+ Konu Cevaplama Paneli
2. Sayfa - Toplam 4 Sayfa var BirinciBirinci 1 2 3 4 SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 11 ile 20 ve 35
Like Tree1Beğeni

Konu: Said Nursi - (Tarihçe-i Hayat / İlk Hayatı)ndan

  1. #11
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Molla Said, aşiretler arasında olan herhangi bir geçimsizliği işitince hemen müdahale ederek, irşad yoluyla her iki tarafı da derhal barıştırırdı. Hattâ hükûmetin bile barıştırmaktan âciz kaldığı Şeker Ağa ile Mîran Reisi Mustafa Paşa'yı barıştırdı. Ve Mustafa Paşa'ya:

    -Daha tövbe etmedin mi? diye sorunca, Mustafa Paşa da cevaben:

    -Seydâ! Ne söylerseniz sözünüzden çıkmam, demiştir.

    Mustafa Paşa, at ile para teberru' etmek ister. Bedîüzzaman reddederek:

    -Şimdiye kadar kimseden para almadığımı işitmediniz mi? Bahusus sizin gibi zalimden nasıl para alırım? Ve siz galiba tövbenizi bozdunuz, şu takdirde Cezire'ye ulaşamazsınız, demiştir.

    Ve hakikaten Cezire'ye yetişmeden yolda öldüğünü haber alır.


    Tarihçe-i Hayat


  2. #12
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Bedîüzzaman, riyaziyede hârikulâde bir sür'at-i intikale mâlik idi. Herhangi bir müşkil mes'eleyi, zihnen hemen hallederdi. Hattâ Cebir Mukabele ilminde bir risale te'lif etmişti. Tahir Paşa nezdinde hesab mes'eleleri münakaşa mevzuu olduğunda hesaba dair hangi mes'ele bahsedilse, başkaları ve en mahir kâtibler neticeyi bulamadan, Molla Said zihnen çıkarıyordu. Çok defalar böyle yarışlara girişir ve umumunda daima birinci gelirdi. Bir defasında şöyle bir sual sordular:

    -Onbeş müslim, onbeş gayr-ı müslim farzedilerek, birbiri ardına dizilince bunlara yapılacak her kur'ada gayr-ı müslime isabet etmesi matlubdur. Nasıl taksim edilir?

    Bu suale cevaben:
    -Bunların yüz yirmi dört vaziyet-i muhtemelesi vardır, diyerek yapar.

    Hem de der:
    -Bundan daha müşkilini de kendim icad ederim. İki bin beşyüz vaziyet-i muhtemeleye göre yaparım.

    İki saat zarfında yüz adamdan elli adet gayr-ı müslimi o vaziyette taksim eder ki, daima kur'ayı gayr-ı müslime düşürür. Ve hattâ beşyüz gayr-ı müslim olmakla ikiyüz ellibin vaziyet-i muhtemele üzerine bir mes'ele çıkarttı ve Tahir Paşa'ya göstererek bir risale şeklinde yazdı.
    {(Haşiye): Maatteessüf o risale Van'da bir yangında yanmıştır.}


    Tarihçe-i Hayat


  3. #13
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Bedîüzzaman Van'da bulunduğu zamanlarda, vali Tahir Paşa ile bazı gazetelerden havadis okurdu. Bilhâssa İslâmiyeti alâkadar eden hususlara dikkat ederdi. Van'daki ikameti esnasında, âlem-i İslâmın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:

    İngiliz Meclis-i Meb'usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur'an-ı Kerim'i göstererek söylediği bir nutukta:

    Bu Kur'an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'anı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'andan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.

    İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlas, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bedîüzzaman'ın, bu havadis üzerine: "Kur'anın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!" diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır.
    {(Haşiye): Said Nursî altmışbeş sene evvel Van'da Vali Tahir Paşa'nın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekât Nâzırı'nın İngiliz Meclis-i Meb'usanında elinde Kur'anı göstererek: "Bu Kur'an, müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur'anı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur'andan soğutmalıyız." sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır. Kur'anın bir mu'cize olduğunu isbat ederek her tarafa neşretmek ve kâfirleri tam susturmak ister; buna kat'î karar verir. Van'da bulunduğu onbeş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı seksenden ziyade kitabı ezbere devrettiği gibi, âlem-i İslâmın hal-i hazırda durumu hakkında da gerekli her türlü malûmatı elde eder. Nazîrsiz bir allâme olan Bedîüzzaman, daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi, sair emsalleri fevkinde kendisine ayrıca hikmet-i Kur'aniye talim edilmişti. Kendisi, asr-ı hazırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur'anın mu'cize olduğunu isbat ve herkesi ikna' edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu. Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhuru, kudret-i İlahiyeyi açıkça gösterdiği gibi; maddî hiçbir kuvvete sahib olmayan, bilakis mazlum ve bir nevi elleri kolları bağlı bir vaziyette Bedîüzzaman'ın çekirdek-misal hayatı ve hizmetiyle tarihin en dehşetli bir devrinde hem Anadolu, hem âlem-i İslâm, hem dünyanın ekserisine de maddeten tesir edecek ve zihniyetlerini değiştirecek manevî küllî ve cihanşümul bir inkişafın zuhuru; aynen bir kudret-i mutlaka ve istihdam-ı İlahî ve sevk-i Rabbanî ile olduğu akla ve kalbe görünmektedir. Filhakika bir eserinde tahdis-i nimet suretinde hizmet-i imaniyeye ait inayet-i İlahiyeden bahsederken şöyle der:

    "Eski harb-i umumîde ve daha evvellerinde bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: -Ana korkma, Cenab-ı Hakk'ın emridir. O hem Rahîm'dir, hem Hakîm'dir. Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât bana âmirane diyor ki: -İ'caz-ı Kur'anı beyan et. Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek; i'cazı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım."
    }

    Tarihçe-i Hayat


  4. #14
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Bedîüzzaman Şarkî Anadolu'da "Medresetüzzehra" namında bir dârülfünun açmak, ya Van'da veyahut da Diyarbakır'da dârülfünun derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: "Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpare-i zekâ, İstanbul âfâkında tulû' etti."

    İstanbul'a gelmeden evvel bir gün Tahir Paşa:

    -Şark ülemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul'a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin? demişti.

    İstanbul'a gelir gelmez ülemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul'daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevablarını sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Şarkî Anadolu'daki ilm ü irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celbetmekti. Yoksa Molla Said, kat'iyyen hodfüruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve alayişten müberra olarak hareket ederdi. İlim, cesaret, hâfıza ve zekâ itibariyle pek hârika idi. Aynı derecede belki daha ziyade olarak hâlis ve muhlis idi. Tasannu ve tekellüften kat'iyyen hoşlanmazdı. İstanbul'daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: "BURADA HER MÜŞKİL HALLEDİLİR, HER SUALE CEVAB VERİLİR, FAKAT SUAL SORULMAZ." {(Haşiye): Burada şunu ilâveten beyan etmek îcab eder ki: Said Nursî'nin hayatının son otuz-kırk senesinde, Din-i İslâma ve Kur'ana hizmet cihetinde fevkalâde bir rahmet ve inayetle Risale-i Nur ihsan edildiğinden ve âlemşümul bir manevî cihad-ı diniye ve hizmet-i Kur'aniyede bulunduğundan anlaşılmış ve sonra kendileri de bir manevî ihtarla kaleme almışlardır ki, onun hayatı bir intizam dairesinde geçiyordu. Yani, ileride mühim bir hizmet-i Kur'aniyede bulunacağı için, Cenab-ı Hak o hizmet-i Kur'aniyeye zemin hazırlamak hikmetiyle, Said'i fevkalhad şartlar içerisinde ve fevkalâde inayet altında hârika bir zekâ ve dehâ ile mücehhez olarak istihdam ve istimal ediyordu. Onun için, tarihçe-i hayatın başında beyan edildiği vecihle, onun hayat ve ahvaline bu nokta-i nazarla bakmak lâzımdır. Ve hattâ kendisi hürriyetten evvel birçok talebelerine, dostlarına: -Bir nur görüyorum, istikbale büyük ümidlerle bakıyorum diye, ehemmiyetli bir Kur'an hizmetinin vuku'bulacağını haber veriyordu. Bir hiss-i kabl-el vuku' ile Risale-i Nur'un şimdiki manevî hizmet-i Kur'aniye ve imaniyesini, o zamanları siyaset âleminde olacak zannedip, bütün kuvvetiyle İstanbul'da siyaseti dine, Kur'ana âlet ederek çalışıyordu.}

    Tarihçe-i Hayat


  5. #15
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    İstanbul'da grup grup gelen ülemanın suallerini cevablandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ-istisna bütün suallere cevab vermesi ve gayet mukni' ve belig ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve "Bedîüzzaman" ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir "nadire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı.

    Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahit Efendi İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul'da bulunan Bedîüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbul üleması, Şeyh Bahit'ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahit de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Câmiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahit Efendi, yanında ülema hazır bulunduğu halde Bedîüzzaman'a hitaben:

    ﻣَﺎ ﺗَﻘُﻮﻝُ ﻓِﻰ ﺣَﻖِّ ﺍْﻻ*َﻭْﺭُﻭﺑَﺎﺋِﻴَّﺔِ ﻭَ ﺍﻟْﻌُﺜْﻤَﺎﻧِﻴَّﺔِ

    Yani: "Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?" der.


    Şeyh Bahit Efendi'nin bu sualden maksadı; Bedîüzzaman'ın şekk olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bedîüzzaman'ın verdiği cevab şu oldu:

    ﺍِﻥَّ ﺍْﻻ*َﻭْﺭُﻭﺑَﺎ ﺣَﺎﻣِﻠَﺔٌ ﺑِﺎْﻻ*ِﺳْﻼ*َﻣِﻴَّﺔِ ﻓَﺴَﺘَﻠِﺪُ ﻳَﻮْﻣًﺎ ﻣَﺎ ﻭَ ﺍِﻥَّ ﺍﻟْﻌُﺜْﻤَﺎﻧِﻴَّﺔَ ﺣَﺎﻣِﻠَﺔٌ ﺑِﺎْﻻ*َﻭْﺭُﻭﺑَﺎﺋِﻴَّﺔِ ﻓَﺴَﺘَﻠِﺪُ ﻳَﻮْﻣًﺎ ﻣَﺎ

    Yani "Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak."

    Bu cevaba karşı Şeyh Bahit Hazretleri:

    -Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bedîüzzaman'a hastır demiştir.
    {(1): Nitekim Bedîüzzaman'ın dediği gibi; ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş, bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmek; ve şimdi Avrupa'da Kur'ana ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhâssa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.}



    Tarihçe-i Hayat



  6. #16
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Bedîüzzaman'ın İstanbul'da hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek, diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı Jön Türklere daima muhalefette bulunarak:

    -Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahîm olacaktır, diye izhar-ı muhalefetten çekinmiyordu.

    Hürriyetten sonra mücahid arkadaşlarıyla beraber İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) Cem'iyeti'ni kurmuşlar, cem'iyet pek kısa bir zamanda inkişafa başlamış, hattâ Bedîüzzaman'ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havalisinde elli bin kişi cem'iyete dâhil olmuştu.

    Hürriyeti sû'-i tefsir etmemek ve meşrutiyeti meşrutiyet-i meşrua olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor ve hitabelerde bulunuyordu. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar belig ve mukni' idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî'nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmişlerdir. O zamandaki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya'nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sadıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçmaması için evamir-i şer'iyeyi çabuk imtisal etmenin zarurî olduğunu ileri sürüyordu. "Eğer meşrutiyeti hürriyet-i şer'iye ile kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terkedecek" diye ihtar ediyordu.

    Tarihçe-i Hayat


  7. #17
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    "Eğer meşrutiyeti hürriyet-i şer'iye ile kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terkedecek" diye ihtar ediyordu. O nutuk ve makalelerden nümune olarak cüz'î bir kısmını buraya dercediyoruz:

    Bedîüzzaman Said Nursî'nin ilân-ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen söylediği ve sonra Selânik'te Hürriyet Meydanı'nda tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun suretidir.



    Hürriyete Hitab

    Ey hürriyet-i şer'î! Öyle müdhiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedeviyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynülhayat-ı şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûmenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse ve ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse...

    Yâ Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, "vel-ba'sü ba'de-l mevt (
    Ölümden sonra dirìliş haktır.)" hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:


    Asya'nın ve Rumeli'nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış; menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler
    ﻳَﺎ ﻟَﻴْﺘَﻨِﻰ ﻛُﻨْﺖُ ﺗُﺮَﺍﺑًﺎ Ne olurdu, keşke toprak olaydım. (Nebe’ Sûresi: 40.) demeye başladılar. Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mu'cize gibi doğduğu için inşâallah bir seneye kadar,ﻧُﻜَﻠِّﻢُ ﻣَﻦْ ﻛَﺎﻥَ ﻓِﻰ ﺍﻟْﻤَﻬْﺪِ ﺻَﺒِﻴًّﺎ Çocukken beşikte konuşuruz. (Meryem Suresi: 29.) sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlali olan kanun-u şer'î, hâzin-i Cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.

    Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dâhil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa'y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum.

