Üstad hazretlerinin Şeyh Said olayına bakışı nasıldı?
Bu konuda Külliyattan ve üstadın yakınlarından tarihi olarak sahih nakiller yapabilir misiniz?
Bu mevzuya bakışımız nasıl olmalıdır?
Printable View
Üstad hazretlerinin Şeyh Said olayına bakışı nasıldı?
Bu konuda Külliyattan ve üstadın yakınlarından tarihi olarak sahih nakiller yapabilir misiniz?
Bu mevzuya bakışımız nasıl olmalıdır?
Türk'e kılıç çektirmem
Şeyh Said destek istediğinde, Said Nursi şöyle demişti: "Türk milleti asırlarca İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Onlara karşı kılıç çekilmesine izin vermem..
Said Nursi 1923'ün mayıs ayında sadece Ankara'yı değil eski yaşamını da geride bırakarak Van'a gelmişti. Artık yeni bir Said olacaktı. İki yıl boyunca yazları Van'ın Çoravanis köyünde ve Erek dağındaki bir manastır harabesinde geçirdi. Kış aylarında Van'da oturan kardeşi Abdülmecid'in yanına gidiyordu. Kendini dini düşünceye ve derslerine vakfetmişti. Savaş arkadaşı Ali Çavuş ve Molla Hamid ona hem talebelik ediyor, hem de yardımcı oluyordu.
SİYASET YAKASINI BIRAKMADI
Molla Hamid o günlerle ilgili anılarını anlatırken birkaç ilginç noktaya değinmiştir. Mesela bir keresinde hocası şöyle demişti: "İstanbul'dayken arkadaşlarım beni takip etmiş. 'Bakalım söylediği gibi mi davranıyor' diye... Sonunda benim özü sözü bir insan olduğumu anlamışlar. İstanbul'da onca sene kaldım, bir kere dahi kadınlara bakmadım." Bir başka gün ise Van gölündeki Akdamar adasına uzun uzun bakmış ve kendinden emin bir biçimde, "Şu adada 10 yıl boyunca 50 talebe yetiştirsem, İslam'ı bütün dünyaya yayabilirim" demişti. Bu iki olayı birbirine bağladığımızda şunu görüyoruz: Said Nursi dünyevi zevklerden uzak durarak, bütün enerjisini kendi İslam yorumuna verecekti. Zaten öyle de oldu. Said Nursi içine kapanmıştı ama tarih devam ediyordu. 3 Mart 1924'te Hilafet kaldırılmıştı. Din yerine milliyetçiliği öne çıkaran, laikliğe doğru ilerleyen yeni rejim Kürt grupların hoşuna gitmiyordu. İsyan hazırlıkları vardı. Günün birinde Kürt aşiret ağalarından, zamanında İkinci Abdülhamid'in kurduğu Hamidiye Alayları'nda görev yapmış olan Kör Hüseyin Paşa kapısını çaldı.
"TÜRK İLE KÜRT KARDEŞTİR"
Said Nursi'ye para getirmişti. "Adamlar ve silahlar hazır; emrini bekliyoruz" diyordu. Niçin? "Mustafa Kemal ile savaşmak için!" Bediüzzaman köpürmüştü: "Asker vatanın evladıdır. Senin benim akrabamdır. Müslüman Müslüman'a silah çeker mi?" Kör Hüseyin Paşa fena halde bozulmuştu. "İtibarımı beş para ettin" diye söyleniyordu. Said Nursi geri adım atmıyordu: "Kullar arasında beş para ol. Allah katında makbul ol." Ayaklanmaya hazırlanan Kürt gruplar Said Nursi'nin manevi gücünü arkalarına almak istiyordu. Derken Şeyh Said'den bir mektup geldi. Özetle "İsyanımızda bize yardım edin" diyordu. Said Nursi yine bir mektupla ona cevap verdi: "Türk milleti asırlardan beri İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Bu yolda çok şehit vermiştir. Böyle bir milletin torununa kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Türk-Kürt birdir, kardeştir. Bizim asıl büyük düşmanımız cehalettir. Teşebbüsünüz bir işe yaramaz. Olan masum insanlara olur." Tabii Şeyh Said, adaşına kulak asmadı. Dini temalarla, Ağlasun Çeltikçi İstanbul Isparta Ankara Yakaören temalarla, Kürtçülük temalarının iç içe geçtiği ayaklanma 13 Şubat 1925'te başladı. Asiler Elazığ kentini ele geçirdi. Ardından Diyarbakır'a doğru indiler. Ankara hükümeti olayın 'yerel' olduğunu düşünüyordu. Ancak isyan yayıldı. Bunun üzerine Fethi Okyar başbakanlıktan gitti, yerine İsmet İnönü geldi. Takrir- i SükKanunu devreye girdi. Devlet bir yandan bütün http://arsiv.sabah.com.tr/2004/12/16...18FBE6333b.jpghttp://img.sabah.com.tr/i/buyutec_klikleyin.gifgücüyle Şeyh Said'in üstüne giderken, diğer yandan ülkenin diğer bölgelerindeki, özellikle de İstanbul'daki muhalefeti susturdu. Sonuçta Şeyh Said yakalandı ve idam edildi. Said Nursi açısından tarih tekerrür ediyordu. Hem Kürt'tü, hem de din adamı. Aynı 31 Mart'taki gibi, değil isyana katılmak, tersine engellemeye çalışmasına rağmen hükümetin kararı ona da uygulandı: Diğer Kürt ileri gelenleri gibi o da Batı'ya gönderilecekti. 1926'nın şubat ayında askerlerin eşliğinde yola çıktı. Önce Erzurum'a, sonra da Trabzon'a geldiler. Gemi ile İstanbul'a vardılar. Said Nursi bir süre İstanbul'da kaldı. Sonra tekrar gemiye binip İzmir'e, ardından da Antalya'ya ulaştı. Yedi ayı burada yaşadı. Ardından Burdur'a götürüldü.
