+ Konu Cevaplama Paneli
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 8 ve 8

Konu: Meşrûtiyet'in Bediüzzaman'ı

  1. #1
    Ehil Üye Şahide - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    9.193

    Standart Meşrûtiyet'in Bediüzzaman'ı



    Meşrûtiyet'in Bediüzzaman'ı


    Birinci Meşrûtiyetin kapanması ile İkinci Meşrûtiyetin ilânı arasında geçen sürenin tamtamına 30 yıl olduğu (1878–1908) hemen herkesçe bilinen bir tarihî mâlumattır.

    Bu demektir ki, Meşrûtiyetin yeniden ilân edilmesi için, tam 30 yıl boyunca uğraşılmış, mücadele edilmiş.

    Ancak, ne hikmetse bunda başarılı olunamamış ve 1908 Temmuz'una kadar istenen neticeye bir türlü ulaşılamamış.

    O halde otuz yıl sonra, yani 1908'de ne oldu yahut ne değişti ki, Hürriyet ile birlikte Meşrûtiyet de resmen ve alenen ilân edilmiş oldu?

    Sözü dolaştırmaya ve bin derede su getirmeye hiç hacet yok...
    Bu tarih ve bu dönem itibariyle, bize göre değişen ve gelişen en önemli hadise şudur:

    Hürriyete oldum olası "âşık", Meşrûtiyet'in en tesirli müdafiî ve fakat istibdadın ise en şiddetli muhalifi olan büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Molla Said Efendi, Bitlis'ten İstanbul'a o sene içinde geldi.
    Gelmesiyle birlikte, İstanbul'un âfâkında âdeta bir güneş gibi doğdu. Kimi yerde bir şimşek gibi çaktı; kimi yerde ise gök gürlemesi gibi ses verdi, sadâ verdi.

    Meselâ, İstanbul'a gelir gelmez, yerleştiği Fatih Şekerci Handaki çalışma ofisinin serlevhâsına şu çapıcı ibâreyi yazdırdı: "Burada her müşkül halledilir, her suâle cevap verilir; fakat suâl sorulmaz."

    Tarihte ikinci bir misâline daha rastlanılmayan böylesine harikulâde iddialı bir duruş ve ortalığı birden elektriklendiren böylesine cesurâne bir çıkış, esasında pek yakında başlayacak olan yeni ve bambaşka bir dönemin habercisi mahiyetindeki bir nevî "işaret fişeği" idi.

    Evet, "Burada her müşkül halledilir..." diye başlayan ifade ve ibarenin tahtında yatan mânâ ve mahiyet, şüphesiz ki sanılan veya tahmin edilenden çok daha büyük ve ileri derecede boyutlar taşıyor. Meselâ:
    1) Bu, bütün ilim ve fikir dünyasına karşı gayet açık ve tam cesurane bir "meydan okuma" halidir.

    2) Bu, aynı zamanda "Bakın, bundan böyle yaşanacak her hadisede, muhtemel her türlü gelişme karşısında, artık ben de söz ve inisiyatif sahibiyim; bunu herkes duysun, bilsin" demektir.

    3) Bu izzetli duruş, aynı zamanda hürriyetine düşkünlüğün ve fikrî serbestiyetine olan düşkünlüğün bir ifadesidir. Dahası, bu "Ben hiçbir baskıyı kabul etmem, istibdadın eseri olan hiçbir kayıt altına girmem" demektir.

    4) "Kim ne isterse sorsun" şeklindeki tavır ve duruş, aynı zamanda "Ey mağrur entelektüel! Bilin ki, her şey İstanbul'dan ibaret değildir. Şark'taki medrese ehlini unutmayın, onları sakın ha küçük görmeye çalışmayın" demektir.

    5) Genç Said'in, bütün mektep ve medrese ehlinin dikkatini çeken, hatta onların çoğunu ciddî mânâda ürkütüp gözlerini korkutan bu efsânevî çıkışın "hikmet ciheti"yle istikbâle yönelik bir mesajı (yine Üstad'ın ifadesiyle) şudur:

    "Cenâb-ı Hakk'a yüz bin şükür olsun ki, yetmiş–seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlâhiye ile bir derece bildik ki: ... Risâle-i Nur en ziyade ulemânın damarlarına dokundurduğu halde, hocaların Nurlara karşı tenkitkârâne eserler yazamadıklarının sebebi, o zamanda Said’in ulemânın suallerine karşı doğru cevap vermesi, ulemanın cesaretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrepçe Said’e çok muhalif oldukları halde Nur Risâlelerine karşı mukabil çıkmamaları, bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş. Yoksa, böyle acip bir zamanda ehl-i medresenin itirazı başlasaydı, dinsizlik taraftarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları, hem ulemâyı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı." (Emirdağ Lâhikası, s. 312)
    Evet, gerek o zamanlar, gerekse daha sonraları Üstad Bediüzzaman'a muhalif olan, hatta şiddetli düşmanlık edenler olmuştur. Ancak, bunların hiçbiri meydana çıkıp da ilmî cihette muaraza, yahut bir eserle mukabele etme cesaretini gösterememiştir.

    Bu fasıldan sonra, şimdi tekrar sadede dönüyoruz...

    Hürriyet olmadan asla

    Görünürde, memleketin eğitim/maarif meselesi için hükümet merkezi İstanbul'a gelen Said Nursî'nin, "Her müşkül halledilir; kim ne isterse sorsun" tarzındaki çıkışı açıkça gösteriyor ki, onun bu gelişi sadece bir tek "mektep–medrese" meselesiyle sınırlı değildir.

    Nitekim, çok kısa bir süre sonra anlaşıldı ki, genç Said'in çok ciddî ve aynı zamanda büyük risk taşıyan daha başka düşünce ve talepleri var.

    Meselâ, bir–iki aylık süre zarfında, onun istibdadın her türlüsüne ve hükümfermâ olan monarşik mutlakıyet rejimine şiddetle karşı, buna mukabil hürriyet ve meşrûtiyet sistemine ise bütün ruh û cânıyla taraftar ve müdafaacı olduğunu, neredeyse duymayan kalmadı.Üstelik, bu uğurda her türlü bedeli ödemeye de hazırdı.
    Nitekim, öyle oldu. Tımarhaneye gönderildi, mahkemeye çıkarıldı, hapishaneye sevk edildi. Ancak, o yine de yılmadı; inandığını söylemeye, bildiklerini yazmaya devam etti.

    Bilhassa Nutuk, Münâzarât, Hutbe–i Şâmiye ve Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserlerinde, bu meyandaki hizmetlerine, kanaat ve beyanatlarına dair pekçok mevzu–bahis var.

    İşte, bunlardan bazı misâller.

    Hastalığın teşhis ve tedâvisi hakkında

    "Evvel (1908'den evvel) Şark'ta fenalığın sebebi, Şark'ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim (açıp baktım); anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divânelikle taltif edildim." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 87)
    * * *
    Yine Divân–ı Harb–i Örfî'deki "Devr-i istibdadda tımarhaneden sonra tevfikhanede iken Zabtiye Nâzırı Şefik Paşa ile muhavere" başlıklı bölümden: "Sigara kâğıdı kadar ince ve nizâm nâmıyle bir perdeyi, bu kadar feverân-ı efkâr ve hissiyâta karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes, altında, sizin tazyîkatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemî idim, altına girmedim, üstüne düştüm."

    Görüldüğü gibi, deli muamelesini görmeye, divanelikle damgalanıp tımarhaneye gönderilmeye, hatta işkenceli hapishanede ömür tüketmeye bile razı olan Bediüzzaman Said Nursî, hürriyetini fedâ etmeye ve baskıcı rejimle mücadele etmekten geri durmaya asla razı olamıyor.

    Hatta öyle ki, Sultan II. Abdülhamid'in şahsını iyi görüp onu tahkir ve zeyife tenezzül etmediği halde, onun "hafif istibdat" ayarındaki siyasetini de içine alan bütün dikta yönetimleri hakkında "Her nerede rastlarsam sille vuracağım" diyecek kadar kat'î konuşuyor: "Meşru, hakikî meşrûtiyetin müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libâsı giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım. (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 40)

    Evet, Said Nursî, bütün hayatında ve bütün kuvvetiyle daima hürriyet, meşrûtiyet ve adâlet-i tamme lehinde; zulüm, tegallüb, tahakküm ve istibdadın ise aleyhinde olmuştur. (Lem'âlar, s. 174)

    İşte, bu sebeple başına gelmeyen kalmamış, en ağır bedelleri ödemeye mâruz bırakılmıştır.