    .........
    Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fasideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şeriat-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.

    Sakın ey ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik, neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu'cize-i Peygamberî ile, şimendifer-i kanun-u şer'iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer'iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi'-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

    Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

    Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti sû'-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. {(Haşiye): Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.} Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşvünema bulur.
    .........

    Bedîüzzaman


    Tarihçe-i Hayat



  8. #18
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    Hutbe-i Şamiye ' den

    BİRİNCİ KELİME:

    "El-emel". Yani rahmet-i İlahiyeden kuvvetle ümid beslemek. Evet ben kendi hesabıma aldığım derse binaen: Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm'ın saadet-i dünyeviyesi, bahusus Osmanlıların saadeti ve bilhâssa İslâm'ın terakkisi onların intibahıyla olan Arab'ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin rağmına olarak ben dünyaya işittirecek
    {(Haşiye): Eski Said, hiss-i kabl-el vuku' ile 1371'de -başta Arab Devletleri- Âlem-i İslâm'ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırkbeş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene devam eden istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. Üçyüz yirmi yedi'de olacak gibi müjde vermiş, te'hirinin sebebini nazara almamış.}
    derecede kanaat-ı kat'iyyemle derim: İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet'in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olacak. Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:
    El-emel: Ümitli olmak.
    Rahmet-i İlahiye: Allah'ın(cc) merhameti, Allah'a ait rahmet.
    Binaen: Dayanarak, dayalı olarak.
    Cemaat: Topluluk.
    Âlem-i İslâm: Bütün müslüman milletler ve ülkeler, islâm âlemi.
    Saadet-i dünyeviye: Dünyaya ait saadet, dünyanın mutluluğu.
    Bahusus: Özellikle, hele.
    Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
    İntibah: Uyanıklık, uyanma.
    Fecr-i sadık: Gerçek ve doğru fecir. ("Gerçek kurtuluş, gerçek aydınlığa kavuşma, gerçeğin ortaya çıkması" manalarında kullanılır).
    Emare: Belirti, ipucu.
    İnkişaf: Açılma, meydana çıkma, gelişme, ilerleme.
    Saadet: Mutluluk.
    Ye's: Ümitsizlik.
    Rağmına: Aksine, zıttına, istememene karşı.
    Hiss-i kabl-el vuku: Önceden sezme duygusu (önsezi) , vuku bulmadan önce hissedebilen his.
    Ecnebi: Yabancı.
    Esaret: Esirlik, kölelik.
    İstibdad: Zulüm ve baskı, kanun dışı kendi keyfine göre idare.
    İstibdad-ı mutlak: Sınırsız baskı ve zorlama, tam zorbalık ve baskı.
    Kanaat-ı kat'iyye: Kat'i kanaat, kesin inanç.
    Hâkim: Hükmeden, idare eden.
    Hakaik-i Kur'aniye: Kur'ana ait hakikatlar.
    Bürhan: Kesin delil.
    Mukaddemat: Başlangıçlar.


    İslâmiyet hakaikı hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.
    Hakaik: Hakikatlar, gerçekler ve doğrular.
    Manen: Manaca.
    Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
    Kabil: Mümkün, olabilir.
    İstidad: Kabiliyet, yetenek.

    Birinci cihet
    olan manen terakki ise: Biliniz! Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikata en doğru şahiddir. İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ Rus'u mağlub eden Japon başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:
    Cihet: Yön, taraf.
    Vukuat: Olaylar, hadiseler, olanlar.
    Hakkaniyet: Haklılık, doğruluk, gerçeklil.

    Hakikat-ı İslâmiyenin kuvveti nisbetinde ve Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm'ın hakikat-ı İslâmiye'de za'fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir.
    Hakikat-ı İslâmiye: İslâm dini ile ilgili gerçek.
    Ehl-i İslâm: Müslümanlar.
    Temeddün: Medenileşmek, uygarlaşmak.
    Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
    Za'fiyet: Zayıflık.
    Tevahhuş: Korkmak, ürkmek, kaçmak.
    Tedenni: Aşağı düşme, alçalma, gerileme, aşağı inme.
    Herc ü merc: Karmakarışık, darmadağanık, alt-üst.
    Mağlubiyet: Yenilmişlik, yenilmiş olma.


    ...........


    Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz'ın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler.
    Ahlâk-ı İslâmiye: İslâm ahlâkı.
    Hakaik-i imaniye: İnançla ilgili gerçekler, imana ait hakikatlar.
    Kemalât: Mükemmellikler, olgunluklar, üstünlükler.
    Ef'al: Fiiller, işler.
    İzhar: Açığa vurma, ortaya koyma, gösterme.
    Sair: Diğer, başka.
    Cemaat: Topluluk.
    Küre-i Arz: Yer küre, dünya.
    Dehalet: Sığınma, yardım isteme.

    ...........


    Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm'ın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!
    Câmi-i Emevî: Suriye'nin başkenti Şam'da büyük ve önemli bir cami.
    Âlem-i İslâm: İslâm âlemi.
    Câmi-i kebir: Büyük cami.
    Hâdisat: Hadiseler, olaylar.
    Mütefekkir: Tefekkür eden, düşünen, düşünce sahibi, düşünür.
    Münevver: Nurlu, parlak. *Bilgili, uyanık.
    Telakki: Kabul etmek, karşılamak. Kişisel anlayış ve görüş.

    Hasıl-ı kelâm:
    Biz Kur'an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek.
    Hasıl-ı kelâm: Sözün kısası, söylenenlerden çıkan sonuç.
    Şakird: Talebe, öğrenci.
    Bürhan: Kesin delil, ispat vasıtası.
    Hakaik-i imaniye: İmana ait gerçekler.
    Efrad: Fertler, kişiler.
    Ruhban: Hıristiyan din adamı.
    Bürhan-ı aklîye: Akla dayanan delil, akla bakan ve ikna eden delil.
    İstinad: Dayanma.


    Hem de İslâmiyet güneşinin inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emareleri göründü. Yetmişbir'de fecr-i sadık başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak.
    İnkişaf: Açılma, meydana çıkma, gelişme, ilerleme.
    Beşer: İnsan.
    Tenvir: Nurlandırma, aydınlatma.
    Mümanaat: Mani olma, önleme, engelleme.
    Emare: Belirti, ipucu.
    Fecr-i sadık: "Gerçek kurtuluş, gerçek aydınlığa kavuşma, gerçeğin ortaya çıkması" manalarında kullanılır.
    Fecr-i kâzib: Birinci fecirdir ki, bir aydınlık olur sonra kaybolur. Bu birinci aydınlığa fecr-i kâzib
    denir. ("Yalancı kurtuluş, gerçek olmayan aydınlık" manalarında kullanılır).

    Evet hakikat-ı İslâmiyet'in mazi kıt'asını tamamen istilasına sekiz dehşetli maniler mümanaat ettiler:
    Hakikat-ı İslâmiyet: İslâm dininin temel gerçeği.
    Mümanaat: Mani olma, önleme, engelleme.


    Birinci, İkinci, Üçüncü Maniler:
    Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassublarıdır. Bu üç mani, marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmağa başlıyor.
    Ecnebi: Yabancı, başka milletten olan.
    Cehl: Cahillik, bilgisizlik.
    Taassub: Tutucu olma, aşırı bağlılık.
    Marifet: Bilme, tanıma.
    Mehasin: İyilikler, güzellikler, iyi ahlaklar.

    Dördüncü, Beşinci Maniler:
    Papazların, ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebilerin körükörüne onları taklid etmeleridir. Bu iki mani dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat, nev'-i beşerde başlamasıyla zeval bulmağa başlıyor.
    Ruhanî: Ruha ait, ruh ile ilgili.
    Riyaset: Reislik, başkanlık.
    Tahakküm: Zorbalık, baskı.
    Fikr-i hürriyet: Özgürlük düşüncesi.
    Meyl-i taharri-i hakikat: Gerçeği araştırma isteği.
    Nev'-i beşer: İnsan türü, insan nevi, insanlar.
    Zeval: Sona erme.

    Altıncı, Yedinci Maniler:
    Bizdeki istibdad ve şeriatın muhalefetinden gelen sû'-i ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdad kuvveti şimdi zeval bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdadlarının otuz-kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile ve sû'-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mani de zeval buluyor ve bulmağa başlamış. İnşâallah tam zeval bulacak.
    İstibdad: Zulüm ve baskı, kanun dışı kendi keyfine göre idare.
    Şeriat: Allah'ın(cc) kanunları.
    Sû'-i ahlâk: Kötü ahlâk, ahlâk kötülüğü.
    Mümanaat: Mani olma, önleme, engelleme.
    Münferid: Tek, yanlız, tek başına, kendi başına.
    Cemaat: Topluluk.
    Komite: Gizli dernekler ve örgütler.
    Hamiyet-i İslâmiye: İslâm dinini kurma gayreti.
    Feveran: Coşma, kaynayıp fışkırma.

