+ Konu Cevaplama Paneli
1. Sayfa - Toplam 2 Sayfa var 1 2 SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 10 ve 18

Konu: Tevâfuk, Husrev’in Tarzındadır

  1. #1
    Vefakar Üye Hamdım.Pişdim.Yandım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2008
    Mesajlar
    317

    Standart Tevâfuk, Husrev’in Tarzındadır

    “Onun için Husrev’in bir mahâreti varsa tevâfuku bozmamış. Tavsiye etmiştim ki; kimse mahâretini
    karıştırmasın! Demek en büyük mahâret odur ki;
    tevâfuku bozmasın!
    Çünki tevâfuk, var.”

    BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİ (RH)


    Kur’ân-ı Kerîm ma‘nâ cihetiyle mu‘cize olduğu gibi, lâfız cihetiyle de mu‘cizedir. İlmiyle herşeyi kuşatan Rabbimizin, irâde ve kudret kalemiyle yazdığı kâinât kitâbının, zerreden şemse, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar istisnâsız bütün tekvînî âyetleri, israfsız, yerli yerinde, akılları hayrette bırakacak hârikulâdelikte ve acîb san’atlarla ve ma‘nîdar nakışlarla donatılmış olduğu ve çok cihetlerle kâinâtın yaratıcısının vücûduna ve vahdetine delâlet ettiği gibi, Kelâm sıfatından tecellî eden Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’ın herbir sûresinde, herbir âyetinde, herbir kelimesinde, hattâ herbir harfinde dahi pek çok ma‘nâ ve hikmetler, müteaddid i‘câz vecihleri ve lem‘aları, nihâyetsiz kudsî sırlar ve şâyân-ı hayret yüce işâretler vardır ve bu vecihler, lem‘alar, sırlar ve işâretler ayrı ayrı ve hey’et-i umûmiyeleriyle Kur’ân’ın Kelâmullah olduğuna delâlet ederler.

    Beyânı mu‘cize olan Kur’ân’ın her insan tabakasına ve her asra bakan bir i’câz vechi vardır. Her insan, o mu‘cizeler menbaı Kitab’da, kendi nazarına, mesleğine, meşrebine, ilmine göre farklı farklı mu‘cizeler müşâhede edebilir. Kur’ân’ın i‘câzı o kadar farklı ve çeşitlidir ki, ehl-i ma‘rifet bir velî ile ehl-i aşk bir velînin Kur’ân’dan anladıkları i‘câz aynı değildir.
    Meselâ, “ ‘Kulaklı tabaka’ ta‘bîr ettiğimiz âmî avam, yalnız kulakla
    Kur’ân’ı dinler, kulak vâsıtasıyla i‘câzını anlar. Yani der: Şu işittiğim Kur’ân, başka kitablara benzemiyor. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacaktır. Umûmun altındaki şık ise kimse diyemez ve diyememiş, şeytan dahi diyemez. Öyle ise, umûmun fevkindedir.”(1)

    LEVH-İ MAHFUZDAKİ KUR’ÂN

    En yakın talebesi olan Ahmed Husrev Efendi (1899-1977) ile birlikte Hâfız Ali, Hoca Hâlid, Muallim Galib, Hoca Sabri, Hâfız Zühdü, Tığlı Hakkı, Şâmlı Hâfız Tevfîk (rh) gibi çoğu ya hâfız, ya hoca, ya da hatt-ı Arabî muallimi olan talebeleri ‘Tevâfuklu Kur’ân’ın yazılması hizmetinde namzed olurlar ve herbiri birer cüz yazdıktan sonra Bedîüzzaman Hazretleri netîceyi şöyle beyân eder:
    “Tevâfuk, Husrev’in tarzındadır. Onun için Husrev’in bir mahâreti varsa tevâfuku bozmamış. Tavsiye etmiştim ki; kimse mahâretini karıştırmasın! Demek en büyük mahâret odur ki; tevâfuku bozmasın! Çünki tevâfuk, var.”(5)
    Tevâfuk O’nun kaleminde öyle hârikulâde bir tarzda tezâhür eder ki, Üstâdının ifâdesiyle: “Akıl anlasa (سبحان الله),
    kalb derk etse (بارك الله), göz görse (ماشاءالله) diyecektir.”(6)
    “Bu zât hâfız olmadığı hâlde, yazdığı iki mükemmel Kur’ân ile ve üçüncüsünü gözle görünür bir nev‘-i i‘câz-ı Kur’ân’ı gösterir bir tarzda, üç Kur’ân yazmış. Hem Kur’ân’ın gözle görünen bir nev‘-i lem‘a-i i‘câziyesine beş altı mushafta işâretler yaptım. Hatt-ı Arabî-i Kur’ânîleri mükemmel olan kardaşlarıma taksîm ettim.
    Bunların içinde hatt-ı Arabî-i