    Özetle: Akla husûmet edildiği ve hürriyetin divânelikle yâd olunurdu "zayıf istibdat" rejimi (Mutlakıyet) ona tımarhaneyi mektep eyledi... Hayata adâvet edildiği ve îtidalin, istikametin irtica ile karıştırıldığı devirde (İttihat–Terakki hükümeti), bu kez "şiddetli istibdat" ona hapishaneyi mektep eyledi... Son olarak, din ve mukaddesatın temelden tahribe çalışıldığı "Tek parti" rejiminde ise, "mutlak istibdat" ona hayatı zehir ve zindan eyledi.

    Ancak, bütün bu 70–80 yıllık çile ve işkenceli hayata rağmen, Said Nursî, hayatının sonuna kadar da hürriyet ve demokrasinin tesisi için çalıştı, durdu... (Tarihçe-i Hayat, s. 567)

    Hürriyet, meşrûtiyet, cumhuriyet sıralaması

    Said Nursî, siyasî, sosyal, hatta ilmî hayat itibariyle, hem önceliği, hem de en büyük değeri "hürriyet"e veriyor. Ne kendisine, ne de başkasına zararı dokunmayan hürriyete...


    Öyle ki, bu meşrû hürriyeti "kâmil iman"a bağlıyor ve "İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar" diyerek, Asr-ı Saâdeti örnek gösteriyor. (Münâzarât, s. 59)

    Öyle ya, Allah'a hakkıyla kul olan kişi, hakkıyla da hür olur; kula kulluk etmeye, insanlara boyun eğmeye asla tenezzül etmez.

    Evet, önemli ve öncelikli olan hürriyettir. Hürriyetin olmadığı yerde, meşrûtiyetin yahut cumhuriyetin ne kıymeti olabilir ki... (Sözde cumhuriyetle idare edilen 1950 öncesi Türkiye'sini, Saddam'ın Irak'ını veya Esad'ın Suriye'sini alın, bunları cumhuriyetin olmadığı bazı hür Avrupa ülkeleriyle kıyaslayın meselâ.)

    Hürriyetten sonra, sırasıyla meşrûtiyet ve cumhuriyeti savunan Bediüzzaman, insanların, bilhassa Müslümanların bu ulvî nimetlere değer verip sahip çıkmasını ister. Tâ ki, elden gitmesin ve başka maksatlara âlet edilmesinler.

    İşte, Temmuz 1908'de ilân edilen Hürriyet ve Meşrûtiyet'e de bu inanç ve şuurla sahip çıkan Üstad Bediüzzaman, sıcağı sıcağına meydanlara çıkıp nutuk atan, inisiyatifi ele alarak kitleleri aydınlatmaya çalışan, kudsî kaynakları delil göstererek gazete ve mecmualarda makaleler neşreden ilim camiasının ve medrese ehlinin en parlak simâsı olarak çıkıyor karşımıza.
    İşte kendi ifadesi: "Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla şeriatın ve müsemmâ-yı meşrûtiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 22)

    Camilerde, medreselerde âlimlere ve talebelere bu şekilde hitap eden Bediüzzaman, Meşrûtiyet'in ilânından hemen sonra İstanbul Ayasofya Meydanında, akabinde de Selânik Hürriyet Meydanında halka hitaben "Hürriyet nutku"nu irad etti.

    İşte o hitaptan kısacık bir bölüm:

    "Ey hürriyet-i şer'î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile bağırıyorsun. Benim gibi bir Şarklıyı tabakât-ı gaflet (gaflet tabakaları) altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasa idin, ben umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum (müjdeliyorum.)
    "Ey mazlûm ihvân-ı vatan! Gidelim dahil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı külûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir.

    "Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde laubaliliklerle (hürriyeti) tekrar öldürmeyiniz.

    "Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın." (Divân-ı Harb-i Örfî, s. 73)


    Evet, bu ve benzeri hitaplar, Meşrûtiyet döneminin ilk hürriyet nutku olma özelliğini taşıdığı gibi, Üstad Bediüzzaman da, bu dönemin ilk "Hürriyet hatibi" olma vasfını taşıyor.

    Dolayısıyla o, yaşadığı zamanın Bediî olduğu gibi, bize göre hakkıyla da "Meşrûtiyet'in Bediüzzaman’ı"dır.

    Yazımızı, yukarıdaki "hürriyet, meşrûtiyet, cumhuriyet" sıralamasına uygun şekilde, yine Üstad Bediüzzaman'ın birkaç vecizesiyle noktalayalım.


    "Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam."

    "Hürriyet, Allah'ın bir hediyesidir; imânın bir husûsiyetidir."


    "İnsana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubûdiyeti intaç eder

    "Meşrûtiyet, hakikî adâlet ve meşveret-i şer'iye’den ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir."

    "İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmını vermekle, ...hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbe vuruyorlar.”

    "Cumhuriyet ki, adâlet ve meşveret ve kànunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Kuvvet kànunda olmalı."

    "Dindar bir cumhuriyetçi olduğumu, tarihçe-i hayatım ispat eder."


    M. Latif Salihoğlu
    Genç Yaklaşım Dergisi





    Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
    Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

    Mehmed Akif Ersoy


  2. #2
    Pürheves izgiey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Sep 2009
    Mesajlar
    219

    Standart

    Aynı konuda daha sonra neler dediğini de yazsaydınız iyi olurdu. Eski said siyaset yolu ile dine hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Diye başlayan 16.mektubu hatırlayınız. Bu hizmetimiz önceki hatalarımıza inşallah keffaret olur cümleleri ne ifade ediyor dersiniz.

  3. #3
    Ehil Üye Şahide - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    9.193

    Standart

    Alıntı izgiey Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Aynı konuda daha sonra neler dediğini de yazsaydınız iyi olurdu. Eski said siyaset yolu ile dine hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Diye başlayan 16.mektubu hatırlayınız. Bu hizmetimiz önceki hatalarımıza inşallah keffaret olur cümleleri ne ifade ediyor dersiniz.
    Üstadımız diyordu: Üçüncü Said, Maşaallah, barekallah, Eski Said'de yanlış bulamıyor..Maşaallah Eski Said'i tebrik ediyorum..

    Bayram Yüksel



    Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:

    Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

    Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celp namesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.

    Tarihçe-i Hayat





    Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
    Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

    Mehmed Akif Ersoy


  4. #4
    Pürheves izgiey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Sep 2009
    Mesajlar
    219

    Standart

    "Denilmiş: "Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?"
    Elcevap: Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var." 16.mektup
    Gerçi size bir şey anlatmak mümkün olmuyor amma genede üstad Hz.lerinin kendi cümlelerini yazdım. Şimdi sen onada bir yanlış yorum getirirsin.

  5. #5
    Ehil Üye Şahide - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    9.193

    Standart

    Alıntı izgiey Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    "Denilmiş: "Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?"
    Elcevap: Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var." 16.mektup
    Gerçi size bir şey anlatmak mümkün olmuyor amma genede üstad Hz.lerinin kendi cümlelerini yazdım. Şimdi sen onada bir yanlış yorum getirirsin.

    Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslamiye ile ziyade alakadardır. Fakat, sakın zannetmeyiniz ki, o, dîni siyasete alet veya vesîle yapmak mesleğinde gitmiş. Haşa, belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dîne alet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dînin bir hakîkatini bin siyasete tercih ederim." Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe alet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslamiyetin hakaikına bir hizmetkar, bir alet yapmaya çalışmış.

    Tarihçe-i Hayat | Birinci Kısım : İlk Hayatı





    Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
    Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

    Mehmed Akif Ersoy


  6. #6
    Pürheves izgiey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Sep 2009
    Mesajlar
    219

    Standart

    Alıntı Şahide Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki; ..............o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslamiyetin hakaikına bir hizmetkar, bir alet yapmaya çalışmış.
    Tarihçe-i Hayat | Birinci Kısım : İlk Hayatı
    Aynı üstteki mesajda yazdığım gibi: Üstadın "siyaset yolu ile dine hizmet edeceğim diye boşuna yoruldu" sözünü gene anlayamamışsınız. Bilmiyorum, belki de işinize gelmiyordur!....

