarafından yolda tozları kaldırarak bir taksi geliyordu. Tekrar baktım, içimden, "herhalde bu gelen Tugay Komutam'nm taksi-sidir" dedim. Şimdi buradan geçecek, bakacak subaylar yatıyor, herkes dağınık bir vaziyette ve ceza alacağız diye düşündüm. Komutanım yanımda yatıyordu. Eline vurdum uyandırdım. "Ne var Mülayim Çavuş?" dedi. Dedim: "Komutanım bak, gelen tak­si Tugay Komutam'nm taksisi değil mi?" "Baktı... baktı... valla odur" dedi. Hemen düdük çaldı. Herkes kuşandı. Subaylar, ast­subaylar, takımlar, mangalar herkes bütün alay hazırlandı.
    Taksi Alay'a yaklaşınca, ben: "Esas duruş! Hizaya geel! Se­lam duuur!" diye bağırdım. Herkes esas duruşa geçti ve selam durdu. Taksi geldi... geldi... birinci takım çavuşu olarak ben de böyle selam durmuşum. Hafifçe eğildim, baktım taksinin içine. Allah! Allah! Cüppeli, sarıklı birisi ellerini iki yana sallayarak se­lam veriyordu bize. "Allah! Allah! Nasıl olur bu? Osmanlı devle­tinden hâlâ böyle bir paşa kalsın? Allah! Allah! Askerlikte böyle bir şey de söylemediler ki bize" dedim içimden.
    Taksi şöyle biraz gitti gitmedi. Komutan bağırdı: "Ulan bu işi kim ayarladı?" Dediler, "Mülayim Çavuş!" Ben sandım benimle kafa buluyorlar. Bir de baktım ki bir tokat, bir daha, bir daha... Ama öyle bir dayak yemişim ki, anamdan babamdan böyle bir dayak yememişim. Öyle ki, ağrıdan sabaha kadar uyuyamadım. İyi hatırlıyorum sabah namazını bile kılamadım.
    1958'de İsparta'da birbirinin aynı olan iki adet Chevrolet tak­si vardı. İkisi de aynı renkti. Birisi Ustad'ın, diğeri ise Tugay Komutanı Paşa'ya aitti.
    BİNBAŞI BENİ VURACAK SANDIM. HALBUKİ...
    Vücudumdaki dayak ağrılardan sabaha kadar uyuyamamış­tım. Sabah oldu. Subaylar, astsubaylar herkes içtimaya gitmiş. Ben kalkayım dedim, kalkamadım ağrıdan. Birden iki tane ça­vuş girdi içeriye, üstümdeki battaniyeyi hızla çekip savurdular. "Kalk bakalım. Herkes içtimada sen ise burada yatıyorsun" diye bağırdılar. "Valla her tarafım ağrıyor..." dedim. "Fazla konuşma, çabuk gel bir binbaşı seni çağırıyor" dediler. "Eyvah! Herhalde dayak az geldi, ikinci bir dayak daha yiyeceğim" dedim. Kalktım. O zamanlar tenekeden uzun barakalar vardı. Bana: "Barakada bir binbaşı seni bekliyor" dediler. Kapıyı çaldım. "Gir içeriye" dedi. Girdim. Baktım binbaşı barakanın en sonunda. Elinde bı­çak var, bir ağacı yontuyor. Ağaç bir elinde, bıçak diğer elinde. "Bu bıçak ne? bu sopa ne?" dedim içimden. "Mülayim Çavuş gel buraya!" dedi. "Geleyim komutanım" dedim.
    Bediüzzaman Hazretlerinin 1953 model Chevrolet marka otomobili. 1958'de İsparta'da bu otomobilden aynı model ve aynı renkte iki tane
    vardı. Birisi Said Nursi'nin, diğeri Tugay Komutanının. Biraz gittim, uzakta durdum, bakalım ne olacaktı? "Oğlum gelsene" dedi. "Niye gideyim?" diye düşündüm, gitmedim. "Oğ­lum gelsene buraya" dedi. Ayağa kalktı, bana doğru gelmeye başladı. "Korktun mu?" dedi. Hemen esas duruşa geçip, selam durdum. Bana doğru geliyor, sonra bana doğru koştu. Baktım bana sarılacak, ama bıçak ta elinde, kucaklamak üzere. Fakat ben aniden geri çekilince kapaklandı, yere düştü. Ben kaçmaya başladım. "Mülayim Çavuş gel buraya!" diye arkamdan bağır­maya başladı. Mülayim Çavuş kalır mı artık hiç. Sanki kulakla­rım yoktu, yok olmuştu. Hiç duymadım., taa nizamiyenin kapı­sına kadar koştum. Çavuş dedi: "Ne oldu Mülayim Çavuş, nedir bu halin?" Dedim: "Valla beni vuracak, bir yer göster." "Hemen bodruma aşağıya in" dedi. Bodruma indim. Su gibi ter akıyordu üstümden. Elbiselerim vücuduma yapışmıştı terden. "Lâ havle ve lâ kuvvete, nedir bu hal?" dedim. Korkudan öğleye kadar ora­da kaldım.
    Öğlen oldu, herkes yemeğe gitmiş. Çavuş: "Gel kimse yok" dedi. Karavanadan yemek geldi. Yemek yiyeceğim tam, bir kaşık aldım.. Hüseyin isminde bir çavuş vardı, dedi: "Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda.." Ben şaka yapıyor diye düşündüm. Bir kaşık daha aldım. Yine: "Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda duruyor" dedi. Arkama baktım; hakikaten arkamda duruyor.
    "Mülayim Çavuş yemeğini ye!" dedi. Dedim "Tok olmuşum." "Tok olmuşsan kalk o zaman" dedi. Kalktık beraber bir odaya girdik. Kapıyı içerden sürgüledi. Kapıyı sürgüleyince: "Eşhedü en la İlahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" dedim.
    Binbaşı yüzüme baktı... baktı..., gözlerinden yaşlar geliyordu. Eliyle yüzüne süzülen gözyaşlarını sildi. Ben kendi kendime: "Valla bu dayak işine benzemiyor" dedim. Sonra, "Mülayim Ça­vuş ben senin ayaklarını öpeceğim" dedi. Ben: "Artık bu iyice kafayı buluyor. O kim, ben kim, ayak öpmek de ne?" dedim. "Yok ayak öpmek günahtır" dedim. Dedi: "Yok, valla senin ayak­larını öpeceğim ben" dedi. "Vallahi ayak öpmek günahtır" de­dim. "Yok öpeceğim" dedi. Ben de: "Elimi uzattım, elimi öp ma­dem, hafız olduğum için günah olmaz inşaallah" dedim. Hakika­ten elimi öptü. Ben de onun elini öptüm. Boynuma sarıldı. Ama nasıl şefkatle beni okşuyordu. Yüzüme baktı: "Mülayim Çavuş! Dün o taksinin içinden geçen komutanı tanıdın mı sen?" dedi. Dedim: "Komutanım o dayaklan ben yedim. Onun için sana bir şey söylemeyeceğim." O zaman aynen şöyle söyledi: "O Komu­tan! Büyük komutan Bediüzzaman Said Nursî'dir." O binbaşı bizim bölükte değildi. O duymuş bu hadiseyi. Beni tebrik için gelmiş. Daha sonra tayin oldu. O zaman ben Nurcu olmadığım için tabi tam bilmiyordum."

