Hüseyin YILMAZ
yilmaz@hyilmaz.net
Bediüzzaman ile Abdurrahman’ın hazîn hikâyesi
08 Ocak 2010 Cuma 07:18
Bediüzzaman ile Abdurrahman’ın hazîn hikâyesi
İngiliz işgâli altındaki İstanbul’un içtimãî sahnesinde karşımıza birlikte çıkarlar: Bediüzzaman ile Abdurrahman... Rus esãretinden henüz dönmüş olan Bediüzzaman’ı bir gölge gibi tãkib eden, bıyıkları henüz terlemiş olan Abdurrahman, abisinin oğludur. Ama Üstâd’ın ruh ve gönül dünyasını fetheden bu genç, gerçekte biraderzãdeden çok öte, çok başkadır: Mãnevî evladdır, arkadaşdır, talebedir, kardeşdir, fedãîdir, sırtını dönebileceği adamdır, varlığına itimaden ölümü gülerek karşılayabileceği emin bir vãrisdir...
Israrlar karşısında kabullendiği “Dar-ül Hikmet-il İslamiyye” azalığından dolayı aldığı maaşın zaruret mikdarını alır, gerisini ise muhafazası kaydıyla genç Abdurrahman’a teslim eder. Bediüzzaman’a göre, zaruret mikdarı, ölmeyecek kadardır: Sade bir elbise, tek bir ayakkabı ve ertesi güne kadar yaşatacak bir gıda: Bir kâse çorba yahut haşlanmış tek bir yumurta; en fakir insanın ulaşabileceği mikdar... İmkânları ile asla mütenasib olmayan bu fakirãne hayatı genç dimağında koyacak yer bulamayan Abdurrahman;
Niçin bu kadar iktisad ediyorsun amca?” diye sormaktan kendisini alamaz.
“Ben sevãd-ı azama tabî olmak isterim. Sevãd-ı azam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tabî olmak istemem.”
Bediüzzaman’ın ömrü boyunca hayat düsturu ettiği cevabını anlayabilecek durumda değiliz, kimse de anlamıyor zaten... Hayır, zekâ kıtlığından bahsetmiyorum... Anlamak, yaşamaktır; yaşayamıyoruz... Şeytaniyetin kaynağı cehãlet değil, amelsiz bilgidir. Zekâtını verdim, yerim!.. Helâl kazandım, benimdir!.. Benim kazancımdır, eğlenirim!.. Ama Bediüzzaman farklı düşünüyor ve farklı yaşıyor... Eli, herkesin yiyebileceği kadarına uzanıyor; yüzü, en muzdariblerin gülebileceği kadar gülüyor... “Daha fazlası bize helal olmaz!” diyor...
“Biz” kimiz? Müslümanlar... “Biz”in şümulüne dahil değiliz, orada biz yokuz, hiçbir zaman da olamadık.
Abdurrahman da biraz tabiatının, biraz da yaşının iktiza ettikleri ile “biz” kafilesinin dışında kalır. Amcasının “Bize helâl olmaz!” deyip kendisine emanet ettiği parayı gönlünce harcayıp, bir yılın hãsılatını hebã eder. Amcasının dünya malını tahkir etmesi ve paraya ehemmiyet vermemesinden cesaret almış, kendisine duyduğu derin şefkati de lehine kullanmıştır...
Nitekim birgün birbirlerinden habersiz, kısa aralıklarla Üsküdar vapurundan inerler... Çamlıca’daki Yusuf İzzeddin Paşa köşkünde yaşıyorlar, oraya çıkacaklar. Üstãd, vapurdan iner inmez hızlı adımlarla yürümeye başlar; Abdurrahman, iskelede müşteri bekleyen faytonların en gösterişlisine yönelir... Amca, fıstık ve bãdem ağaçları ile dolu bağ ve bahçelerin arasından tefekkürün en zenginlerini yaşayarak yol alır; Abdurrahman, bir memleket türküsü tutturur etrafı seyrederek.