  7. #7
    Ehil Üye Şahide - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    9.193

    Standart

    Alıntı izgiey Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Aynı üstteki mesajda yazdığım gibi: Üstadın "siyaset yolu ile dine hizmet edeceğim diye boşuna yoruldu" sözünü gene anlayamamışsınız. Bilmiyorum, belki de işinize gelmiyordur!....


    Bediüzzaman ve Siyaset


    İçinde yaşadığı toplumu çok iddialı bir hedefe yönlendiren Risale-i Nur müellifi Bediuzzaman Said Nursi’nin manevi alemdeki başarısının unsurları kadar dünyevi/sosyal/siyasi alemdeki başarısının unsurları da derin bir tahlile gerek gösterir.
    Nur Müellifi hiç tartışmasız, döneminin en katı siyasi taktikleri arasından sıyrılmayı başarmıştır. Eserlerinin takipçileri ve topyekün bir milletin başarısı da bu taktiklerin arkasındaki temel değişmez prensipleri olduğu gibi tespit edebilmelerine bağlıdır.

    Eğer Bediüzzaman’ın “farklı zamanlarda”, “farklı makamlarda” söyledikleri, yaşadıkları ve yaptıkları birbirlerinden izole edilerek ele alınır, her bir mesajı geçmiş ve geleceğindeki benzerinden koparılarak anlaşılmaya çalışırsa ortaya bütünleşemeyen bir tablo çıkar. Böyle bir yaklaşım bu mesajlara sahibinin yüklediği anlamları kavramamızı zorlaştırır ve kavramları kendi zihinlerimizdeki —çoğu zaman kişilere göre değişen— anlamlarla sınıflandırırız.

    Eşyalar genellikle bulundukları konumların farklılıklarına göre fonksiyon değiştirirler. Banyoda bulunan bir ayna ile vitrine döşenen ayna aynı nesnenin farklı amaç ve fonksiyonlar için kullanımına bir örnektir. Bu realiteyle, kelimelerde daha sık karşılaşırız. Çünkü olgular müşahhaslaştıkça anlamları daralır, mücerretleştikçe (soyutlaşma) anlam yelpazesi –hatta farklılığı– genişler. Bu durum, ibare veya yalın kelimelerin, anlamlar arasında hangi/ler/i için kullanıldıklarının ortaya çıkarılabilmesi için ilişkili olan bütün unsurlarıyla birlikte ele alınmalarını zorunlu kılar.

    Konumuza dönelim: Bediüzzaman siyasetin neresindedir? Siyasetin Bediüzzaman’a göre anlamı nedir? Bediüzzaman’ın akıl dilini bizim akıl dilimize tercüme edersek mesajından neleri anlarız?

    "Bediüzzaman bizim dilimizden konuşmuyor mu?" şeklinde bir itiraz gelebilir. Çok radikal gelecek ama ne yazık ki bugün düşünüş biçimini ilgilendiren bazı soyut kavramlar söz konusu olduğunda, neredeyse kimse kimsenin dilinden konuşmuyor. Örneğin kimine göre başörtüsü laikliğe karşıtlıktır, ya da tam tersine kimine göre inancını yaşamak ve savunmak laikliğin gereğidir. Kelimelere yüklenen anlamların kişisel menfaatlerden etkilenmesi, menfaatlerin “farklılığının etkisi altında” zihinlerde menfaat biçimleri adedince anlam biçimi doğmasına yol açmıştır. Özetle Rus, İngiliz veya Türk demokrasisiyle Bediüzzaman’ın demokrasisi birbirlerinin tıpatıp aynı anlamını taşıyan olgular değildir. Bu sözlerimize rağmen burada, Bediüzzamanın siyaset kelimesine yüklediği muhtelif anlamlar üzerinde yeterince duramayacağız.

    Risale-i Nur’da siyaset kavramıyla ilişkili olarak söylenenlere parça parça bakıldığında gözümüze farklı modellerden oluşmuş bir tablo gözükebilir. Bir taraftan siyasetten katiyetle kaçan, bir diğer taraftan tam olarak siyasetin içerisinde yer alan, bir diğer taraftan da iki uç çizgi arasında ılımlı bir seyir takip eden bir Bediuzzaman görebiliriz.

    Bu görüntünün Risale-i Nur’la bize bırakılan bir çelişkiler tablosu olduğu sanılmasın. Bu çok büyük bir yanılgı olur. Dikkat edersek Kainatın Yüce Sahibi Rabbimizin kelamı olan Kur’an-ı Kerim’de örneğin “içki” hakkında inen ayetleri birbirinden kopararak kavramaya çalışsaydık –haşa– bir taraftan içkinin yasaklandığını bir taraftan da yasaklanmadığını zannedecektik.

    Aynı kavramların farklı şekillerde kullanılması sadece farklı anlamlarda kullanılmasından –çelişkiyi kast ediyoruz– kaynaklanmaz. Sözdeki zahiri farklılaşma “hangi zamanda, kime, nerede, ne maksatla” söylendiğinden de etkilenir. Yüce Kitabımızın bugün bize hitap eden mesajı 23 yıllık bir süre içerisine yayılan kişileri, mekanları ve maksatları ilk muhataplar olarak karşısına almıştır. Dikkat edelim; Risale-i Nur kendini dış dünyadan tecrit etmiş bir insanın masasının başında peş peşe kaleme aldığı bir eser değildir. Osmanlıdan Cumhuriyete kadar ferdi, sosyal ve siyasi değişimin en karmaşık şekliyle yaşandığı bir coğrafyada medrese hocasından saf köylüye ve ateiste kadar çok karmaşık bir platformun tamamına konuşmuştur Risale-i Nur.

    Bu eserin mesajını bir çırpıda sistematize etme iddiasında bulunmak kolaycılık olur. Çok derin bir alim bile buna kalkışamamalıdır. Kaldı ki muhatap olduğumuz bu satırları kaleme alan çocuk böyle bir sözü hiç söyleyemez. Ancak bizim yaptığımız ve yapılması gerektiğine inandığımız husus Risale-i Nur’dan ne anladığımızı düşünen zihinlerin huzurunda tartışma platformuna çekmektir. Risale-i Nur’a dayanılarak söylenen tırnak içinde olmayan sözler bu ilim hazinesini bağlamaz şüphesiz.

    Bediüzzaman’ın siyaset olgusuna yaklaşımı konusunda çok şey yazıldı, söylendi. Yazılan veya söylenenler arasında mutlak bir birlik olmaması şaşırtıcı değildir. Ancak sevindirici olan söylenenlerin gittikçe doğruları daha net ortaya koyuşu, farklı anlamaların gittikçe azalışı ve bunun da Risale-i Nurun temel mesajına gittikçe daha fazla yaklaşıldığının işaretçisi oluşudur.

    Bediuzzaman tartışmak istediğimiz kavramı döneminde en etkin şekilde kullandı. Sonuçta sürekli başarılı olduğu da gözlemleniyor. Kendisinden sonra bir donukluk baş göstermiş midir? Bunu söylemeyelim isterseniz. Ama bilmemiz gereken şey, Bediüzzaman gibi etkin olabilmemizin yolunun ancak yaptıklarının temelini çok iyi kavramamıza ve gereğini yapmamıza bağlı olduğu gerçeğidir. Onun yazı ve sözlerini slogana indirgeyerek kullanma kolaycılığıyla yetinirsek bizim üreteceğimiz sonuç onun ürettiği sonuca hiçbir zaman yaklaşamayacaktır.

    Siyaset kavramı

    Bilindiği gibi siyaset felsefi boyutuyla baktığımızda, taraflardan en az biri insan olmak şartıyla bütün ilişkili nesnelerle bağlam kurabilen bir kavramdır. Siyaset çoğu zaman idareyle karıştırılır. İdareyle siyaset aynı şey değildir ama idarenin yok olduğu yerde siyaset fiilen “imkansızdır.” Siyaset idare eden/idare edilen ayrımının ortaya çıktığı yerde vardır. Gelişen sosyal süreçler “idare eden” faktörünü mekanik bir yapıya dönüştürmüş ve siyaset “idare edilen” faktörü karşısında idare eden faktörünün(mekanizmasının) kullanımıyla ilişkili bir noktaya yükselmiştir.