    Kur’ân’da Husrev onlara yetişemediği hâlde, birden umûm o kâtiblere ve hatt-ı Arabî muallimine tefevvuk eyledi. Ve hatt-ı Arabîde en mümtâz kardaşlarımızdan on derece geçti. Umûmen onlar tasdîk edip:
    -Evet bizden geçti, biz O’na yetişemiyoruz, dediler. Demek Husrev’in kalemi, Kur’ân-ı Mu‘ciz’ül Beyân’ ın ve Risâle-i Nûr’un mu‘cizevârî kerâmetleri ve hârikalarıdır.”(7)
    İslâm târihinde ilk def‘a yazılan
    Tevâfuklu Kur’ân’ın rızâ-yı İlâhiye mazhar olduğunu ve samîmî ve ihlâslı bir kalemin bu şerefe mazhar olduğunu Bedîüzzaman Hazretleri’nin şu ifâdeleri göstermektedir:
    “Yeni yazdığımız ve inşâallah yakında da tab‘ edeceğimiz Kur’ân-ı
    Azîmü’ş-şân’da bütün lâfz-ı Celâl ve lâfz-ı Rab gayet istisnâ ile ma‘nîdâr tevâfukla, muntazam sıra ile birbirine bakmaktadır. Hattâ müteaddid yerlerde ehl-i kalb ve ehl-i hakikat demişler:
    -Bu tarz yazı, Levh-i Mahfûz’un yazısına benziyor, diye hükmetmişler.”(8)
    “Asr-ı saâdetten beri böyle hârika bir sûrette mu‘cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı hâlde,
    Risâle-i Nûr’un kahraman bir kâtibi olan Husrev’e; “Yaz!” emri buyrulmasıyla, Levh-i Mahfûz’daki yazılan
    Kur’ân gibi yazılması...”(9)
    Nitekim Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’in esâsen meleklerin elleriyle de yazılmış olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır:
    “Bilakis o, şerefli bir Kur’ân’dır.” “Levh-i Mahfûz’da (korunmuş levhalarda)dır.”(10)
    “(O Kur’ân, Levh-i Mahfûz’da) şerefli kılınmış, (semâda) yükseltilmiş tertemiz sahîfelerdedir. Değerli ve itâatkâr yazıcı (melek)lerin elleriyle (yazılmış)tır.”(11)



    KUR’ÂN’IN ALTIN BİR ANAHTARI
    Kabûl etmek lâzımdır ki; Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’ın hattında görünen bu latîf i‘câzı; aklı gözüne inmiş ve maddiyûnluk belâsıyla, göremediği her şeyden şübhe eder hâle getirilmiş bu asrın insanına merhametinden ihsân etmiştir.
    Her devrin, Kur’ân’dan hissesi vardır. Bu asırda binler ilmî hakikatlerle berâber Erhamü’r-Râhimîn’in lütfudur ki; bu şu‘le-i i‘câzı, Üstâd Ahmed Husrev Efendi’nin eliyle bizlere göstermiştir.
    O mübârek elin sâhibi ve bu gibi kudsî hizmetleri hakkında Saîd Nursî Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
    “Ey Husrev! Senin yazdığın
    mu‘cizeli Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’ın bu havâlîde husûsan Ramazân-ı Şerîf’de sana kazandırdıkları sevâbları ve tahsin tebrîklerini, inşâallah yakında tab‘a
    girmesiyle, âlem-i İslâm’dan senin rûhuna yağacak rahmet duâlarını düşün,
    Allah’a şükreyle!”(12)
    “Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın bir vech-i i‘câzını, hârika kalemiyle gösteren ve mütemâdiyen defter-i hasenâtına yazdığı Kur’ân’ları okuyanların sevabları yazılan kıymetdâr Husrev!”
    “Mâşâallah! Bârekallah!.. Kur’ân’ın altın bir anahtarı olan kalem-i Husrevî, değil yalnız bizleri, belki rûhânîleri ve melekleri sevindiriyorlar!”(13)
    Kur’ân-ı Kerîm’e yönelik her samîmî hizmeti bağrına basıp başı üstünde tutan aziz milletimizin dünyada ilk defa Ahmed Husrev Efendi’nin hâlis ve mübârek hattından çıkan Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’e olan yüksek alâka ve teveccühü günümüzde de artarak devam etmektedir.

    tevafuk belgeselini izlemek için tıklayınız




    Risale-i Nur'a intisap eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, "Risale-i Nur talebesi" ünvanını alır.

    B.Said NURSİ


  2. #2
    Yasaklı Üye Fatih_Mehmet - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2008
    Bulunduğu yer
    Antalya
    Yaş
    48
    Mesajlar
    195

    Standart

    Levh-i Mahfuzu bugüne kadar hangi peygamber görmüş? bana bir örnek verebilir misiniz?