Yusuf İzzeddin Paşa Köşkünün avlusuna istikbalin büyük Fâtihi ile faytoncuların itibarlı müşterisi birlikte girerler. Amcanın çehresine yayılan şefkat dolu tebessümünü Boğazdan daha derin gözlerinden kanatlanan buruk bir ifãde gölgeler... Köşkün Marmaranın mühim bir kısmı ile Sarayburnu, Suriçi ve Boğaz’ın büyük parçasına nãzır salonuna amcasının arkasından giren Abdurrahman’ın kalbi huzursuzdur, hayatı tehlikeye girmiş bir kuş gibi çırpınmaktadır...
“Sana teslim ettiğim paraları getir hele Abdurrahman!”
Ne parası? Abdurrahman genç ve İstanbul’un debdebeli hayatına meftundur... Mahcubiyetle;
“Parayı harcadım, amca!..” der.
Üstad’ın çizgileri henüz derinleşmemiş geniş alnında raşeler gezinir, damarlarını acı bir ızdırab tutuşturur, aynı ızdırab dökülür gözlerinden. Sonra şefkatın beslediği bir tebessüm tomurcuklanır dudak uçlarında, aydınlık simasına tomurcuğun hayatı yayılır.
“Bu para bize helâl değildi, millet malı idi; niçin sarf ettin?”
Abdurrahman boyun büker, ezilir, küçülür...
“Madem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasb ettim” diye devam eder amca...
* * *
Vekilharçlıktan azledilmiş olmak üzer Abdurrahman’ı, ama yine de amcasının itibarlı hayatını paylaşmaktan, onunla birlikte yaşamaktan memnundur. İngiliz işgâline karşı amcasının yazıp bastırdığı “Hutuvatt-ı Sitte” risãleciğini en tehlikeli ve en hayatî noktalarda pervasızca, korkusuzca hep o dağıtır. En tehlikeli vazifeler onun cesaret ve gayretiyle hayat bulur. Amcası ve dâvâsı uğrunda günde bin defa ölmeye hazırdır...
Ne var ki, Abdurrahman gençtir ve dünyayı sevmektedir... Hayâlleri vardır: İstanbul’un bütün debdebesine rağmen doğduğu toprakları, akraba ve arkadaşlarını özlemektedir. Ne zaman gözlerini yumacak olsa kavak dallarına asılan binlerce serçe misali çocukluk hayalleri kirpiklerine asılmakta, İstanbul’dan çok uzak diyar ve zamanlara götürmektedirler Abdurrahman’ı. Bir gün İstanbul hayatı bitecek, amcası ile birlikte Van’a dönecek, Ermeni ve Rusların yakıp yıktıkları evlerini biriktirdikleri para ile tamir edecek, evlenecek ve mes’ûd bir dünyâ hayatı yaşayacaktır...
Amcasının kitaplarını bastırmak istediğini öğrendiği gün çocuklar gibi sevinir. Nihâyet amcası da para kazanması gerektiğini anlamış ve ticãrî bir faaliyet için kolları sıvamıştır. Kitaplar basılıp satılacak, para kazanılacaktır... Para kazanmak demek, Abdurrahman’ın hayãllerinin gerçek olarak vücud bulması demektir. İçi içine sığmaz, canla başla işe koyulur.
Nihãyet maaşdan arttırılan para ile kitaplar basılır... Abdurrahman, bahar kuşları gibi şen ve şakrak, bütün vakarına rağmen amcasının da keyiflendiğinin farkında. Kitaplar basılmış, sıra satmaya gelmiştir. Amca, yeğenine son bir tãlimat verir:
“Kitabları bedava dağıt, Abdurrahman!”
Amcasının şakalaştığını sanıp gözlerine bakar... Hayır, şaka değil!.. Cihân fâtihinin gözlerinde şakaya emare olacak hiç bir ürperti, hiçbir çizgi, hiçbir mânâ yok. Bütün hayâlleri ile birlikte yıkılır Abdurrahman. Güçlükle:
“Niçin amca?” diyebilir.
“Maaştan bana kùt-u layemut (ölmeyecek kadar) caizdir; fazlası milletin malıdır. Bu sûretle millete iade ediyorum, Abdurrahman!"