    Önce idareyi (yönetim) genel anlamda alalım: Her insan bir yöneticidir. Kişi kendi hayatını yönetir. Biraz daha kompleks düzeyde ailesini, çevresindeki hayvanları, nesneleri yönetir. Ya da birazdan değineceğiz, yönetimin kapsamı devletin/toplumun ilişkilerinin yönetimine kadar “daraltılabilir” Yönetimin kapsamı ve kişi/ler/in yönetimdeki dahil olma derecesi değişebilir şüphesiz.
    Yönetimin bizatihi kendisi eylem veya işlemlerden oluşur. Eylem veya işlemlerin gerçekleştirilmesi ile eylem veya işlemlerin kararlaştırılması birbirlerinden ayrı iki süreçtir. Kararları alan taraf ile kararları uygulayan taraf bazen iç içe geçer, bazen birbirinden ayrılır.

    Bu temel mantığın etkisiyle biz devlet memuruna “siyasetçi” diyemiyoruz. Memur yöneten-yönetilen ikilisi arasına girmiş, yönetileni yöneten konumundaki yönetilendir. Bu örneğimizle siyaseti kullandığımız bağlamın kapsamını gündelik hayatta kullandığımız anlamıyla sınırladık. Dar anlamıyla siyaset formel bir yönetim platformu üzerinde cereyan eder. Ortada kurumlaşmış bir sosyal sistem vardır. Alanları çizilmiş bir coğrafya içinde oturan yönetilen pozisyonundaki bir toplum, yönetimi fiilen icra eden memurlar, memurların icraatını kararlaştıran-kendilerine son tahlilde talim veren siyasetçiler ve bütün bu süreçlerin üzerinde işlediği ortaklaşa kabul edilmiş kurumlarıyla devlet.

    Bu harita içerisinde siyasetin konumunu iyi gözlemleyebiliyoruz. Siyasetçi yani karar vericilerin fonksiyonlarını icra ederken çeşitli kayıtlarla sınırlandırılmaları söz konusu olabilir. Temel prensipler ana davranış kalıplarını belirleyebilir. Toplumun ya da yine siyasetçilerin ürettiği kurallar, ilahi kaynaklar veya yalın şekliyle siyasetçilerin taktiri kararların ne şekilde alınacağında etkili olabilir.

    Siyasetin toplumla birlikte kaçınılmaz olarak varlığı aşikârdır. İstisnasız her insan bu tablonun bir yerinde bulunur. Bu toplumun iyice dışına taşmak ancak tek başına bir mağaraya çekilip delikleri tıkamakla mümkündür.

    Bediüzzaman’a gelince, bütün bir Anadolu toplumunu hatta dünya toplumlarını saadet bildiği bir çizgiye davet endişesini taşımış bir şahsiyettir. Bazılarının zannettiği gibi siyasetten uzak kalması şöyle dursun siyaseti fıtrat kanunlarının gerektirdiği etkinlikte kullanmayı becermiştir. Yönetim tablosundaki değişime paralel olarak eylem türlerinde değişim göstermiştir. Satranç bazen vurucu hamleleri, yer değiştirmeye dönük oyalama taktiklerini gerektirir.

    Siyasetten kaçış mı?

    Bediüzzaman siyasetten içtinab etmiş midir? Bu tezi savunanlar Nursi’nin “şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” şeklindeki ifadesini delil olarak getirirler. Girişte belirtilen hatayı yaptığımızda şu tek söz bu tezi haklı gösterebilir. Oysa şu noktalara dikkat etmemiz gerekir:

    Müellif bu sözü ilk söylediği dönemde “İttihat Terakki” ile, “İttihat-ı Muhammedi” ile doğrudan veya dolaylı ilişki içerisindeydi, yön vermeye ve hatalı yönelimleri engellemeye çalışıyordu. Siyasetin tamamen dışında olduğu söylenen Cumhuriyetin ilk döneminde (CHP iktidarı) siyasi unsurlarla organik anlamda ilişkisini koparmış olsa bile idarecilere/bazı bakanlara mektuplarında veya risalelerinde politikalar teklif ediyor, yanlış ve doğru icraatlarını ortaya koyuyordu. 1960 sonrasındaki Demokratları desteklediği dönemde siyasetle doğrudan olmasa bile ilişkisinin daha yoğun olduğunu görüyoruz. Örneğin talebelerinin bu parti teşkilatında görev almalarını olumlu karşılamış, parti yöneticileriyle daha yakın bir ilişki içerisine girmiştir.

    Bediüzzaman’ın farklılık gösteren bu üç dönemde doğrudan/dolaylı, aktif/pasif, yoğun/seyrek görüntüler taşır tarzda ama mutlaka devamlı siyasetle ilişkili olduğunu görüyoruz. Ama bütün bu dönemler boyunca Bediüzzaman “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” demeye devam etmiştir.

    “Siyaset, siyaset yapmak, siyasetçilik” kavramlarından neyin kast edildiğinin tartışılması gerekir. Ancak, Risale-i Nur namına siyasetten, “toplumun gidişatını etkileyen yönetim sürecinden topyekün çekilmek” anlamında uzak duranlar Bediüzzaman’a çelişki atfetmiş olurlar. Bazı düşünürler Bediüzzaman’ın siyasetten çekilişini ortaya koyan ifadenin mutlak olduğunu, her zaman ve şarta genellenmesinin mümkün olmadığını, Bediüzzaman’ın da böyle davrandığını savunurlar. Bu yaklaşımların ikna edici bulunması güçtür.

    Bediüzzaman’ın siyasetten kast ettiği anlam ile bizim kast ettiğimiz anlam aynı şey midir? Ayrıca bu ifadede topyekün bizatihi siyasetin kendisinden kaçış mı vardır?

    İzin verirseniz ifadenin derununa inmeye çalışalım: Bu ifadede siyaset şeytanla birlikte zikrediliyor. Şeytandan Allah’a sığınmamız emredilir. Korkup Allah’a sığındığımız bizzat-binefsihi şeytanın kendisi değildir. Haşa-bunu bilinçli olarak yaparsak şirke girmiş, şeytana Allah’ın karşısında bir güç/kudret vermiş oluruz. Tıpkı Zerdüştlerin yaptığı gibi. Allah’a sığınmamız emredilen, şeytanın hilelerle bizi teşvik edeceği şerlerdir. Aynı şeyi siyaset için kullanıyor Bediüzzaman. Siyasetin bizatihi kendisi kaçınılmazdır ve hiç bir devirde kimseyi etkisinin dışında bırakmamıştır. Allah’a sığınılacak olan siyasetin üzerinde kurulduğu mekanizmanın sebep olabileceği şerlerdir. Eğer varsa bu şerlerden siyasetin içindeyken de dışındayken de Allah’a sığınmaya mecburuz. Yoksa bizatihi siyasetin Kur’ani açıdan şer olması halinde İslam uleması bunu çok daha önceden ortaya koyardı.

    Bediüzzaman “siyaset” kavramını mesajının dönemindeki muhatapları tarafından anlaşılabilmesi için içinde bulunduğu zamanın kullandığı anlamda kullanmıştır. Çok iyi bilindiği gibi, çağlar,kişiler, makamlar, kültürler değiştikçe kavramların anlam vizyonu kaçınılmaz olarak değişir. Siyasetin Makyavelli’nin zihnindeki anlamı başka, Hz. Ömer (ra)’ın zihnindeki anlamı başkadır. Risale-i Nur’da geçen bu kelimenin muhtelif kullanım anlamları ancak bu kelimelerin zaman, mekan, muhatap bağlamlarının çok iyi çözümlenmesiyle kavranılabilir. Burada işimiz güç değil. Çünkü Bediüzzaman bu ifadeyi önce fiili bir örnekle bütünleştirerek kullanıyor: "Bir partiye taraftar olan kişi kendisine muhalif olan melek gibi bir insanı şeytan kadar alçaltıyor, partisini destekleyen şeytan gibi bir insanı da melek kadar yükseltiyor." Bu çirkin ahlak siyasetin kaçınılmaz kuralı değildir; ancak bir dönem siyasetin bir unsuru olmuştur. Bediüzzaman’ın Allah’a sığındığı, siyasetin bu şekilde ahlak dışı işlettirilişidir. Yoksa tarihte büsbütün siyasetin dışında kalmış bir Said Nursi gösterilemez. Her türlü muhalefetin dondurulmaya çalışıldığı Halk Partisi iktidarı döneminde bile.