    Şu ayetle ters değil mi ?
    Cin suresi

    26-28.O bütün gaybı bilir. Fakat gayblarına kimseyi vakıf etmez. Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler yerleştirir, ta ki o elçiler Rab'lerinin mesajlarını, o gözetleyicilerin kendilerine hakkıyle tebliğ ettiklerini kesin olarak bilsinler. Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa herşeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi bir bir kaydetmiştir. [2,255]

    Allah'ın gaybı Resulüne bildirmesi, gaybı O'ndan başkasının bildiğini göstermez. Aksine gaybın Allah'a has olduğunu teyid eder. sGözetleyicilerden maksat meleklerdir. Allah Resulüne gönderdiği gaybı, meleklerince koruma altına alınmış olarak gönderir. Hz. Peygamberin risaletinden sonra, gök kapıları cinlere büsbütün kapanınca, onlar, melekler tarafından sıkı bir korumanın olduğunu anlamışlardı.

  3. #3
    Vefakar Üye enes71 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Oct 2007
    Yaş
    52
    Mesajlar
    413

    Standart

    Şimdi bu iddiyayı yapan kim. Bediüzzaman gibi bir şahsiyet, kimin için söylüyor bunu Hüsrev ALTINBAŞAK,

    demiyorki levh-i mahfuz-u temaşa etti, diyorki levh-i mahfuzdaki gibi..
    şimdi burda ya bediüzzaman haşa yalan söylüyor, ya da görmediği bir şeyi gördüğünü zannetmiş, vs. Fatih mehmet gibiler böyle düşünebilir.

    cenab-ı Hak. değil bir mahluk olan, levhi mahfuzu görmek kendi zatıyla peygamberimizi müşerref kılmış, kelam-ı ilahisiyle Hz. Musayı daha bu dünya şereflendirmiş. Miraç hadisesinde Peygamberimiz bir çok esrarı müşahede etmiştir.

    ben şöyle düşününürüm. Üstad bediüzzaman söylemişse doğrudur Allah dilerse gösterir derim. zira ğayb mutlak değildir, istisnaları vardır.en azından ilişmem itiraz etmem.

    Neyse bu benim kanaatlerim. bu konuda aşağıda alıntıladığım güzel bir çalışma var. sabırla okumak lazımdır.



    "Bazı ayetlerde "Gaybı Allah'dan başkasının bilemeyeceği" ifade edilmektedir. Bazı peygamberlerin ve bazı veli zatların gelecekle alakalı haberler vermelerini bu ayetler ışığında nasıl değerlendirebiliriz?

    Gelecek bilinebilir mi?


    Şu ayet-i kerîme, haşmetli bir üslubla Allah’ın ilminin herşeyi kuşattığını ilân eder:
    Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. Düşen hiçbir yaprak ve yerin karanlıklarında hiçbir dane yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübîn’dedir.” (En’am, 59).
    Ayetin genel üslubundan anlaşılıyor ki, gayb, kapıları kilitli bir hazine gibidir. Bu hazinenin anahtarları da Allah’ın elindedir. Nitekim şu ayet, genel bir hüküm olarak gaybı ve geleceği sadece Allahın bildiğini haber verir:
    De ki: Göklerde ve yerde Allah’dan başkası gaybı bilmez.” (Neml, 65)
    Fakat her genel hükmün istisnaları olabilir. “Kuğular beyazdır” dediğimizde “genelde beyazdır” manası anlaşılabilir. Zira az da olsa siyah kuğular vardır.

    “Geleceği hiç kimse bilemez mi? Allah, kendi katındaki gayb hazinelerinin anahtarını başkasına veremez mi?” şeklindeki sorularımıza, şu ayet bir açıklık getirmektedir:

    Gaybı bilen O’dur. Gaybını, razı olduğu rasulden başkasına bildirmez” (Cin, 26-27). Demek ki, “Gaybı Allah’dan başkası bilemez” hükmünün de bir istisnası söz konusudur. Allah’ın bildirmesi şartıyla gaybı Allah’dan başkası da bir derece bilebilir.

    Ayetteki “razı olunmuş rasul” ifadesi değişik şekillerde tefsir edilmiştir.

    Bazılarına göre, buradaki “Rasul”den murat peygamberdir. Yani, Allah gaybını ancak bir peygambere bildirir. Bu yönüyle ayet, velilerle, sihirbaz ve kâhinlerin gaybî bilgisini reddetmektedir. Çünkü sihirbaz ve kâhinler, Allah’ın rızasından en uzak ve gadabına en lâyık kimselerdir. Veliler ise, her ne kadar Allah’ın razı olduğu kişilerse de, peygamber değillerdir.