Abdurrahman cevabı kabullenir, ama enkaza dönmüştür... Sayıklar mı, hayãllerine mi söyler? Bilmiyorum... Ancak ne zaman Abdurrahman’ın hazîn hikâyesini hatırlasam, ne zaman kirpiklerime Abdurrahman’ın hayâli asılsa,
“Amcam, dünyaya dair bütün ümidlerimi yıktı!” dediğini duyarım, gözyaşları içinde. Abdurrahman değil, ben ağlarım...
* * *
1923 yılının başlarında Ankara’nın yeni muktedirleri ısrarla Üstad’ı yeni devletin pãyitahtına davet ederler... Mükerrer dâvetlerin reddinden yorulan Bediüzzaman, nihayet İstanbul’dan ayrılıp Ankara’ya gider. Yanında dünyevî bütün ümid ve hayãllerini yıktığı Abdurrahman da vardır...
Ankara’da kaldığı bir kaç ay zarfında yeni devletin inşasında kendi inanç ve düşünceleri istikametinde M. Kemâl ve ekibiyle birlikte yürüyemeyeceğini dehşetle görür. Muş milletvekilliği ile birlikte Şark Umum Vaizliğini, elinin tersiyle, biraz da bu sebepten reddeder. Lâdini bir rejimin inşãsında meşruiyet kaynağı olarak kullanılmak istendiği açıktır. Din ve mefãhir tahribkârlığına millet ve ümmet nezdinde sebeb-i meşruiyet ittihaz edilmek arzusunun arkasındaki dessaslığın kaynağı karşısında derin ürpertiler geçirir...
Ve Resul’un asırlar öncesinden haber verdiği dehşetli eşhas ve şerirlerle ilk karşılaşmasının bu olduğunu hayretle farkeder. Yine iki cihân Server’inin,
“Onun zamanına yetişirseniz, siyasetle onunla başa çıkılmaz!” dediğini duyar.
Bin yıllık İslâm bayrakdarlığı ile birlikte bütün mefãhirimizi yıkmaya azmetmiş bu güruhun icraat ve küfürlerinin dehşetinden gelecek nesilleri kurtarmak için farklı bir zeminde iman ve Kur’an hizmeti başlatmak üzere “en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiği” Ankara’dan ayrılmaya karar verir.
Ya Abdurrahman? Ya hayatının istinad noktası, ya gözü kara, dehâ mertebesinde zekâsıyla vãrisi gözüyle baktığı biraderzãdesi, evlad-ı mânevisi?...
Heyhat!.. Ankara’nın dessasane büyük rüşvetini redden amcasına rağmen Abdurrahman, dünyevî ümid ve hayãllerine can suyu olan küçük bir rüşveti sevinçle kabul etmiş ve Meclis kâtibliğine râzı olmuştur. Tabiatının bu zayıf tarafının süfyanist zihniyet tarafından kendisine tuzak hâline getirildiğini görmezlikten gelir. Güzel gözlerinin önünde ışıltılı ve mes’ud bir dünya hayatı uzanıp gitmektedir...
Amcasının kendisi ile birlikte Van’a dönmesi emrini bu ümid ve hayãller içinde reddeder... Üstad’ını, babasını, amcasını, dâvâsını terkeder Abdurrahman... Amcasının peşinden gidemez, en büyük hasmının yanında ve himâyesinde kalır. Bu ayrılık ile amcasının kalbinde açtığı elim yarayı görmezlikten gelir. Kaderin asrımızın sahnesinde karşı karşıya getirdiği Kabil ile Habil’in bu en dehşetli ve en hayatî kavgasında Kabil’in safında kaldığını da görmek istemez.
Abdurrahman’ın Ankara’da kalışı acı bir mağlubiyettir; elim bir kurban, büyük zaiyat...
* * *
Gözlerimin önünde seksen yedi yıllık bir sahne: Üstãd, ızdırab ve elem içinde elini öpmek için eğilen Abdurrahman’ın başını sıvazlıyor. Van treni hareket etmek üzere... Abdurrahman doğrulup gözyaşları içinde Üstad’a sarılıyor. Yarı sayıklar gibi, “Affet beni amca!” diyor. Amca, son bir defa gözlerinin bütün büyüleyiciliğiyle, “Gelseydin Abdurrahman!” der gibi bakıyor...