    Siyaset her zaman muhalefet gerektirir ama muhalefet her zaman siyasetin başındaki kişilerin kullandığı aynı aletlerin kullanılmasını zorunlu kılmaz. Ayrıca muhalefet “fiziki çatışma” şeklinde cereyan etmek zorunda değildir.
    Bediüzzaman siyasetten içtinap etmemiştir; ama dönemindeki siyaset biçiminden içtinap etmiştir. Ayrıca konjonktürdeki değişime paralel olarak dönemindeki siyaset biçiminin müspetleşen unsurlarını derhal kullanmış; ama hiç bir zaman kendi siyaset yapma biçimini üretip kullanmayı ihmal etmemiştir. Ne demek istiyoruz?

    Risale-i Nur’da Nursi ve talebelerini dönemin siyaset yapma biçiminden men eden unsurları kavramamıza yardım edecek bir kısım ifadeler vardır. Men eden sebepler arasında “ihlas, şefkat, hakikat, ahiretin unutturulması, kalbin karartılması, tarafgirlikle zulme sebep olunması, dinin ihmal edilmesi, dünya iştihasının kabarması gibi bir dizi sebep sayılır. (Emirdağ Lahikası adlı eserde bu konular biriktirilmiştir.)

    Yukarıda geçen kelimelerin kullanıldığı mektup veya risalelerden açıkça anlaşıldığı kadarıyla –büyük ölçüde günümüzde olduğu gibi– siyaset Bediüzzaman’ın içinde yaşadığı dönemde olması gerektiği doğru işleyiş biçiminden saptırılmıştır.

    O dönemde siyaset şöhret ve menfaate dayanıyordu. Oysa bir mümin ihlasla dolu olabilir, hiçbir menfaat beklemeden şöhretten kaçarak sırf Allah rızası için milletine hizmet edebilirdi. Siyasette şefkat yoktu. Muhalifler haklı haksız eziliyordu. Mümin şefkat duymalı bir hayvanın incinmesinden bile rahatsız olmalıydı. Hakikat yoktu siyasette. Düpedüz yalan sözlere, karalamalara, asılsız vaatlere dayanıyordu. Asılsız söz, gıybet, iftira mümine haramdır. Oysa siyaset bu şekilde işler bir hale getirilmişti. Siyasette tarafgirlik vardı ve tarafgirlik "hak" esasına değil "taraf" esasına dayanıyordu. Tarafgirlik doğruya taraf olmaya dayanmazsa insanlar hiçbir suç işlemediklerini zannettikleri yerde dehşetli birer zalim olarak yazılırlar. Hangi parti/taraf olursa olsun mümin yanlış icraata taraftar olamaz. Ya da mümin insanları taraftar oldukları partiye/tarafa göre değerlendiremez. Bediüzzaman’ın dönemindeki siyaset bunları yaptırıyordu. Siyasetçi dininden dini pratiğinden uzaklaşmak zorunda değildir. Siyasetçi bütün nazarını dünyaya, dünyevi saltanata hasretmeye mecbur değildir. Ne yazık ki siyaset böyle bir ortamda işlettiriyordu.
    İşte şerlere sebep olan siyasete kazandırılan bu tip karakterlerdir. Yoksa yalan söyleyen siyasetçi olduğu gibi doğru söyleyen siyasetçi de vardır. İhlaslı/şefkatli olan, ahiretini unutmayan, zihnini dünyevi kavgalarda boğmayan siyasetçi de vardır. Hem de “hangi partide olurlarsa olsunlar” sayıları pek çoktur bunların.

    Unutmayalım ki kişilerin içerisinde bulundukları ortamın telkininden altşuurlarını korumaları son derece güçtür. Siyasetin çirkin işlediği yerin tam ortasına girip de zerre kadar yaralanmamış insan yoktur. Beş vakit namaz kılan insanların arasında uyum içerisinde yaşayan bir insanın sadece görüntülerin telkininin etkisi altında bile uzun süre namazsızlığa direnmesi güçtür.

    Siyaset potası bozuksa bu potada erimek göze alınabilecek midir? Sonucun çoğu zaman “erime” bazen de “dışlanma” olduğunu biliyorsunuz.

    Bu konu üzerinde çok fazla durmayacağız. Eğer siyaset bizim için kaçınılmaz ise nasıl bir siyasal tutum geliştirmemiz konusunda Risale-i Nurlardan ders almaya ihtiyacımız vardır. Risalelerin yanında Bediüzzaman’ın döneminde bizzat ortaya koyduğu tavır ve taktiklerin de çok iyi tahlil edilmesine ihtiyacımız var.

    Temel taktik ve prensipler

    Bir Risale-i Nur muhatabının Bediüzzaman’ın tavrından, yazdıklarından ve söylediklerinden çıkarabileceği dersler, temel taktik ve prensipler oldukça ayrıntılı unsurlar taşır. Bunları bütün ayrıntılarıyla ortaya çıkarma iddiasında değiliz. Tespit edebildiğimiz ve aşağıya çıkarabildiğimiz bir kaç temel nokta bile önümüzü aydınlatmaya yetebilir. Özetleyerek maddeler halinde sıralayacak olursak;

    1. Herhangi bir siyasal sistemin içerisinde yaşayan bir Nur muhatabının savunmak zorunda olduğu temel prensipler vardır:

    - Hukukun üstünlüğü, hürriyet (şer’i prensipler ışığında kendine ve başkalarına zarar vermeme kaydıyla sınırlı) adalet gibi kavramların mutlak surette ve kayıtsız geçerliliğinin uygulanırlığının sağlanması için sürekli çalışma yapılması gerekir.
    - Toplumun arzularının yönetime yansımasını sağlayan Cumhuriyet, demokrasi, siyasi partiler, serbest seçim sistemi, etkin parlamento Bediüzzaman’ın anladığı İslami devlet modelinin temel kurumları ve kurumlaşma biçimidir. (Bu kavramları Bediüzzaman’ın anlamlandırışı ayrı bir tartışma konusudur.)


    2. Bir Nur muhatabının destekleyemeyeceği, katılamayacağı siyasi oluşum ve hareketler vardır.

    - Irk esasına dayalı hiçbir parti kurulmamalı ve desteklenmemelidir. Türk, Kürt, Çerkez hangi etnik kimliğe sahip olursa olsun hiçbir unsur –özellikle Anadolu şartları ve coğrafyasında– sadece kendisini kapsayan bir parti hareketi oluşturmamalıdır. Bediüzzaman bu hususu hem prens Sabahattin’e yazdığı mektupta hem de Emirdağ Lahikasında geçen dört parti tahlilinde vurgular.
    Etnik kimliğe dayalı partinin sakıncalarının başında etnik parçalanma gelir. Muhalefet, mükemmelen medenileşmemiş bir toplumda cepheleşmeyi zaruri kılar. Unsurların (ırkların) partileşmesi bunların farklı çatılar altında karşı karşıya gelmelerine yol açar. Kişiler bu kimlikle yola çıkan partilerle özdeşleştiklerinde tehlike iki yönde gelişir. Bir taraftan içerde muhaliflerin dışlanmasına dönük bir tepki oluşur; diğer taraftan muhalifler kendi etnik özelliklerini, savunma faktörleri olarak ileri sürerler. Bu sonuçların ikincisinin gelişimi daha hızlıdır ve Türkiye şartlarında kaçınılmazdır.

    Türkiye şartlarının tarihsel geçmişinde Türk unsurunun İslamla özdeşleşmiş olması sebebiyle kültürel anlamda ön plana çıkarılması her şeyi katı bir kayıt altına almama şartıyla birleştirici olabilir. Ancak bu konuda katılık ve inhisar gösterilir de buna bir de ırki anlamda üstünlük psikolojisi eklenirse alt şuurlarında kaçınılmaz olarak kendilerini farklı tanımlayan kimliklerde yükselen tepkiler ortaya çıkacaktır.