    Bu meselede, şu hususlara dikkat çekmek istiyoruz:

    1. “Rasul” ifadesi sadece peygamberler için kullanılan bir kelime değildir. Nitekim, “Allah meleklerden ve insanlardan “Rasuller” seçer” (Hacc, 75) ayeti, açık manasıyla bunu belirtmektedir.

    2. Ayetteki “Rasul” kelimesi, meleği de içine aldığına göre, meleğin bazı veli kişilere ilham getirmesi hiç de reddedilecek bir durum değildir. Nitekim hadiste “Âdemoğluna şeytanın da bir dokunuşu, meleğin de bir dokunuşu vardır” buyrulmuştur. (Tirmizi, Tefsir 2/ 35) Ayrıca görüleceği üzere, bazı veliler birtakım gaybî sırlara mazhar olmuşlardır.

    3. İlâhî kelâma mazhariyet, sadece nebilere has bir özellik değildir. Bazı insanların rüya veya ilham gibi bir yolla, gaybdan bazı sırlara muttali’ olmaları mümkündür ve vakidir. Nitekim şu ayet, Allah’ın insanlarla konuşma prensibini dile getirmektedir:
    Hiçbir beşer için, Allah’ın, bir vahiyle veya perde arkasından konuşması veyahut bir elçi gönderip de izni ile ona dilediğini bildirmesi dışında konuşması yoktur.” (Şûra, 51)
    Ayette, “Allah peygamberlerine bu üç yoldan başka konuşmaz” denilmeyip “Allah insanlarla bu üç yoldan başka konuşmaz” denilmesi peygamber dışındaki diğer insanların da, ilâhî kelâm’dan nasibi olabileceğini göstermektedir. Buna göre:

    a. Allah’ın vahiyle konuşması, vahyin şiddet ve zaaf yönüyle çeşitli mertebelerini içine alabilir. Hem peygamberlere hem de, Hz. Musa’nın annesinde olduğu gibi, diğer insanlara, gerek yakazada, gerekse rüyada olan ilâhî mesajı ifade eder. Dolayısıyla, buradaki vahiy, “ilham” manasını da tazammun etmektedir.

    b. Allah’ın perde arkasından konuşması, Hz. Musa’nın ilk vahye mazhar olduğunda, doğrudan ilâhî hitabı duyması gibi durumları içine alır.

    c. Allah’ın bir elçi vasıtasıyla konuşması, Hz. Cebrail’i peygamberine gönderip vahyini bildirmesi tarzındaki durumları bildirmektedir.

    Görüldüğü gibi, “Gaybın hazineleri” Allah katında olmakla beraber, Allah gerek peygamberine, gerekse bazı has kullarına birtakım sırlarını bildirmektedir.

    Hz. İsanın gelecekten haber vermesi


    Peygamberler, vahiy yoluyla gaybî bilgiye mazhar kılınmış kişilerdir. Cenab-ı Hak, mesajını insanlar arasında seçtiği bu kimseler vasıtasıyla bildirmiştir.

    Bu peygamberler, gaybı bilen kişiler olmayıp gaybdan haber alan kişilerdir. Yani, bu seçkin zâtlar kendiliklerinden gaybı bilmezler. Ancak kendilerine bildirileni bilirler.

    Kur’an’da, peygamberlerin geleceğe dair bazı gaybî haberler verdikleri görülür. Meselâ Hz. İsa, kendisinden sonra gelecek peygamberi ismiyle haber vermiştir:
    Hani, Meryem oğlu İsa şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Ben, Allah’dan size bir elçiyim. Benden önceki Tevrât’ın bir tasdikçisi ve benden sonra gelecek, ismi Ahmed olan bir peygamberin müjdecisiyim.” (Saff, 6).
    Hz. Peygamberin gönderileceği müjdesi, Hz. İsa tarafından bu şekilde açık bir şekilde bildirildiği gibi:
    Evvelkilere verilen kitaplarda onun bahsi vardır. Beni İsrail âlimlerinin bunu bilmesi, onlar için bir delil değil midir?” ayetinin de belirttiği gibi, diğer semavî kitaplar Hz. Peygamber’den, O’na gelen Kur’an’dan bahsetmişlerdir. (Şuara, 196-197)
    Nitekim Hz. Peygamber geldiği sıralar, İsrailoğulları uleması bir peygamberin geleceğini söylemekteydiler.