Seksen yedi yıldır bağırıyorum: Git Abdurrahman, git!.. Amcanı yalnız bırakma Abdurrahman; ne olur git!.. Yalnız bıraktığın herhangi bir beşer değil, dãvãsından koptuğun alelade bir fânî değil Abdurrahman... Terkettiğin, varlığıyla ümmetin müjdelendiğidir Abdurrahman, Abdurrahman!..
Gözlerimde yaş kalmadı, gırtlağım kurudu, sesim kısıldı ama işe yaramadı... Abdurrahman Van yolcusunu kaderiyle başbaşa bırakıp kendi kaderine döndü... Mes’ûd bir dünya hayatının kapısını aralayan Meclis kâtibliğine...
Şeyh Masum ile bileklerinin birlikte kelepçelenerek Van’dan çıkarıldığının üzerinden yıllar geçmişti... Ama o, çoğu vakit kolunu hareket ettireceği zaman, bileğinin Van Müftüsü Şeyh Masum’un bileğiyle hâlâ kelepçeli olduğu hissine kapılır, gözlerinin önünde Şeyh Said kıyamı münasebitiyle Van ve şarkın tamamından batıya sürülen kafilelerin mazlum ve perişan hallerinin resm-i geçidi başlardı... Kıyama iştirak etmemiş, hiçbir suçları olmayan, sırf Kürt olduklarından M. Kemal ve Ankara’nın vehmine dokunduğu için vatanlarından koparılıp çil yavrusu gibi dağıtılan bu insanların ızdırab ve elemleri ruh ve kalbine asırlık ağaçlar gibi kök salmıştı.
Çoğu zaman Barla’nın derin derelerinde, sarp dağlarında, kesif ormanlarında yalnız başına dolaşırken Ankara’nın “sürgün” dediği, hakikatte ağır bir “esãret” olan hayatının ruhunda açtı derin yaraların da tesiriyle geçmiş zaman hülyalarına dalıyor, bir sinema makinasından çok daha kuvvetli muhayyilesinde geçmiş zaman bütün unsurlarıyla, bütün hãtıra ve levhalarıyla canlanıyor; elem ve hüznün keskin bir zehrin acısıyla tutuşturduğu ruhunun ızdırabına tahammül edemeyerek ağlıyordu...
Bugün de ağlıyordu... Muhatablarının bakamadığı gözlerinden peşpeşe damalalar dökülüyor, dudaklarında raşeler geziniyordu.... Az önce Barla deresinde, bãzen üzerinde kolunu başının altına yastık yapıp uzandığı, bãzen bitişiğindeki kayaya sırtını yaslayarak serinlediği, bãzen namaz kıldığı yassı kayanın üzerinde okuduğu mektubu, nefes nefese çıktığı Gelincik dağının manzaraya nazır çıplak tepesinde bir daha okuyordu... İçi içine sığmıyor, nefes almakta zorlanıyor, ciğerleri patlayacak gibi oluyordu. Orta şiddette bir rüzgâr sarığının ucunu havalandırıyor, uzun ve parlak saçlarını tarıyordu. Elindeki mektubu defalarca bağrına bastığı gibi bir daha kalbine bastı, sonra kokladı ve öptü...
Kaç yıldır dinmeyen gözyaşları yine akıp duruyordu, ama bugün damlaları harekete geçiren hüzün ve elem değil; sevinçti, sürurdu... Altı-yedi yıl önce Ankara istasyonunda kendisini terkedip yalnız bırakan Abdurrahman’dan mektub gelmişti. Defalarca okuduğu mektubun ruhunda kopardığı fırtınayı evde atlatamayacağını, Barla’ya sığmayacağını anlayınca Çam Dağı’na vurmuştu... Çam Dağın’da da orman ruhunu sıkınca soluğu Gelincik Dağı’nın çıplak tepesinde almıştı. Derin derin nefes alıyor, ormanların süzdüğü rüzgara bağrını açıyor, ateş basmış alnını serinletmeye çalışıyordu.