    Bediüzzaman’ın Millet Partisini olumsuzlayışının (Bkz. Emirdağ Lahikası II, s. 132) temelinde bu sebep yatar. Hatta Kürt unsuruna dayalı siyasal oluşumu benzer gerekçeyle daha şiddetle reddetmiştir Prens Sabahattin’e yazdığı bir mektupta. Burada önemli bir inceliğin vurgulanması gerekir. Bir siyasal oluşumun etnik unsurla özdeşleşip özdeşleşmediği hususunun tespitinde dikkate alınacak kriter bu oluşumun açık deklârasyonu değil, toplumun bu oluşumu nasıl yorumladığı, nasıl bir vizyonla algıladığı sorusuna verilecek cevaptır.

    - Mezhep esasına dayalı parti kurulmamalı, desteklenmemelidir. Mezhepler fikir farklılıkları olarak ortaya çıkarlar. Mezheplerin revacı insanların hür kabullerinden başka bir yolla gerçekleştirilemez. Mezheplerin siyasal oluşuma dönüşmesi, mezhep cepheleşmelerini ve sonuçta örneğin Hıristiyan dünyasında yıllar boyu yaşanan mezhep savaşlarını doğurur. Etnik cepheleşmenin yanında Türkiye’nin en yumuşak karnı mezhep cepheleşmelerinde yatar. Toplumsal bütünlüğe Türk Partisi Kürt Partisi oluşumunun vereceği zarardan daha fazlasını örneğin Alevi Partisi/Sünni Partisi oluşumu verir. Bediüzzaman’ın savunduğu bu görüşün ayrıntılı sebepleri yine Prens Sabahattin’e yazdığı mektuptan anlaşılıyor.

    - Din esasına dayalı siyasal parti oluşumuna gelince ilginçtir ki döneminde bu konuya dikkatli ve çekinceli yaklaşan tek islami lider olarak Bediüzzaman’ı görüyoruz.

    Döneminde böyle bir oluşumun sakıncalılığına dikkat çekiyor Bediüzzaman; ama bu sakıncayı bütün zaman ve şartlara genellemiyor. (Örn. için Bkz. Emirdağ Lahikası, s.133) Onun endişesinin kaynağı şudur:Türk unsuru hakim olmakla birlikte Anadolu tarihinden, farklı unsurlardan oluşan bir mozaiği devralmıştır. Bazıları mozaik kelimesine takılmasınlar. Bu güne kadar gerçeklerimize göz yummakla onları küçültemedik. Bu yapının mutlak hakim dini islamiyettir. Hıristiyanlar, Yahudiler, diğer din mensupları ile ateistler çok azınlıkta kalırlar. Ancak bu islami renk mutlak surette asr-ı saadet benzeri Kur’ani bir saflığa sahip değildir. Sosyo-kültürel gelişmeler toplumun çok önemli bir bölümünün islami kimliğinde yozlaşmalar oluşturmuştur. Yani toplum içerisinde islami kimliği reddetmemekle beraber, Kuranın haram kıldığı fiilleri işleyen veya dini sorumluluklarını ihmal eden insanlar büyük bir kesimi oluşturmuşlardır. Bu gelişmenin yanında belirli semboller adına başörtüsünü çağdışı, faizi caiz, bazı islami gelenekleri köhne gören ve bu esasların karşısında yer alan Müslüman tipler ortaya çıkmıştır.

    Bu şartlar altında toplumda İslam’a kayıtsız şartsız imtisal ve iltizam yoktur. Yani “Müslüman” bir toplum “şeriatın” karşısındadır. (!) Şüphesiz bu vahim tablonun bir yığın tarihsel suçluları vardır.

    Böyle bir ortamda “din namına” siyaset meydanına atılan bir siyasi oluşumun islami inkişafı köstekleme tehlikesi vardır. Hangi amaç namına ortaya çıkarsa çıksın her siyasal oluşum karşısında muhalifleri bulur. Muhalefet sebebi kültürel olabilir, ekonomik olabilir, psikolojik olabilir.

    Din namına ortaya çıkan partiye muhalefet bu partinin kendisini özdeşleştirdiği ve temsil ettiği dine muhalefet neticesini doğurur. Yani İslam adına ortaya çıkanlar –yukarıdaki şartların hakim olduğu bir toplumda– kendilerine oy vermeyenleri İslam’ın karşısına itebilirler. Bu tabloyu kullanmaya hazır bir yığın iç ve dış mihrak vardır. Nitekim geçmişimizde, hem de yakın geçmişimizde buna dair örnekler yaşanmış; birçok namaz kılanı dahil önemli miktarda Müslüman, bir partiye muhalefet ederken, bir partiyle dalga geçerken –vahimdir ki– İslam’a, İslam’ın evrensel kanunlarına muhalefet etmiş, onlarla dalga geçmiştir.

    Bir parti din namına nasıl ortaya çıkar? Parti yöneticileri ya da dikkat çekici miktarda mensupları dini yalnızca kendilerinin temsil ettiklerini veya savunduklarını, kendilerine oy verenlerin Müslümanların gerçek sayısını gösterdiğini; gayrın gayr-i Müslimlerle işbirliği içinde olduklarını tavır ve sözlerle ortaya koymaları bu sınıfa dahil olmaları için yeterli sebeptir. Bunun için bir diğer sebep de toplum tarafından kendiliğinden veya iletişim kanallarının etkisiyle bu şekilde tanınmalarıdır.

    Yukarıdaki sözlerden parti yöneticilerinin Müslüman olmaması ya da şahsi yaşayışları veya savundukları tezlerde İslam’ı esas almamaları gerektiğinin söylendiği kesinlikle anlaşılmasın. Tam tersine “her partinin” yapısı böyle “olabilmelidir”. Anlatmak istediğimiz bu kişilerin –ne olurlarsa olsunlar– kendilerini yalnızca dindar Müslümanların partisi olarak görmemeleri ve varsa toplumda oluşturulan bu paraleldeki imajı yıkmak için gereken meşru her şeyi yapmalarıdır. Aksi taktirde ırk ve mezhep partilerinin yol açtığına benzer daha tehlikeli bir toplumsal cepheleşme ortaya çıkar. Böyle bir cepheleşmenin en kötü yanı diğerleri gibi sadece dünyevi kayıplara değil aynı zamanda uhrevi kayıplara da sebep olmasıdır. İmanların kuvvetli tesis edilmesi ve insanların cehennemden kurtulmasından başka bir amacı olmayan mümin için toplumsal yapı “içindeki” istisnasız her türlü cepheleşme siyasal zafer kazanılsa bile mü’minin aleyhinde sonuçlanır. Bu yüzden Bediuzzaman dahili cihatla harici cihat biçimini birbirinden ayırmıştır. Bu konuda daha fazla ayrıntı diğer konuların ihmaline yol açacağı için kısa kesiyoruz.

    Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu yukarıdaki endişe, toplumun yüzde altmış-yetmişinin tam dindar olduğu yaklaşık homojen bir toplumsal yapı için söz konusu değildir. (Bkz. Emirdağ Lahikası, s.132) Böyle bir partinin zararlı olmaması, partinin kendini yeterince esnetmesi ve toplumun yeterince eğitilmesi ve gelişmesine bağlıdır.