    Yine Hz. İsa’ya dönecek olursak, bu büyük peygamber Allah’ın kendisine verdiği mucizeleri anlatırken, şunu da söylemektedir:
    Ben, evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm.” (Al-i İmran, 49).
    Benzeri bir durum Hz. Yusuf için de geçerlidir. Zindanda iken oradaki arkadaşlarına hangi yemeğin geleceğini önceden haber vermektedir. Hz. Yusuf: “Size rızık olarak hangi yemek geleceğini daha gelmeden, ben size haber veririm” sözünü, kendisine rüya tabiri için gelen iki arkadaşına söylemiştir. (Yusuf, 37) Onun bu şekilde gaybî sırlara mazhar olduğunu belirtmesi gurur için olmayıp, arkadaşlarını imana davete bir hazırlıktır. Sözüne devamla: “Bu, Rabbimin bana öğrettikleri şeylerdendir” demesi ise, bunun bir fal veya kehanet olmadığını bildirmek içindir. (Yusuf, 37)

    Hz. Yakup ve Hz. Yusuf


    Hz. Yakup, Kur’anın bize bildirdiği peygamberlerden bir tanesidir. İlerde bir peygamber olacak oğlu Yusuf’a özel bir muhabbeti vardır. Bunu hazmedemeyen Yusuf’un kardeşleri O’nu bir kuyuya atarlar. Yusuf’un kanlı gömleğini babalarına getirip “Yusuf’u kurt yedi” derler. Gelişen olaylar zincirinde, Hz. Yusuf bir kervan tarafından Mısır’a götürülüp köle olarak satılır. Bir iftira yüzünden zindana atılır. Burada yıllarca kalır. Hükümdarın rüyasını tabiri vesilesiyle zindandan çıkarılır. Mısır’ın en üst düzey makamlarından birisine getirilir.

    Bu arada, oğlunun hasretiyle yanıp tutuşan Hz.Yakub’un gözleri âmâ olur. Fakat Allah’dan gelen bir bilgiyle, oğlunun hayatta olduğuna inanmaktadır. Yakub’un oğulları, kıtlık dolayısıyla Mısır’a gıda almaya giderler. Hz. Yusuf, kardeşlerini tanır. Babasının durumunu öğrenince: “Şu gömleğimi götürüp babamın yüzüne sürün. Gözleri onunla i*yice görür hale gelir” der. Kafile Mısır’dan ayrıldığı sırada, Ken’an diyarındaki Hz. Yakub’ta bir hareketlilik gözlenir. Sevinçle etrafındakilere: “Eğer bana bunak demezseniz, (diyeceğim o ki) ben, Yusuf’un kokusunu alıyorum” der. Etrafındakiler ise, böyle bir koku almadıklarından cevapları şu olur: “Vallahi, sen hâlâ eski şaşkınlığındasın.” Müjdeci gelip gömleği Hz. Yakub’un yüzüne bıraktığında Hz. Yakub’un gözleri açılır. “Ben size, Allah’ın lütfuyla sizin bilmediğinizi bilirim demedim mi?” der. (Yusuf, 93-96)

    Kur’an’da anlatılan bu olayda, Hz. Yusuf’un, gönderdiği gömlekle babasının gözlerinin açılacağını bilmesi harika bir durum olduğu gibi, babası Yakub’un da çok uzak mesafeden gömleğin kokusunu duyması bir başka harika durumdur. Bazıları, “Oğlu Yusuf’a olan hasret ve iştiyakı onun hassasiyetini arttırmış olduğu için hissetmiştir” tarzında düşünebilirler. Büyük müfessir Hamdi Yazır buna şöyle cevap verir:
    Yakub’un hassasiyeti ne kadar incelmiş ve hüznü ile gözler ağardıktan sonra koku hissi ne kadar artmış olursa olsun, kafilenin ayrılması zamanına kadar Mısır’dan bir Yusuf kokusu duymayıp da, şimdi duymuş olması gösterir ki, bunun sırr-ı hikmeti O’nun hassasiyetinde değildir.” (Yazır, IV, 1651, 1652)
    Ayette “Ben size, Allah’ın lütfuyla sizin bilmediğinizi bilirim demedim mi?” denilmesi, Hz. Yakub’un bu bilgiyi kendi maddî hassasiyetinden değil, özel bir yolla Allah’dan aldığını göstermektedir.

    Şeyh Sadi, bununla ilgili olarak şu ince noktayı dile getirir:
    Biri, oğlunu kaybetmiş Yakub’a sorar: Yusuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan duydun da, O’nu Ken’an kuyusunda iken niçin görmedin? Hz. Yakup, şu cevabı verir: “Bizim halimiz çakan şimşek gibidir. Bazan açık, bazan kapalı olur. Bazan göklerin üstüne çıkar, otururuz, bazan da ayağımızın üstünü göremeyiz.” (Sadi, s. 50)
    Hz. Yusuf, daha küçüklüğünde ilâhî bilgilendirmeye nail olmuştur. Kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atıldığında Cenab-ı Hakk, kalbine şunu ilham eder:
    Farkında olamadıkları bir sırada, bu yaptıklarını onlara haber vereceksin”(Yusuf, 15).
    Zorluk anında kolaylık inzal etmek Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetinin bir tecellisidir. Kardeşleri tarafından böyle bir hıyanete maruz kalan, kuyunun karanlığındaki küçük Yusuf’un hassas kalbini hoşnut etmek, İlâhi hikmetin ve rahmetin bir gereğidir. İnsanların kudsi bir teselliye muhtaç oldukları ızdırab ve sıkıntı anlarında, ilâhî rahmetin imdada gelişi, pek çok kişinin şahsî tecrübeleriyle sabit olan bir hakikattir.