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/12/16/gnd117.html
Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki: "Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş veripKürdistana ve vilayat-ı şarkiyeye Şeyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun" dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankaraya gönderilen Risale-i Nurun şiddetli tokatları için beni idama mahkum eden zatlar, Risale-i Nurla imanlarını kurtarıp idam-ı ebediden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim.
Beraetimizden sonra Denizlide beni tarassudla taciz edenlere ve büyük amirlerine ve polis müdürüyle müfettişlere dedim: Risale-i Nurun kabil-i inkar olmayan bir kerametidir ki, yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektuplarımda ve binler şakirtlerde hiçbir cereyan, hiçbir cemiyetle ve dahili ve harici hiçbir komite ile hiçbir vesika, hiçbir alaka dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu harika vaziyeti versin? Birtek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mesul ve mahcup edecek yirmi madde bulunacak. Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki, "Pek harika ve mağlup olmaz bir deha bu işi çeviriyor"; veya diyeceksiniz: "Gayet inayetkarane bir hıfz-ı İlahidir." Elbette böyle bir deha ile mübareze etmek hatadır, millete ve vatana büyük bir zarardır. Ve böyle bir hıfz-ı İlahi ve inayet-i Rabbaniyeye karşı gelmek, firavunane bir temerrüddür.e.lahikası
Van'da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şarkta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor.
"Sizin nüfûzunuz kuvvetlidir" diyerek, yardım isteyen bir zatın mektubuna,
"Türk milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir" diye cevap gönderiyor.
Fakat, yine, hükûmet Bediüzzaman'ı Garbî Anadolu'ya nefyediyor. Van'da mağaradan çıkarılıp Anadolu'ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken, yollara dökülüp, "Aman Efendi Hazretleri, bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur, sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz Arabistan'a götürelim" diye yalvaran silahlı gruplara, ahaliye ve ileri gelen zatlara, "Ben Anadolu'ya gideceğim, onları istiyorum" diyerek, hepsini teskin ediyor. t.hayat
Allah razı olsun.Ben de alttakileri nakledeyim.
http://www.sorularlarisaleinur.com/s...w_qna&id=11245
http://www.sorularlarisaleinur.com/s...w_qna&id=11653
ŞEYH SAİD
“BU VATANIN EVLATLARINA KILIÇ ÇEKİLMEZ MESELESİ”
Konu özetle şöyledir:
Çok uzun tartışmalara ve yorumlara sebep olan bu konuyu Risale-i Nurdan hareket ederek açıklamaya çalışacağız. Bu konunun ŞEYH SAİD ve BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİNİ arasında geçtiği idda eden nur talebeleri olduğu gibi böyle bir şeyin ikisi arasında meydana gelmediğini idda eden nur talebeleri de vardır. Bediüzzaman’ın bütün yayın evlerinde basılan eserlerinde böyle bir konu vardır, ama konuda kesinlikle Şeyh Said adı geçmemektedir. Buna karşılık Said Nursi konuyu neden söylediğini ve kime söylediğini açık bir şekilde yazmıştır. Konu birinci dünya savaşından önce dinsizliğe yönelen bazı paşaların tavrını yüzünde birkaç dindar şeyh olaya isyan etmek istemişler. Bundan dolayı orduya savaş açmak istemişler. Bediüzzaman ise, bunların hatası yüzünden ordunun sorumlu olmadığını anlatmış ve girişimlerinden vaaz geçmelerini istemiş. Bundan sonra BİTLİS HADİSESİ meydana çıkmıştır.