    3. Nur muhatabının destekleyebileceği siyasal oluşumların belli özellikleri olmalıdır:

    - Yukarıda karakterleri tespit edilen siyasal oluşumların herhangi biri “kural olarak” desteklenemez. Ancak ortada “tercih açısından değil”, kuvvetle tahmin edilebildiği taktirde gerçekleşebilecek sonuç açısından iki alternatif varsa ve ikinci alternatifin daha büyük zararlar vereceği görülüyorsa “ehvenüşşer prensibi” ortaya çıkar.
    Bediüzzaman şerlerin kaçınılmaz olduğu yerde, zayıf olanının tercih edilmesinin şiddetlisini bertaraf etmesi halinde, zayıf şerrin tercih edilmesi gerektiğini savunur. (Örn. için Son Dersi Emirdağ Lahikası, s.213, benzer mantık için 13. Lem’a) Ancak küçük ya da büyük, her halükarda gücü elinde tutacak tek bir şer varsa, mümin azınlıkta kalmaya mahkum alternatif siyasal oluşumlar oluşturmaya değil, mevcut durumun yol açabileceği kötülükleri azaltmaya veya yok etmeye çalışmalıdır.
    Desteklenebilecek siyasal oluşumun adı ne ve başındaki kim olursa olsun “hürriyeti” temel karakter ittihaz etmesi gerekir. Hiç bir şey adına istibdat hoş görülemez. Herkese, her düşünceye (zarar verici olmamak şartıyla) hür bir platform sunma amacını taşıyan cereyanlar mensuplarına bakmaksızın desteklenir. Bediüzzaman desteklediği siyasal oluşum içindeki “ahrarları”(hürriyetçiler) çok fazla ön plana çıkarmış, bu kişileri bazen “demokratlar” olarak adlandırmıştır.

    4. Risale-i Nur herhangi bir siyasal partiyle özdeşleşmeye karşıdır. Partiye desteği, her halükarda kayırma, kayıtsız taraftar olma, bağlanma şeklinde hiçbir dönemde yansıtmamıştır.

    Müslümanın net kimliğiyle siyasi partilerin net kimlikleri her zaman çakışmaz. Cumhuriyet döneminde bu hiç olmadı.
    Risale-i Nur hiç bir partinin özel malı değildir. Dolaysıyla Risale-i Nur'la özdeşleşen bir Nur talebesi , camiası namına asla partiyle özdeşleşemez.. Yani bir siyasal fikrin değil de bir siyasal partinin temel destekçisi olarak kendisini tanıtamaz. Böyle yaptığı taktirde kendisini özdeşleştirdiği partiye muhalif olan insanları aynı zamanda özdeşleştiği Risale-i Nura muhalif yapar. Bu yüzden Hazreti Nursi “Risale-i Nurun umumun malı olduğunu, hiçbir partiye alet ve tabi olmadığını ısrarla yinelemiştir.
    Risale-i Nur namına bir partiyle özdeşleşme Nur talebelerinin kişisel olarak partiyle organik veya dolaylı bağ kurmasıyla gerçekleşmez. Bu ancak bu talebelerden oluşan camianın bu ilişkiyi ortak davranış kalıbı haline getirmeleri ve bunun toplum tarafından “yeteri kadar sıklıkla “ gözlemlenmesi halinde gerçekleşir.

    Nur talebeleri Risale-i nurdan anladıkları prensiplere dayanarak herhangi bir partiyi destekleyebilirler, ancak “Risale-i Nur namına” hiçbir parti desteklenemez. Risale-i Nurun emrettiği destek adı belirli siyasal partiye değil, yapısı belirli siyasal düşünceyedir. Aksini düşünen ve aksine davrananlar Bediüzzaman’ın Demokratları taşıdıkları siyasal düşünceden dolayı desteklerken, Halk Partililerin Risale-i Nurları başkalarının malı sanmaları karşısında duyduğu endişeyi görmezlikten geliyorlar. Bediüzzaman Risale-i Nurların unsuruyla, mezhebiyle, tarikatıyla, partisiyle umumun malı olduğunu, hiç bir tarafa alet ve tabi olmadığını tekrar tekrar söylüyorsa; bu eserleri sadece bir daireye sıkıştıranlar kendilerini haklı görmemelidirler.

    Risale-i Nur namına herhangi bir parti kayrılamaz. Partiyi desteklemek kayıtsız taraftar olma şeklinde de gerçekleşemez. Böyle bir durum siyaset hesabına yapıldığı zaman ortaya çıkar.

    Siyasal desteğin temel ve tek amacı savunulan siyasal düşüncenin hakim olmasına yardımcı olmaktır. Parti eğer ilgili siyasal düşünceden politikalarıyla sapmalar gösteriyorsa, zulümler yapılıyorsa bunlara asla sessiz kalınamaz veya bunlar çeşitli bahanelerle toplum nazarında örtbas edilemez.

    Bediüzzaman Demokratları Halk Partisi karşısında yıpratmamıştır ancak ahrar zihniyeti koruma pahasına hatalarının üzerine gitmiştir. Hatta DP Emirdağ ilçe teşkilatının (yönetiminde Bediüzzaman’ın talebeleri vardı) 1960 da feshedilmesi üzerine Bediüzzaman merhum talebesi Hamza Emek’in huzurunda rahmetli Menderes’i başvekillikten (manen) azlettiğini de söylemiştir. Bu son tavrından önce de ahrar zihniyetin arasına bulaşan istibdat yanlısı masonların şiddetli zararları ve kötülüklerini açıkça deşifre etmiştir. Hataların düzeltilmek üzere vurgulanması desteğin çekilmesi değildir.

    Bir siyasi partiye kalbiyle kayıtsız taraftar olan bütün icraatına ortak ollar. İcraatlar arasında zulüm de varsa sempatizan Allah indinde bu zulümlere de taraftarlığı nispetinde ortaktır.

    Burada kavranılması gerçekten güç bir ayırım vardır. İnsan zihni müşahhas pozisyonlar ve olaylar üzerinde daha kolay odaklaşır. Fikir temelli bir düzlemde düşünme daha ileri düzey zihinlerin işidir. Risale-i Nur ahirzamanın karmaşık şartlarında bizi buna zorluyor. Anlatmak istediğimiz, partiye destekle partinin savunduğu fikirler ve gösterdiği icraatlara ayrı ayrı yaklaşılması arasındaki ince ayrımdır. Somut olarak hayrı şerrinden fazla olan A partisine olan “fiili destek” iki hayrına olan kalbi destek ve bir şerrine olan kalbi nefret üzerine bina edilmelidir. Aksi taktirde hem Allah hem de toplum nazarında mümin zarara düşer.

    - Risale-i Nur'da siyasal bağlanma yoktur. Partilerde, şahıslar değişkendir. Fikirler asla şahısların inhisarında görülmemelidir. İslam dahisi Bediüzzaman, eserlerini ileri sürerek mezarını bile gizlerken, mümin liderinin şahsına dayalı bir psikolojiyle herhangi bir partiyi destekleyemez. Kalbi ilişkisini liderin şahsında kalıplaştıramaz. Lider hem fanidir hem de hata işler.

    5. Bediuzzamanın desteğinin temel vurgusu organik anlamda siyasal partilerde odaklaşmaz ve genellemelerden kaçınır.

    Birçok yerde kahraman demokratlar/ahrarlar demiştir; ama hiçbir yerde “kahraman Demokrat Partililer” dememiştir. CHP’nin zulümlerini anlatırken de asla “CHP’liler” dememiş; CHP’nin organik yapısına dolayısıyla yöneticilerine vurgu yapmıştır. Bu yaklaşım sakıncalı genellemeleri yok eder. Çünkü ne bütün DP’liler masumdu ne de gerçek anlamda bütün CHP’liler zalimdi. Öyle bir denge uyguladı ki Bediuzzaman, DP içerisindeki müstebit zihniyetin manevra kabiliyeti daraldı. CHP’nin zulümlerini ise baştaki yüzde beşlik kısma verdi. Gerisine kalbini uzattı; hatta fiilen kendisine zulmeden Halk Partililere de Risale-i Nurları okuyarak imanları kurtarmaları halinde hakkını helal edeceğini söyledi.

    6. Bediüzzamanın muhalefet biçimi kişilerin şahsiyetlerini yıpratma değil, eylemlerini veya zararlı fikirlerini yıpratma şeklinde gerçekleşti.

    Risale-i Nurda en şiddetli zalimlere karşı bile isim belirtilerek bir küfür ve ahlaksızlık isnadı yoktur. Bu unsurların kullanıldığı yerlerde ise Bediüzzaman muhataplarını gizlemiştir.