    Sekizinci Mani:
    Fünun-u cedidenin bazı müsbet mesaili, hakaik-i İslâmiyenin zahirî manalarına muhalif ve muârız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazideki istilasına bir derece sed çekmiş. Meselâ: Küre-i Arzda emr-i İlahî ile nezarete memur Sevr ve Hut namlarında iki ruhanî melaikeyi dehşetli cismanî bir öküz, bir balık tevehhüm edip ehl-i fen ve felsefe hakikatı bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar.
    Fünun-u cedide: Yeni fenler.
    Müsbet: Olumlu.
    Mesaili: Meseleleri, kanunları.
    Hakaik-i İslâmiye: İslâm dinine ait gerçekler.
    Zahirî: Görünüşte olan, görünen.
    Muhalif: Zıt, karşı, aykırı, ters, uymayan.
    Muârız: Karşı çıkan, karşı gelen.
    Tevehhüm: Kuruntuya kapılma, sanma.
    Zaman-ı mazi: Geçmiş zaman.
    Küre-i Arz: Yer küre, dünya.
    Emr-i İlahî: Allah'ın(cc) emri.
    Sevr: Öküz, boğa.
    Hut: Balık.
    Melaike: Melekler.
    Cismanî: Cisimle ilgili, cisim halinde.
    Ehl-i fen: Fenciler, fen adamları.

    Bu misal gibi yüz misal var ki, hakikatı bilindikten sonra en muannid feylesof da teslim olmağa mecbur oluyor. Hattâ Risale-i Nur, Mu'cizat-ı Kur'aniyede fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur'anın bir lem'a-i i'cazını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkid zannettikleri Kur'an-ı Kerim'in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatları izhar edip en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın. Bu mani, kırkbeş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.
    Muannid: İnatçı, direnen.
    Mu'cizat-ı Kur'aniye: Kur'ana ait mucizeler.
    Lem'a-i i'caz: Mu'cizelik parıltısı.
    Medar-ı tenkid: Eleştirme sebebi.
    Fen: Varlıkları inceleyen ilim, bilim.
    İzhar: Açığa vurma, gösterme, ortaya koyma.

    Evet bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda te'lifatları var. Bu sekizinci dehşetli manianın zîr ü zeber olacağına dair emareler görünüyor.
    Muhakkikîn-i İslâmiye: İslâm dininin araştırmacıları.
    Te'lifat: Yazılmış kitaplar, yazılmış eserler.
    Zîr ü zeber: Alt üst, darmadağın.
    Emare: Belirti, ipucu.

    Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî marifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o sekiz manileri mağlub edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmağa başlamış. İnşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.
    Marifet: Bilme, tanıma.
    Mehasin: İyilikler, güzellikler, iyi ahlaklar.
    Taharri-i hakikat: Gerçeği araştırma.
    Meyelan: Meyil gösterme, yönelme, istek, eğilim.
    Muhabbet-i insaniye: İnsan sevgisi, insanlık sevgisi.

    Evet meşhurdur ki: "En kat'î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin."
    Kat'î: Kesin.
    Fazilet: Yüksek değer, üstün ahlak derecesi, dinde üstün vasıf ve özellikler.


    ...........


    Bedîüzzaman; misal olarak, İslâmiyetin hakkaniyeti hakkında takdirkâr ifadelerde bulunan "Prens Bismark" ile "Mister Karlayl"ın sözlerini naklettikten sonra diyor:
    Bedîüzzaman: Said Nursi Hazretlerinin lakabı.
    Hakkaniyet: Haklılık, doğruluk, gerçeklik.
    Takdirkâr: Takdir eden, kıymet veren, değer veren.

    İşte Amerika ve Avrupa'nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika, İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasılki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.
    Muhakkik: Araştırmacı, gerçekleri derinlemesine inceleyip anlamaya çalışan.
    Mahsulât: Mahsüller, ürünler.
    İstinaden: Dayanarak.

    Ey Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin kıt'alarında hakikî ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî-uhrevî saadete sevkedecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılab etmiş ve hurafattan, tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur'an'a tâbi olur, ittifak ederler.
    Câmi-i Emevî: Suriye'nin başkenti Şam'da büyük ve önemli bir cami.
    Âlem-i İslâm: Bütün müslüman milletler ve ülkeler, islâm âlemi.
    İhvan: Kardeşlerim.
    Mukaddeme: Başlangıç, giriş, önsöz.
    Beşer: İnsan.
    İnkılab: Kökten değişiklik, başka hale geçme.
    Hurafat: Asılsız uydurma düşünce ve inançlar.
    Tahrifat: Tahrifler, bozmalar, değiştirmeler.
    İsevî: Hıristiyan.