Konuyu detaylı bir şekilde ele alırsak:
Birçok yanlış yoruma sebebiyet veren “bu vatanın evlatlarına kılıç çekilmez” meselesinin aslına öğrenmek için öncelikle Risale-i Nura başvurmak lazımdır. Çünkü bu konu apaçık bir şekilde Risale-i Nurda yer almaktadır. Ona bakan her insaf sahibi konuyu anlayacaktır. Yani konunun ne amaçla söylendiğini, kime söylendiğini, niçin söylendiğini ve ne zaman söylendiğini öğrenecektir. Bu mesele Risale-i Nurda apaçık şekilde olduğu halde bunu kabul etmeyip farklı yorumlayanlara şaşırıyorum. Risale-i Nurdaki özü kabul etmeyip, birilerinin yorumuna ve hatıralarına bakıp, Bediüzzaman bu konuda şöyle demiştir demek büyük bir hatadır. Hem olaya hem de iki âlime yanlış bakılmasına sebebiyet verebilir. Eğer böyle olursa mesele anlaşılmamış olur.
Bu meselenin daha iyi anlaşılması için şöyle bir örnek verebiliriz. Diyelim ki; bir mesele hakkında yüce Allah kesin bir hüküm bildirmiştir. Bu konu hakkında muhkem (hükmü kesin, hükmü açık) bir ayet vardır. Yani kuranı kerimde yüce Allah, o konu hakkında açık bir şekilde buyurmuş ki: Bu konu şöyledir. Konu böyle olduğu halde, (açık emir olduğu halde) bundan hoşlanmayan ya da niyetini bilmediğimiz birilerinin başka bir şeylere başvurması çok büyük hatadır. Çünkü ayeti kerime açıkça hüküm vermiştir. Bunu tevil etmenin (yorumlamanın) ya da dayanağı olmayan bir hadiste bağlamanın (bir hadiste şöyle görmüştüm demenin) hiçbir anlamı yoktur. Bunu yapanlar ise çok büyük mesuliyet altına girmektedirler.
“İşte bu vatan evlatlarına kılıç çekilmez” meselesine bu noktadan bakmamız gerekmektedir. Bu konu Risale-i Nurda çok açık bir şekilde anlatıldığı halde üzerinde birçok yorum yapılmış ve yanlış anlaşılmalara sebebiyet verilmiştir. Bediüzzaman’ın, konuyu ne zaman söylediğine dikkat edilmeksizin yapılan bu yanlış yorumlar yüzünde bir İslam âlimi ve kahramanı (Allah muhafaza) hainmiş gibi gösterilmektedir. Bu hata ve yanlış yorum yüzünden İslamiyet’te çok önemli bir yere sahip olan mücadelenin önüne bir nevi set çekilmiştir. Müsabet hareket etmek ne kadar önemli ise yeri geldiği zaman mücadele etmekte o kadar önemlidir.
İşte Bediüzzaman’ın bu cümleleri ne zaman söylediği, kime söylediğini, neden söylediğini ve hangi amaçla söylediğini bilirsek, olay açık bir şekilde anlaşılacaktır. Bunları bilip olaya o güzle bakarsak gerçeği görmüş olcağız. Eğer olaya bu gözle bakmazsak hata etmiş ve büyük bir gerçeğin yanlış anlaşılmasına sebep olmuş oluruz.
Şimdi olayın tahliline gelelim:
1. Olayın gerçekleştiği zaman, birinci dünya savaşında öncedir. Çünkü Üstad hazretleri açık bir şekilde 1. Dünya savaşından evvel diyor.
2. Bediüzzaman’a bazı dindar adamlar teklifte bulunuyorlar. Diyorlar ki bu dinsizlik yapan kumandanlara isyan edelim. Yani burada bir şahıs değil birkaç kişi var.