    Bir Nur talebesi de yazıyla/sözle muhalif olduğu bir lideri ismen alaya alma/hakaret etme alışkanlığına sahip olamaz. Ayrıca şiddetli saldırı gelmeyen bir muhalefet çevresine tepkici/agressif bir tutumla yaklaşılamaz. Bediuzzaman kendisini ziyarete gelen CHP’li mebusları bile şefkatle kucaklamış, onları karşısına almadığı gibi partilerini değiştirmeye de zorlamamıştır. Hatta bazı mektuplarında İslam’a savaş açtığını göre göre Halk Partisinden bile İslam’a hizmet etmesini istemiştir. Hiçbir dünyevi menfaati olmayan ve Allah rızası için insanların imanlarının kurtulması uğrunda gözyaşı döken insanın yapabileceği tek şey budur. Önemli olan İslam’a hizmetse iktidar ya da muhalefette neden her parti buna teşvik edilmesin? Hizmet hiç bir partinin inhisarında değildir. Savuna geldiği fikriyatı ne olursa olsun hiç bir parti kötü kalmaya mahkum bırakılmamalıdır. Son tahlilde partiler de destekçileri de sürekli değişen insanlardan oluşur.

    7. Diğer davalar batıl olabilir ancak “davasını diğer davaların batıllığı tezine” bina edenlere Risale-i Nur itibar etmez.

    Risale-i Nurda İslam’a hizmetle ilgili bir prensip olarak zikredilen bu husus genelliği itibariyle siyasi partileşmeler için de geçerlidir. Parti ya da partiyi destekleyen bir Nur talebesi haklılık ve doğruluğunu muhalif olanın yanlışlıklarını ortaya koyma esasına bina etmemelidir. Yanlışlık muhalif partiyle özdeşleştirilerek verilirse savunulmak zorunda kalınır, revaç bulur. Bu yüzden Nursi kötü fiillere hücum ederken bu fiilleri işleyenleri –muhataplar tarafından bilinse bile– tasrih etmemiş; buna karşılık hayırları, daha fazla sahip çıksınlar diye failleriyle birlikte ifşa etmiştir.

    Onun bir diğer önemli yaklaşımı da siyasetçiler arasında dönüşsüz derecede akrepleşmemiş olanlara bile ulvi hasletler atfetmeyi ihmal etmemesidir. Nitekim bu yüzden Halk partili bakanlar arasında “milliyetperver, hamiyetperver” şeklinde vasıflandırdığı kimseler bile vardır. (Bkz. Emirdağ Lahikası s. 140 ve 215) Bu tavrının sonucunu da hiç tartışmasız istediği şekilde elde etmiştir.

    8. Risale-i Nur siyasal iktidarı ele geçirme endişesine şiddetle karşıdır.

    İktidar kimin elinde olursa olsun İslam’a hizmet eder hale getirilmelidir. Ayrıca İslam’a fiilen hizmeti birinci ve temel vazife addedenlerin doğrudan/fiilen siyasetin başında bulunması sakıncalı görülür. (Bkz: Emirdağ Lahikası, s.38) Bediüzzaman siyasi saltanatla manevi saltanatın Hz. Ali (ra) efendimizden sonra kader-i ilahiyece birbirinden ayrıldığını; bu suretle siyasi saltanatın çirkinliklerinin dini hizmeti bulandırmasının engellendiğini söyler Mektubat’ında. Siyasi saltanatın bizzat din hizmetkarlarınca ifa edilmesinin zararlı olmasının sebebi siyasetin İslam’ın emrettiği esaslardan uzak bir süreçte işler hale gelmiş olmasıdır.
    Siyasi iktidarı temel hedef haline getiren mümin değişmez/nihai hedefinden iman hizmetinden gaflete düşer. Çünkü zihin binlerce sosyal-siyasi boğuşmaları takip ederek pozisyon yakalamaya çalışırken dağılır ve ortamın akıntısına kapılıverir. (Emirdağ Lahikası II, s. 57) Siyaset amacın kendisi oluverir. Hani eskiden insanlar peygamberlerin heykellerini yapıp yanlarında Allah’a ibadet ederlerdi. Sonra Allah unutuldu ve ibadetleri bizzat heykellere döndü. “Siyaset için siyaset” böyle bir dönüşümün sonucu olduğu için çok zararlı görülür. (Emirdağ Lahikası, s. 157)

    9. Bir Nur talebesi siyasete girebilir. Ancak bunu Risale-i Nur namına, Risale-i Nurun temsilcisi imiş gibi yapamaz.

    (a.g.e.,s.157) Ne toplum tarafından böyle algılanmalı ne de kendisini böyle deklare etmelidir. Aksi taktirde hem hataları Risale-i Nura mal edilebilir, hem de şahsi muhalifleri dolayısıyla Risale-i Nura muhalif olabilirler. Siyasete ancak kendi namına kişiliğiyle girebilir bir Nur talebesi, temel amacı siyaseti dine hizmet eder hale dönüştürmek olmak şartıyla...


    Sonsöz
    Buraya kadar yapılan tartışmalarda Bediüzzaman’ın siyasetle ilişkisi üzerinde duruldu. Siyasete yaklaşımı ve bu kavrama yüklediği anlamlar çözümlenmeye çalışıldı. Az şey söylendi bu konuda ve bununla yetinildi. Konunun daha sistemli bir şekilde irdelenerek ortaya konulmasına olan ihtiyaç hala ortadadır.

    Yukarıda geçen siyasi tespitlere gelince bunlar bizim temel ve en can alıcı davranış kalıplarımızı belirleyecek hususlardır. Ancak bütün bunlar değişen sosyo-kültürel, siyasal ortamda bugün “siyasi tercihin ne olması gerektiğinin belirlenmesi” için yeterli olmayabilir. Bu prensipler temel kriterlerdir. Bize düşen değişen şartlar altında partilerin ve toplumun yapısını her defasında yeniden belirlemek ve sonuca varmaktır.

    Siyasi tercihin arkasında kalan diğer hususların ciddi şekilde ihmal edilmesi doğru tercihin getireceği hayrı gölgede bırakabilir. Siyasetle ilgilenmeyi/ya da Müslümanların içinde bulunduğu siyasi sorumluluğu bir partinin, tespit edilerek desteklenmesine bağlayanlar, yani siyaseti parti tercihi sorununa indirgeyenler Müslümanları kötülüklerin daha kapsamlı engellenmesine dönük çalışmalardan alıkoymuş olabilirler.

    İslam topyekün bir hayatı düzenler. Siyaset topyekün bir hayata bakar. Müslüman’ın siyaset sahasındaki temel görevi siyasetin kendi içinde topyekün islamileştirilmesi için çırpınmak olmalıdır. Bu da bir partiye oy vermekle, bir partiyi desteklemekle gerçekleşmez.


    Not: Yukarıda tartışılan konularda daha ayrıntılı olarak zihin yormak isteyenler için Emirdağ Lahikası I :122, 123, 140, 149, 151, 157, 177, 191, 204, 205, 206, 214, 215, 216, 219, 230, 243, 250, 260, 266, 272-277, ve Emirdağ Lahikası II: 9-11, 16-20, 26-30, 38, 39, 2, 44, 55-57, 76, 101, 110 nolu sahifelerin incelenmesi tavsiye edilebilir.



    Muhammed Bozdağ


    http://www.koprudergisi.com/index.as...azi&YaziNo=205
    Konu Şahide tarafından (09.12.09 Saat 17:30 ) değiştirilmiştir.





    Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
    Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

    Mehmed Akif Ersoy


  8. #8
    Pürheves izgiey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Sep 2009
    Mesajlar
    219

    Standart

    Bu kadar uzun yazıları okumak mümkün olmuyor. Özetler misiniz?

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Meşrûtiyet Bir Fırkanın İstibdadından İbaretse...
    By Bîçare S.V. in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.01.10, 11:55
  2. Terakkînin Birinci Kapısı, Meşrûtiyet-i Meşrûa
    By Bîçare S.V. in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 04.12.09, 11:09
  3. Meşrutiyet Hakimiyet-i Millettir
    By 1kul in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 23.04.09, 09:00
  4. Risale-i Nurlarda Cumhuriyet ve Meşrutiyet
    By Abdulbaki in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 18
    Son Mesaj: 23.03.08, 16:39
  5. II. Meşrutiyet Devri
    By HakanBa in forum Bediüzzaman'ın Hayatı (Eski, Yeni ve Üçüncü Said Dönemleri)
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 10.07.06, 00:10

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0