    İkinci Cihet:
    Yani maddeten İslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki: İslâmiyet, maddeten dahi istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı isbat ettiği gibi; bu İkinci Cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünki Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli, kırılmaz beş kuvvet içtima ve imtizac edip yerleşmiş.
    Cihet: Yön, taraf.
    Maddeten: Maddece, madde olarak, madde bakımından.
    Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
    Maneviyat: Manevi olan, mana dünyası ile ilgili olan.
    Terakkiyat: İlerlemeler, yükselmeler.
    Şahs-ı manevî: Aynı gayeyi ve düşünceyi paylaşanların oluşturduğu topluluk, manevi kişi. Düşünce hareketi.
    İçtima: Toplantı.
    İmtizac: Uyuşma, kaynaşma.

    Birincisi:
    Bütün kemalâtın üstadı ve üçyüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-ı İslâmiyettir.
    Kemalât: Kemaller, mükemmellikler, olgunluklar, üstünlükler.
    Müsbet: Olumlu. *İspatlı.
    Teçhiz: Cihazlanma, donatma.
    Hakikat-ı İslâmiyet: İslâm dininin temel gerçeği.

    İkinci Kuvvet:
    Medeniyetin ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebadilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.
    Vesile: Bahane, sebep. *Vasıta.
    Mebadiler: Başlangıçlar, çekirdekler.
    Tekemmül: Olgunlaşma, gelişme.
    Şedid: Şiddetli, kuvvetli, sert.
    Fakr: Fakirlik, yoksulluk.

    Üçüncü Kuvvet:
    Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksadları ders veren, o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıbta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak.
    İstibdadat: Baskılar ve zorbalıklar.
    Teceddüd: Yenilenme, tazelenme.
    Temeddün: Medenileşmek.
    Meyelan: Meyil gösterme, yönelme.
    Hürriyet-i şer'iye: İslâm dininin izin verdiği serbestlik.

    Dördüncü Kuvvet:
    Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.
    Şehamet-i imaniye: İmanın verdiği kahramanlık ve yiğitlik.
    Tezellül: Alçalmak, kendini alçak tutmak, aşağıya düşme, küçülme.
    Mazlum: Zulüm görmüş, haksızlığa uğramış kişi.
    Müstebid: Baskıcı, zorba, diktatör.

    Beşinci Kuvvet:
    İzzet-i İslâmiyedir ki, i'lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i'lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye'nin iman ile kat'î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı manevîsi o kat'î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şübhe edilmez.
    İzzet-i İslâmiye: İslâm dininin şeref ve yüceliği.
    İ'lâ-yı Kelimetullah: Allah(cc) kelâmının, İslamiyetin ulviyetini ve hakikatlarının kıymetini bildirmek ve yaymak.
    Mütevakkıf: Bağlı.
    Medeniyet-i hakikiye: Gerçek, hakiki medeniyet.
    Kat'î: Kesin.


    Evet nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.
    Taassub: Aşırı bağlılık, aşırı taraftarlık, fanatizm. * Bir şeye veya kimseye taraftar olma. *Körü körüne bağlılık, batılda ısrar etme.
    Tecavüzat: Saldırılar, tecâvüzler, sınır çiğnemeler.
    Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
    Hakkaniyet: Haklılık, doğruluk, gerçeklik.
    Mağlub: Yenilmiş.

    Biliniz ki:
    Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
    Murad: Gaye, maksat, amaç, istenen.
    Mehasin: İyilikler, güzellikler, iyi ahlaklar.
    Seyyiat: Günahlar, kötülükler, suçlar.
    Sefahet: Günah olan zevk ve eğlencelere düşkünlük.
    Galebe: Yenme, üstün gelme.
    Hasenat: İyilikler, sevaplar.
    Sulh-u umumî: Genel barış.

    Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.
    Hüda: Doğruyu ve gerçeği görmek.
    Heva: Boş istek, gelip geçici heves.
    Tahakküm: Zorbalık, baskı.
    Medar: Sebep, vesile.

    Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me'yus olup ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümidsizlikle zannediyorsunuz ki, dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.
    Terakkiyat: İlerlemeler, yükselmeler.
    Esbab: Sebepler.
    Me'yus: Ümitsiz.
    Ye's: Ümitsizlik.
    Âlem-i İslâm: İslâm dünyası.
    Kuvve-i maneviye: Manevi kuvvet.
    Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
    Tedenni: Alçalma, aşağı düşme, gerileme.