3. O zaman daha Osmanlı Devleti var ve Bediüzzaman sıkıntı çıkmasını istemiyor. Çünkü Bediüzzaman büyük bir savaşın çıkacağını hissetmektedir.
4. Olayda açık bir şekilde Bitlis Hadisesi meydana geldi deniliyor.
Bu delil ve ispatlardan da anlaşılıyor ki: Bu olayın, Şeyh Said olayı ile hiçbir alakası yoktur. Olaya ta Osmanlı döneminde gerçekleşmiş ve faklı kişiler tarafından meydana gelmiştir. Şimdi bunu alıp Şeyh Said olayıymış gibi göstermek büyük bir hatadır. Çünkü arada hem zaman farkı vardır hem devlet farkı vardır hem de olaya yeltenenler çok ayrı insanlardır. Yani arada dağlara kadar fark vardır. Olayda bu kadar açık delil varken bu olayı farklı bir şeklide yorumlamak gerçekten şaşılacak bir durumdur.
Olayın geçtiği yeri Risale-i Nurdan aynen alıp buraya yazıyoruz. Sizde inceleyin ve gerçeği görün. Her hangi bir yorum ve tevile girmeden meselenin aslını öğrenin. Hakikaten göreceksiniz ki, arada dağlara kadar fark vardır.
“””Eski Harb-i Umumîden biraz evvel, ben Van'da iken, bazı dindar ve müttakî zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: "Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz." Ben de dedim: "O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem." O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordudan yüz bin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o dâvamda tasdik edip kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar. (14. ŞUA)”””
Sonuç olarak: Bu olayın açık bir şekilde öğrenilmesi için yorumlara gitmeden Risale-i Nura bakmak gerekmektedir. Yok, falan şunu söyledi, filan şunu söyledi gibi kulaktan dolma bilgilerle hareket edilirse olayın gerçeği anlaşılmamış olacaktır. Olayı daha net bir şekilde anlamak içinse Şeyh Said’in kim olduğunu iyi bilmek lazım. Çünkü o sıradan bir insan değildir. O âlim ve Allah dostu bir insandır. Koca bir tarikatın şeyhi ve başıdır. Bir İslam önderidir. Karşı çıktığı ve baş kaldırdığın olay ise dinin elden gitmesidir. Her ehli insaf bilir ki, o dönemde dini müesseseler ortadan kaldırılmakta ve İslam’a birçok zarar verilmektedir. İşte böyle tecavüzlere dayanamayıp şanlı bir mücadele başlatan bir insanı yanlış tanımak ve tanıtmak çok büyük vebaldir ve hakka çok büyük bir tecavüzdür.
Ey kardeşlerim, olaya insafla bakmanızı dilerim. İyi düşünün ve olayı çok iyi bir şekilde tahlil etmeye çalışın. Bediüzzaman Said Nursi, eğer Şeyh Said için böyle bir şey söylese idi bunu açık bir şekilde ifade ederdi. Çünkü biz, olaylara mantıklı bir şekilde bakmasını ondan öğrendik. O bize demiyor mu? Bir olayın kime söylendiğini, hangi amaçla ve makamda söylendiğini, ne zaman ve niçin söylendiği bilinmezse konunun anlaşılmayacağını. Kendisi böyle her zaman ders veren bir âlim kendisi kalkıp hata yapar mı? Sümme hâşâ, Üstad bundan beridir. Eğer o söylese idi açık bir şekilde söyler, bu kadar farklı yorumların ortaya çıkmasına izin vermezdi.
Yine o, bize demiyor mu? Benim sözlerimi mihenge vurun (kuran ve hadisin ölçüsü ile değerlendirin) eğer altın çıkarsa alın. Yok, sözlerim bakır çıkarsa arkasına gıybet ve beddua yükleyip bana gönderin. Böyle söyleyen bir âlim, Şeyh Said gibi bir âlim için öyle söyler mi? Hem o şanlı mücadelenin niçin yapıldığı her insaflı Müslüman bilmektedir.
Bu olayın yanlış anlaşılmasındaki en büyük etkende o dönem oynanılan oyunlardır. Çünkü haklı bir mücadeleyi durdurmanın başka yolunu bulamamışlardır. Bu olayın Kürtçülüğe bağlamak ve İngiliz desteği ile oldu demekte de büyük bir iftiradır. Bu olayın daha iyi anlamak isteyenler, Mustafa İslamoğlunun “İSLAMİ KIYAMLAR TARİHİ” adlı eserine de müracaat edebilirler. Bu olay orada da çok açık bir şekilde anlatılmaktadır.