    Yine, Hz. Yusuf’un, kardeşlerine gömleğini verip, “Şu gömleğimi götürüp babamın yüzüne sürün. Gözleri onunla iyice görür hale gelir” demesi gaybî bir haber niteliğindedir. (Yusuf, 93)

    Ayrıca, Hz. Yakub’a “Yusuf’u kurt yedi” diye kanlı bir gömlekle beraber acı bir haber geldiği halde, Yusuf’un hayatta olduğunu bilmesi ve:

    Allah tarafından sizin bilmediğinizi biliyorum” demesi, O’ndaki gaybî bilgi boyutunu göstermektedir. (Yusuf, 86)

    Demek ki peygamberler, Allah’ın izniyle birtakım gaybî sırlara aşina olmuşlardır. Kur’an’da yer alan örnekler, bu gerçeği açık bir şekilde isbat etmektedir. Şüphesiz bu örnekler, emsallerine de kapı açmaktadırlar. Yani peygamberlere verilen bu gibi gaybî bilgiler sadece Kur’an’da zikredildiği kadar olmayıp, benzeri olaylar çokça vuku bulmuştur.

    Hz. Hızır


    Kehf suresi 60 - 82. âyetlerde Hz. Musa’nın “Allah kullarından bir kul” ile seyahati anlatılır. Bu seyahat, “gayb bilgisi” konusunda son derece dikkat çekici, ilginç durumları ihtiva eder. Bu meçhul zâtla, Hz. Musa’nın seyahatleri şöyle cereyan eder:

    Hz. Musa, yanındaki delikanlıyla beraber uzun bir yolculuktan sonra Hz. Hızır’la buluşacağı yere gelir.
    “Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona “sana öğretilenden bir irşad olarak, bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?” diye sordu.

    O dedi: “Sen benim yanımda bulunmaya dayanamazsın. İçyüzünden haberdar olmadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?”

    Musa, “inşallah sen beni sabreder bulacaksın, dedi. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim.”

    O dedi ki: “Eğer bana uyacaksan, ben sana ondan bahsedip de bir söz söyleyinceye kadar hiçbir şey hakkında bana sual sorma.”

    Böylece yola koyuldular. Gemiye bindiklerinde O, gemiyi deldi. Musa, “İçindekileri batırmak için mi gemiyi deldin?” dedi. “Andolsun ki, büyük bir şey yaptın.” O, “Sen benim yanımda bulunmaya sabredemezsin demedim mi?” dedi. Musa, “Unuttuğum için beni kınama; seninle olan arka*daşlığımı da zorlaştırma” dedi.

    Yine yola koyuldular. Bir erkek çocuğa rast geldiklerinde onu öldürdü. Musa dedi ki: “Bir can karşılığında kısas olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün! Doğrusu, pek kötü birşey yaptın.”

    O, “Ben sana benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” dedi.

    Musa dedi: “Eğer bundan sonra sana bir şey daha soracak olursam, benimle arkadaşlık etme. O zaman, benden ayrılmakta mazur sayılırsın.”

    Yine yola koyuldular. Nihayet, bir belde halkına vardılar. Onlardan yiyecek istediler. Onlar ise, o ikisini misafir etmekten kaçındılar. Orada, yıkılmak üzere bulunan bir duvara rast geldiler. O, duvarı doğrultuverdi. Musa dedi: “İsteseydin, bu yaptığın işe karşı bir ücret alırdın.” O, “İşte bu, seninle benim ayrılışımızdır” dedi. “Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü bildireceğim:

    “O gemi, denizden geçimlerini sağlayan birtakım fakirlere aitti. Ben, onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü arkalarında, bulduğu her sağlam gemiyi gasbeden bir hükümdar vardı.

    Çocuğa gelince; onun anne- babası mü’min kimselerdi. Bu çocuğun, ileride anne ve babasına isyan etmesi ve onları inkâra sevk etmesinden korktuk. İstedik ki, onların Rabbi, kendilerine huy temizliği bakımından daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk versin.