    Not: Hafız Ali Mülayim ağabeyden Nazilli'de kısa bir müddet önce dinlediğim hoş bir hatıra

  2. #2
    Müdakkik Üye sargenc - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Bulunduğu yer
    denizli
    Yaş
    32
    Mesajlar
    611

    Standart

    bunu denizli'de de anlatmıştı.. Gerçekten onun ağzından dinlemek çok hoş..Ayrıca muhterem elini öptürmüyor..Tevazu sahibi..Başına gelen hadiseler herkesin başına gelmez.. Özellikle kadir gecesi günü gördükleri..Benim tüylerimi diken diken etti..Onun; belli iman mertebelerinden geçtiğini düşünüyorum... Tahminim odur ki; inşallah velilerden...
    En hayırlı genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır.

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Besmele (13 hafız) (video,mp3,3gp) HaFıZ AkADeMi
    By OsmanYukselSerdengecti in forum Ezgi, İlahi ve Kur'an-ı Kerim Tilavetleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 02.01.09, 20:48
  2. Küçük Hafız Kız
    By SeHZaDe in forum Kıssadan Hisseler, İbretli Öyküler
    Cevaplar: 6
    Son Mesaj: 03.12.08, 18:04
  3. Oku Hafız
    By Tılsım in forum Şiirler
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 30.08.08, 18:17
  4. Hafız Ali
    By HakanBa in forum Bediüzzaman'ın Talebeleri
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 17.03.07, 21:34

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0