Bu konu hakkında yazılan birçok eser vardır. Bunlardan iki tanesini istifade etmeniz için okumanızı tavsiye ediyorum. Birincisi: BENİM ADIM ŞEYH SAİD ve ikincisi PİRANDAN YÜKSELEN FERYAT’TIR.
Şeyh Said ile ilgili kısa bilgiler
Şeyh Said'din hanımıyla son konuşması
Şeyh Said hazırlığını yapar ve evden çıkacağı zaman hanımı ona şöyle der:
“Sen bizi kime bırakıp gidiyorsun”. Bu soru karşısında Şeyh Said tarihi cevabını şöyle verir:
- Eğer ben ve bu bastonum yalnız da kalsak ben yine bu kafirlere karşı çıkacağım. Ne ben Hz. Hüseyin’den daha değerliyim ne de benim ailem onun ailesinden daha kıymetlidir. Eğer ben bu kafirlere karşı çıkmazsam zebaniler sarığımdan tutup beni cehenneme atarlar, siz o zaman bana yardım edebilecek misiniz? Onlar bana demezler mi; “Ey Said Allah o kadar mal mülk verdi sana. Sen Allah için ne yaptın? Bunlar Allah’ın emirlerini ayaklar altına almışlar.
Şeyh Sadi darağacına çıkarılmadan önce söylediği çok güzel bir söz vardır:
“DEĞERSİZ DALLARDA ASILMAMA PERVAM (KORKUM) YOKTUR, MUHAKKAK MÜCADELEM ALLAH VE DİN İÇİNDİR .”
Hatıralara değil asıl kaynağa bakın bence kardeşlerim.. üstad şey said hakkında söylemiyor risale-i nuru biraz daha güzel ve takiki bir şekilde okumanızı tavsiye ederim..
Abileri değilde risale-i nur ne diyor diye bakalım..
http://www.saidnursi.de/tr2/images/s...aidnursi16.jpg
Şeyh Said hadisesi ve Bediüzzaman´ın yaklaşımı
Aradan geçen seksen iki senelik zaman Şeyh Said hadisesinin tartışmasını bitiremedi. Bu konuda yüzlerce araştırma yapıldı. Değişik basın ve yayın organlarında tartışmalar ve yazılar yer aldı. Kimine göre bu hareket bir Kürt direnişiydi. Kimine göre bir Şeriat kıyamıydı. Aslında bu konunun kapanacağı da yakın zamanda mümkün görülmemektedir. Çünkü Devlet Arşivleri bu konulara hâlâ kapalı. İstiklâl Mahkemelerinin tartışmalı kararları hâlâ açıklanmış değil. Ve hâlâ Takrir-i Sükun Kanununun uygulamaları sorgulanabilmiş değil. Peki Bediüzzaman bu konulara nasıl izah getirdi? Bu soruya cevap aramadan önce dilerseniz bu hadise nasıl meydana geldi, onu hatırlayalım.
Şeyh Said hadisesi, 13 Şubat 1925 günü Diyarbakır ilinin Dicle ilçesinde başlamıştır. Hadise kısa sürede Bingöl, Elazığ, Muş ve Diyarbakır’ın ilçelerini içine alacak şekilde büyür. Bunun üzerine Fethi Bey başkanlığındaki hükümet hadise yerlerine askerî birlikleri sevkeder. Bu arada hemen 23 Şubat 1925’te sıkıyönetim ilân edilir. Hükümet harekâtta yeterince tedbir almadığı gerekçesiyle eleştirildiğinden istifaya zorlanır. İsmet Paşa yeniden Başbakanlığa getirilir. İsmet Paşa hükümetinin ilk icraatı İstiklal Mahkemelerinin kurulması, diğer icraatı ise Takrir-i Sükun Kanunu olmuştur. Bölgeye yönelik büyük bir aktarma harekâtı düzenlenmiş, en sonunda Nisan ayında Muş yakınlarında Şeyh Said’in yakalanması ile bu harekât son bulmuştur. Şeyh Said’in kendisi de Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinin kararı ile 29 Haziran 1925 tarihinde 46 arkadaşı ile birlikte idam edilir.