    Duvar ise, o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Ve altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları ise, salih bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar yetişkin çağa gelince hazinelerini oradan çıkarsınlar. Bütün bunlar, Rabbinden bir rahmet eseridir. Yoksa ben kendi reyimle yapmış değilim. İşte, sabredemediğin şeylerin açıklaması budur.”
    (Kehf, 65-82)
    Bu ibretli kıssayla ilgili bazı noktalara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:

    1- Kıssanın baş kahramanı olan bu “Allah kullarından bir kul”un ismi âyetlerde zikredilmemiştir. Gaybtaki bilinmezlik atmosferi, kıssanın tamamında görüldüğü gibi, kıssa kahramanının ismen zikredilmemesinde de görülmektedir. Bundan dolayıdır ki, “Kur’an’ın göl*gesinde yaşamak” noktasından hareketle tefsirinde, bu zatın isminden bahsetmeyenler de bulunmuştur. Biz ise, hadislerde “Hızır” olarak bahsedilmesinden dolayı, pratikte sağladığı kolaylıktan istifade için, bundan sonra bu zattan “Hızır” olarak söz edeceğiz.

    2- Hz. Hızır’ın nebî veya veli olması hususunda âyetlerde açık bir ifade yoktur. Ancak, “Hz. Musa gibi büyük bir peygamberin bilmediği gaybî sırlara vakıf olması ve: “Ben bunları kendi reyimle yapmış değilim”(Kehf, 82) diyerek, bu tasarrufları Allah’ın emriyle yaptığını söylemesi” gibi noktalardan hareketle, nebî olduğunu söyleyenler çoğunluktadır.

    3- Hz. Hızır’ın ilmi, “ilm-i ledünnî” diye şöhret bulmuştur. Bu ifade, “Biz O’na tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” âyetindeki “ledün” kelimesinden gelmektedir.

    Bütün ilimler Allah tarafından olduğu halde, burada özel olarak bunun ayrıca belirtilmesi, bu ilmin, dıştan her hangi bir sebep olmaksızın, doğrudan İlâhî talime dayandığını gösterir. Çünkü; tarih, fıkıh gibi ilimleri kitaplardan okumak veya birisinden dinlemek yoluyla öğrenmek mümkündür. Ledün ilmi ise, bu yolla öğrenilecek ilimler cinsinden bir ilim değildir. Hatta öyle ki Hz. Musa gibi bir peygambere bile, bu ilim doğrudan verilmemiştir. Bu ilim hakkında “hakikatın ilmi, batın ilmi” “gayb ilmi” gibi açıklamalar yapılmaktadır. Hz. Hızır’ın, Hz. Musa’ya söylediği şu sözler, her ikisinin ilmindeki farklılığı belirtmektedir:

    “Ya Musa! Allah tarafından, ben senin bilmediğin bir ilmi biliyorum. Sen de benim bilmediğim bir ilmi biliyorsun.”

    4- Vazife noktasından baktığımızda, ikisi arasında farklılık olduğunu görürüz. Hz. Hızır, Hz. Musa gibi halkı Hakk’a götürmeye memur değil, Hakk’dan halka olan mukadderatın infazına memurdur. Bundan dolayı, oğlanı öldürmesi de Allah’ın emriyle vefat eden çocukların ruhlarını kabza müvekkel olan ölüm meleğinin vazife ve mesuliyeti gibi olur. (Yazır, V, 3273)

    Veya, başka bir benzetmeyle Hz. Hızır, İlâhî senaryonun oynanmasında rol alan bir aktördür. Aktörler, senaryoda onlara biçilen rolleri oynarlar. Onların bunun ötesinde bir sorumlulukları ve yükümlülükleri yoktur. (Albayrak, s. 245)

    5- Bize bakan yönüyle kıssa, pek çok ibretleri ihtiva etmektedir. “Gelecek Bilgisi” noktasından alacağımız en mühim ders, “olayların dış görünüşündeki çirkinliğe aldanmamaktır” Evet, çirkin görülen pek çok olayın neticesi güzel olabilir. Nitekim, Kur’an’ın: “Sevmediğiniz bir şey hakkınızda hayırlı olabilir” âyeti, bunu açık bir şekilde ifade etmektedir. (Bakara 216) Bu kıssa, üstteki âyetin açıklaması gibidir. Görünüşte kötü bir fiil gibi görülen geminin yara alması ve çocuğun ölümü, ileride güzel neticelere vesile olmuştur."


    Şadi Eren (Doç.Dr.)