    Madem meyl-ül istikmal (tekemmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da nev'-i beşerin eski hatiatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviye de gösterecek inşâallah...
    Meyl-ül istikmal: Eksiksiz tam olma eğilimi.
    Fıtrat-ı beşeriye: İnsanın yaratılıştan gelen yapısı.
    Fıtraten: Yaratılışça, yaratılış bakımından.
    Derc: Yerleştirmek, koymak.
    Hatiat: Hatalar, yanlışlar.
    Keffaret: Af vesilesi.
    Saadet-i dünyeviye: Dünyanın mutluluğu.

    Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir.
    Hatt-ı müstakim: Düz çizgi.
    Mebde: Başlangıç. *Kök, temel.
    Münteha: Son, sonuç.
    Küre-i arz: Yer küre, dünya.

    Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev'-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz.
    Nev'-i beşer: İnsan türü, insanlar.
    Hakikat-ı İslâmiye: İslâm dini ile ilgili gerçek.
    Sulh-u umumî: Genel barış.
    Rahmet-i İlahiye: Allah'ın(cc) merhameti, İlahî rahmet.


    Said Nursi


  9. #19
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    İKİNCİ KELİME:
    Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:

    Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istila ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zanneder "Neme lâzım" der, "Herkes benim gibi berbaddır" diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.

    Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o kàtilimizden kısâsımızı alıp öldüreceğiz.


    ﻻَ ﺗَﻘْﻨَﻄُﻮﺍ ﻣِﻦْ ﺭَﺣْﻤَﺔ ﺍﻟﻠَّﻪِAllah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! (Zümer Sûresi, 53.) kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız.

    ﻣَﺎ ﻻَ ﻳُﺪْﺭَﻙُ ﻛُﻠُّﻪُ ﻻَ ﻳُﺘْﺮَﻙُ ﻛُﻠُّﻪُ Tamamı elde edilemeyen şeyin, tamamı terk edilmez. (Keşfü’l-Hafa, 2:196, hadis no: 2258.) hadîsinin hakikatı ile belini kıracağız inşâallah.

    Yeis; ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve ﺍَﻧَﺎ ﻋِﻨْﺪَ ﺣُﺴْﻦِ ﻇَﻦِّ ﻋَﺒْﺪِﻯ ﺑِﻰ Ben kulumun güzel zannı yanındayım. (Buhari, Tevhid:15; Tirmizi, Tevbe:1.)hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı, âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab'ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet'in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd, ittifak ile el ele verip Kur'an'ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.

    Said Nursi


  10. #20
    Ehil Üye fanidünya... - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2013
    Yaş
    44
    Mesajlar
    4.292

    Standart

    ÜÇÜNCÜ KELİME:
    Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki: SIDK, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.

    Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk, tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni'-i Zülcelal'in kudretine iftira etmektir.

    Küfür, bütün enva'ıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış.

    {(Haşiye): Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim." Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti. Siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti. Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin." Bunun için Eski Said:

    ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﺎﻟﻠَّﻪِ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺸَّﻴْﻄَﺎﻥِ ﻭَ ﺍﻟﺴِّﻴَﺎﺳَﺔِ
    dedi, otuzbeş seneden beri (şimdi kırkbeş sene oldu) siyaseti terk etti.
    (Haşiye-1): Üstadımızın yüzotuz parça kitabı ve mektubları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ i'damı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat'î isbat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur'un dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız. Nur Şakirdleri}

    Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvet-ül vüska" sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiştir.

    Said Nursî


+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Tarihçe-i Hayatı okumasak Olur Mu ?
    By _vatan_ in forum Bediüzzaman ve Risale-i Nur Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.05.14, 23:30
  2. Mufassal Tarihçe-i Hayat
    By lostideas in forum Bediüzzaman ve Risale-i Nur Çalışmaları
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 12.11.11, 00:05
  3. Tarihçe-i Hayat Dersleri
    By YİĞİDO in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 51
    Son Mesaj: 31.10.11, 11:22
  4. Mufassal Tarihçe-i Hayat
    By gulsah in forum Kitap, Dergi, Albüm Tanıtımları ve E-Kitap Paylaşımları
    Cevaplar: 12
    Son Mesaj: 10.09.09, 05:03
  5. Tarihçe-i Hayat'tan Anektodlar
    By sinay in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 19.07.08, 02:17

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0