Şeyh Said’e, Cibran ve Hasenan aşiretinden başka hiçbir Kürt aşireti yardım etmez. Hadisenin geçtiği illerde yaşayan sadece bütün Zaza Sünni aşiretleri Şeyh Said ile beraber hareket ederler.
Hadisenin ayrıntılarını ve geniş izahını araştırmacı-tarihçilere havale ederek, Bediüzzaman’ın bu konudaki genel yaklaşımını ve hareket tarzının ne olduğunu anlamaya çalışalım.
Bediüzzaman’ın Barla hayatının anlatıldığı giriş bölümünde, Şeyh Said’in ismi zikredilmeden yardım talebine ilişkin şöyle bir ifade geçer: “Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şarkta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor. ‘Sizin nüfûzunuz kuvvetlidir’ diyerek, yardım isteyen bir zatın mektubuna, ‘Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir’ diye cevap gönderiyor.’’ (Tarihçe-i Hayat, s. 135) İşte burada sözü geçen mektubun olmadığı bazı kişiler tarafından iddia edilmektedir.
Ancak her ne kadar mektup belge olarak elde mevcut değilse de, Bediüzzaman’ın bu konudaki Risale-i Nur’un muhtelif yerlerindeki beyanları mektup hadisesinin yaşandığını gözler önüne sermektedir. “‘Bizimle çalış’ dediler. Dedim: ‘Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez.’ Evet, ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim. Çünkü, an’anat-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir deha-i askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesîle oldu. Evet, ben, Ankara reislerinde, husûsan Reisicumhurda bir deha hissettim ve dedim: ‘Bu dehayı, kuş kondurmakla an’anat aleyhine çevirmek caiz değildir.’ Onun için, ne kadar elimden gelmişse dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden beri siyasetten çekildim.” (Tarihçe-i Hayat, s. 195)
İşte yukarıda naklettiğimiz satırlar, Bediüzzaman’ın Şeyh Said hadisesine bakış açısını apaçık ortaya sermektedir. Mektubun maddî olarak olup olmaması bir şeyi değiştirmez. Çünkü Bediüzzaman Şarkta yaşanan bu elim hadiselerin, İslâm lehinde yaşanması muhtemel olabilecek müsbet havayı değiştirdiğini, aksine İslâm geleneği aleyhine çevirmeye bir sebep teşkil ettiğini ve Ankara reislerinde özellikle Cumhurbaşkanında olan 'deha'nın İslâm aleyhine çevrilmesine sebep olmanın caiz olamayacağını ifade eder. Maalesef Bediüzzaman’ın bu ikazlarına kulak verilmediği için hadiseler Müslümanların aleyhine işlemiş ve yıllar boyu bunun acısı maddî ve manevî bir şekilde hissedilmiştir. Bediüzzaman yine bu konuyla bağlantılı olarak ‘’dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar, iyilik zannıyla o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla...” (Divan-ı Harb-i Örfi 45 ) diyerek dinde hassas fakat akıl muhakemesinden eksik olanların iyilik yaptıklarını zannederek şuursuzca şuurlu düşmana yardım edebileceklerini söyler.
Netice itibariyle Bediüzzaman’ın, Şeyh Said hadisesinin yanında yer almasının düşünülemeyeceğini, böyle bir hareket tarzının İslâma uygun olmadığını da aşağıdaki satırlardan rahatlıkla öğrenebiliriz: “Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 456)
Ancak her ne kadar Şeyh Said’in hareketini yukarıda sıralamaya çalıştığımız ölçüler içerisinde kabul ve tasvip edemezsek de, bu hadise bahane edilerek yapılan zulüm ve haksızlıkları gözardı etmemiz mümkün değildir. Çünkü şahısların hataları yüzünden on binlerce insan, haksız ve sebepsiz yere yıllarca öz yurdunda sürgüne mahkûm edilmiş, masum ve hadiseyle hiç ilgisi olmayanlar evlerinden ve barklarından mahrum bırakılmışlardır.
Bediüzzaman da bu sürgünden nasibini almış ve kaderin sevkiyle Van’dan başlayan sürgünü, ömrünün sonuna kadar devam etmiştir. Bediüzzaman, Şeyh Said’in yanlış metodunu hayatı boyunca tamir etmeye çalışmış, hatta Nur talebelerine verdiği son dersinde ‘’müsbet hareket"e dikkat çekmiştir. Evet bugün de İslâm âleminin her şeyden önce bu derse şiddetli ihtiyacı vardır.
Mehmet Selim MARDİN
SaidNursi.de