Yönünü Ankara istikametine çevirmiş, çok uzakta birilerini kucaklayacakmış gibi kollarını iki yana açmıştı. Binlerce Abdurrahman’ın kendisine doğru başlayan koşusunu, gelişini o gün bütün çıplaklığıyla gördü... Bütün Anadolu’dan, hattâ bütün dünyadan Abdurrahmanlar kendisine doğru koşuyorlardı.
“Hayâl değil, hakikat” diye gülümsedi dudakları titrerken... Sonra gözleri bir daha o satırlara kaydı, Abdurrahman’ın sesini, “Mamo!” (Amca!) deyişini bir daha duymak istedi, buna çok ihtiyacı vardı; çünkü onu çok, ama çok özlemişti...
“Aziz Mamo! Ellerinizden öper, duanızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad edici olan Onuncu Söz risalenizle beraber Tahsin Efendi vasıtasıyla aldım; çok teşekkür ederim. Evvelce gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itâbınıza müstehak olmuş isem de, bu da mukadder imiş. Ve Cenab-ı Hakkın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu.
Binaenaleyh, ben cehalet sâikasıyla bir kusur yaptım ve belâsını da çektim. Bundan sonra çekmemek için affınızı rica ve duanızı dilerim.

“Aziz mamo! Şunu da şurada arz edeyim ki: Himaye ve himmetiniz sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’âl ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım. Gerçi dünyanın değersiz çok musibetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezâiz ve safâsını gördüm, geçirdim. Hiçbir vakit ve hiçbir zaman unutmadım ki, bunların hepsi hebâ olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezâiz ve safâsı neticesi zillet ve şedid azap olduğu ve dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan mezâhim neticesi, sonu lezzet ve mükâfat verildiğini bildiğim ve iman ettiğimden, fenâ şeylerin irtikâbından kendimi muhafaza edebildim. Bu his ve bu fikir ise, terbiye ve himmetinizle zihnimde ve hayalimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükürle beraber sabretmekteyim.” (1)
Mektubu aldığından beri bu kaçıncı okuyuştu!.. Abdurrahman’ın Çamlıca bahçeleri ve Yusuf İzzeddin Paşa köşkünün hatıralarıyla yüklü sesinden mütemãdiyen bir beste, bir neşide dinler gibi dinliyordu. Gözleri satırların üzerinde dolaşıyor ama mektubu Abdurrahman’ın sesinden işitiyordu. Billur bir avizenin şakırtılarını andıran Abdurrahman’ın sesi ile rüzgârın uğultusu birbirine karışıyordu.
Bir parça sükûnet bulduğunda gün akşama dönüyordu... Deminden beri sırtını dayadığı kayanın soğuk temasıyla uyanacak gibi oldu ama hayãl ve ümidlerin resm-i geçidi daha kuvvetliydi: Ne zamandır bütünüyle terkettiği dünyaya karşı “kuvvetli bir ümid” hissediyordu şimdi. Kendisine kurulan tuzaklara, tecrid ile muhatabsız bırakılışına da aldırmıyordu artık. “Dehâ derecesinde zekâya mâlik ve hakikî evlâdın çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla” kendisine bağlı “cesur bir talebe”sini bulmuş, “işkenceli esãreti, kimsesizliği, gurbeti, ihtiyarlığı” bir anda unutmuştu.
Abdurrahman’ın mektubu sele kapılmış kazazedeye atılmış bir kemend, zifirî bir yalnızlığın sükûnetini bozan adım sesleri olmuştu Mamo için... Onun için bugün içi içine sığmıyor, onun için dağlara vurmuştu, onun için geçmiş hayatı bütünüyle zihin sahnesinde yeniden canlanmıştı, onun için “mes’udãne bir dünya hayatı ümidi” ruhunun bilinmez bir yerlerinden boy atmaya başlamıştı. Mes’uddu, zirâ Ankara’da, Süfyanın yalancı cennetine tama sebebiyle kaptırıp kaybettiğini düşündüğü Abdurrahman uyanmış ve kendisine dönmüştü... Avazının çıktığınca “Abdurrahman!...” diye bağırmak istedi... Bir sığırcık sürüsünün çığlık çığlığa üzerinden geçişiyle kendine geldi. Akşamın karanlığı çökmeden Barla’ya inmeliydi... Bu akşam dağda kalmak istemiyordu, çünkü Barla Abdurrahman’a bir kaç adım daha yakındı.