  4. #4
    Ehil Üye Abdulbaki - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2006
    Yaş
    60
    Mesajlar
    3.610

    Standart

    Hadis-i şerifte vârit olmuştur ki, "Bazan belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir." Şu hadisin sırrı gösteriyor ki, mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle mukayyet bulunduğunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hadise de vukua gelmiyor. Fakat o hadise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.
    (On Altıncı Lem'a )

    Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. (Bediüzzaman)


  5. #5
    Ehil Üye Abdulbaki - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2006
    Yaş
    60
    Mesajlar
    3.610

    Standart

    Şu kâinat semasının gurubu olmayan mânevî güneşi olan Kur'ân-ı Kerim; şu mevcudat kitab-ı kebirinin âyât-ı tekvîniyesini okutturmak, mahiyetini göstermek için şuaları hükmünde olan envarını neşrediyor. Ukul-ü beşeri tenvir ile sırat-ı müstakimi gösteriyor. Beşeriyet âleminde her fert, hilkatindeki makasıdı ve fıtratındaki metâlibi ve istikametindeki gayesini, o hidayet güneşinin nuru ile görür, anlar ve bilir. O hidayet nurunun tecellisine mazhar olanlar, kalb kabiliyeti nisbetinde ona aynadarlık ederek kurbiyet kesbeder. Eşya ve hayatın mahiyeti o nur ile tezahür ederek, ancak o nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir. Şems-i Ezeliyenin mânevi hidayet nurlarını temsil eden Kur'ân-ı Kerîm, kalb gözüyle hak ve hakikati görmeyi temin eder. Onun için, onun nurundan uzakta kalanlar, zulümatta kalırlar. Zira herşey nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir. İşte şu kitab-ı kebirin mânevi ve sermedî güneşi olan Kur'ân-ı Kerîmin nur-u tecellîsine bu asrımızda "Nur" ismiyle müsemmâ olan Risale-i Nur'un şahs-ı mânevisi mazhar olmuştur.(Sikke-i Tasdik-i Gaybî )

    Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. (Bediüzzaman)


  6. #6
    Gayyur figen yalçın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Feb 2009
    Bulunduğu yer
    izmit
    Mesajlar
    137

    Standart

    abdülbaki abi teşekkürler defalarca okuyorsun her seferinde başka bir pencere açılıyor

  7. #7
    Ehil Üye Abdulbaki - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2006
    Yaş
    60
    Mesajlar
    3.610

    Standart

    Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, lâ ya'lemu'l-ğaybe illâllah sırrınca, kendi kendine gaybı bilmezdi. Belki Cenâb-ı Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenâb-ı Hak hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. (On Dokuzuncu Mektup)

    Evet, herkes bizzat gaybı bilmez. Fakat i'lâm ve ilham-ı İlâhî ile bilinebilir ki, bütün mucizat ve keramat ona dayanır. (On Dördüncü Şua )

    Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. (Bediüzzaman)


  8. #8
    Yasaklı Üye Fatih_Mehmet - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2008
    Bulunduğu yer
    Antalya
    Yaş
    48
    Mesajlar
    195

    Standart

    Alıntı Fatih_Mehmet Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Levh-i Mahfuzu bugüne kadar hangi peygamber görmüş? bana bir örnek verebilir misiniz?
    Şu sorum hala cevapsız kaldı...Levhi Mahfuzu gören bir peygamber var mı bugüne kadar? Bana delilleri ile yazabilir misiniz?
    İlham ve keşif kişinin kendini bağlar.

  9. #9
    Vefakar Üye Hamdım.Pişdim.Yandım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2008
    Mesajlar
    317

    Standart

    Hz. Musa (a.s.) Levh-i Mahfuz'a baktığı zaman, orada Hz. Muhammed (s.a.v.)'in öyle hasletlerini, büyüklüğünü, faziletini görmüş , "Ya Rabbii Keşke beni de Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti olarak yaratsaydın, başka bir şey istemezdim" buyurmuştur.



    Risale-i Nur'a intisap eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, "Risale-i Nur talebesi" ünvanını alır.

    B.Said NURSİ


  10. #10
    Vefakar Üye Hamdım.Pişdim.Yandım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2008
    Mesajlar
    317

    Standart

    Yine Ebu Dâvud'un rivayetinde : "Müzeyne veya Cüheyne kabilesinden bir adam sordu: "Ey Allah'ın Resûlü, hangi işi yapıyoruz, olup bitmiş (levh-i mahfuza kaydı geçmiş) bir işi mi, yoksa (henüz levh-i mahfuza geçmemiş) şu anda yeni başlanacak olan bir işi mi?" Resûlüllah (aleyhissalâtu vesselâm): "Olup bitan bir işi" dedi.

    kütüb-i sitte



    Risale-i Nur'a intisap eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, "Risale-i Nur talebesi" ünvanını alır.

    B.Said NURSİ


+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Kur'an ve Tevafuk
    By Hamdım.Pişdim.Yandım in forum Klip, Video, Film ve Animasyon
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 03.12.08, 13:47
  2. Cevaplar: 25
    Son Mesaj: 22.11.08, 19:52
  3. Ahmed Husrev Efendi’nin Manevî Şahsiyeti
    By Hamdım.Pişdim.Yandım in forum Bediüzzaman'ın Talebeleri
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 02.11.08, 13:30
  4. TesadÜf MÜ Tevafuk Mu?
    By ecrin54 in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 18.10.07, 21:50

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0