* * *
Son iki ayın ümid ve hayãlleri, geride dehşetli bir hüzün ve elem tufanı bırakarak birden yıkılmıştı. İki ay önce işkenceli esãret, gurbet ve ihtiyarlık hayatına saãdet rüyaları ile son veren mektubundan sonra Abdurrahman’ı beklerken “vã hasreta” ki vefat haberi gelmişti... Bu haberle “Mamo”nun bütün ümidleri kırılmış, bütün ışıkları sönmüş; çok daha dehşetli, yakıcı, eskisinden bin beter çileli bir hayatla başbaşa kalmıştı...
Saatlerden beri sığındığı Barla deresinin en derin, en kuytu bir köşesinde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Eskiden beri dostlarına vãlidesinin vefatıyla hususî dünya hayatının yarısının da öldüğünü söylerdi. Abdurrahman’ın vefat haberi kendi hayatının ikinci yarısını da söndürmüş, öldürmüş, hayatsız bırakmıştı... Bir anda dünya ile bütün alâkaları kesilmiş, hayat bitmişti.
“Çünkü o dünyada kalsaydı, hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayrülhalef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi; ve en zeki bir talebem, bir muhatap ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı olurdu.” (2) diye düşünüyordu.
Ama öyle olmamış, kaderin garib bir cilvesiyle yıllar sonra bulduğunu sandığı Abdurrahman’ı bütünüyle kaybetmiş; esãreti, gurbeti, ihtiyarlığı, ızdırab ve işkenceleriyle başbaşa kalmıştı. Tek tesellisi, Abdurrahman’ın iki ay önce gelen mektubunda üç kuvvetli kerametle iman ve ahiretini kurtarmış olduğunun delillerini görmüş olmasıydı.
Bu vaziyete nasıl dayanacağını, Abdurrahman’sız bu elemli hayatı nasıl devam ettireceğini, vatanından uzak bu işkenceli hayata, Barla’nın tecrid içindeki tecridine nasıl katlanacağını bilemiyordu. Beyni bir külçe gibi ağırlık yapıyor, kalbi göğüs kafesini parçalayacakmış gibi çırpınıyor, ciğerleri dünyanın bütün havasını çekmek istediği halde havasız kalmış gibi, boğuluyordu. Birden kuvvetli bir ses duyar gibi oldu:
“Herşey helâk olup gidicidir; O’na bakan yüzü müstesnâ. Hüküm O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz."
Kalbinde başlayan ılık bir bahar iklimi damarlarında dolaşıp, ruhunu istilâ etti. Dudakları aralandı ve âyete, “Yâ Bâkî, Ente’l-Bâkî, yâ Bâkî, Ente’l-Bâkî!” diyerek mukabele etti.
Sendeleyerek ayağa kalktı. Hafiflemişti, bütün ağırlıklarından, ruhunu ezen ızdırablardan bir anda kurtulmuştu. Abdurrahman’ın mektubunu şefkatle katlayıp cebine koydu ve acele bir işi varmış gibi hızlı adımlarla Barla’ya dönmeye başladı.
Eve vardığında bir gencin kendisini beklediğini söylediler... Uzun zamandır kimseyle görüşmüyor, kimseyi kabul etmiyordu.
“Gelsin!” dedi.
Az sonra huzuruna giren gence, “Abdurrahhman!” demesini ümid ederek;
“Adın ne?” diye sordu...
Beriki heyecan içinde,
“Mustafa!” dedi. “Kuleönlü Mustafa...”
Basit bir isim farkıydı bu, gelen Abdurrahman’dı; ilk Abdurrahman, birinci Abdurrahman... Arkasından milyonlarca Abdurrahman’ın sökünü, Nur’a koşuşları başlayacaktı...
Derin bir huzur içinde, “İnna lillah ve inna ileyhi rãciun!” dedi...
Dipnotlar:
1-Said Nursi, Barla Lahikası, sayfa 32
2-Said Nursi, Lemalar, 12. Rica, Sayfa 244