+ Konu Cevaplama Paneli
1. Sayfa - Toplam 2 Sayfa var 1 2 SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 10 ve 14

Konu: Din İlimleryle Fen İlimleri Kolkola mı?

  1. #1
    Ehil Üye elff - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2006
    Bulunduğu yer
    Kocaeli
    Mesajlar
    4.016

    Standart Din İlimleryle Fen İlimleri Kolkola mı?

    "Vicdan?n ziyas?, ulûm-u diniyedir. Akl?n nuru, fünun-u medeniyedir"

    Bu cümleyi okuyunca din ilminin ve medeniyet fenlerinin, kuşun iki kanad?ym?ş gibi, yani birisinden birisi olmazsa uçulamayacakm?ş gibi bir mana hissederdim de kalbime yatmazd?.

    Sonra bendeki eksikliğin, ziya ile nuru eş manada anlamaktan meydana geldiğini anlad?m.Abdulbaki Abi, nur ve ziya fark?n? forumda anlatm?şt?, Allah raz? olsun.


    Metin Karabaşoğlu da alttaki yaz?da bu konu hakk?nda güzel bir tefekkür yapm?ş.


    ************

    ************


    Üç Y?l kadar önce Köprü dergisinde yay?nlanan "Bilime Nas?l Bakmal??" başl?kl? yaz?m?zda, Muhâkemât’ta yer alan

    "Feya li’l-aceb!.. Köle efendisine.. ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nas?l düşman ve muar?z olabilir?

    Halbuki ?slâmiyet fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyyenin reis ve pederidir"


    sözünü izah bâb?nda, şu cümleleri yazm?şt?k:


    "Bu ifade, onun [Said Nursî’nin] dünyas?nda bilim ve dinin yeri konusundaki netliğin delilidir. Burada aç?kça, bilimóorijinal ifadeye sad?k kal?rsak ‘fenler’óile ?slâm aras?nda bir eşitler ilişkisi değil; hiyerarşik bir alt-üst ilişkisi öngörülür.

    ?slâmiyet efendi, fenler onun kölesidir.

    ?slâmiyet reis, fenler onun hizmetkâr?d?r.

    ?slâmiyet peder, fen onun veledidir.

    Mürşid olan ?slâmiyettir, fenler ise bu mürşidin irşad?yla doğru çizgide kalabilir.

    Buna göre, Kur’ân’dan ald?ğ? as?llar?n ve usullerin rehberliğinde kâinat? incelemeye girişen bir bilim öngörülmektedir.


    Vahyi rehber edinmeyen bir bilim ise, ‘efendisinden kaçm?ş bir köle’dir; baba terbiyesi görmemiş serseri bir çocuktur; mürşidsiz bir yolcudur."



    Bizim, Muhakemat’taki bu ifadelere dikkat çektiğimiz dönemde, Risale-i Nur nam?na dikkatlerin yöneldiği en birinci "bilim" bahsi ise, yirmi y?ll?k Risale hayat?mda olageldiği üzere, Muhakemat’la ayn? tarihte yay?nlanan Münazarat’ta yer alan meşhur "Vicdan?n ziyas?, ulûm-u diniyedir. Akl?n nuru, fünun-u medeniyedir" ifadesiydi.

    Bu ifade, alelekser, "ilimle din kolkola" "ilimle din elele" gibi yorumlar?n da çağr?şt?rd?ğ? üzere, bir eşitliğin ifadesi olarak anlaş?lmaktayd?.


    Bu bahsin böyle bir yoruma aç?k olduğunu düşünen, fakat böyle bir "eşitleme"nin yanl?şl?ğ?na kâni olan biri olarak, yine ayn? yaz?da, "Muhakemat’taki ifadede aç?kça görülen hiyerarşinin, en az?ndan zahirde, görülmediğini" söyleme cesaretinde bulunmuş ve şunlar? yazm?şt?m:


    "Münazarat’taki bu ifadenin ilk anda zihinlerde çağr?şt?rd?ğ?, iki eşitin mukayesesidir. ‘Ulûm-u diniye’ ile ‘fünûn-u medeniye’nin ayn? mertebeye konulduğu görülmekte; ve tek baş?na ‘fünûn-u medeniye’ye ‘akl?n nuru’ olma fonksiyonu atfedilmektedir."


    Maamafih, şu kayd? düşmeyi ihmal etmiş de değildik:


    "Said Nursî’nin ifadedeki kasd?n?n bu olmad?ğ?; bu ifade Muhakemat’la birlikte okunduğunda as?l kasd?n?n daha kolay anlaş?lacağ? düşünülebilir.


    Ama, sözkonusu ifadenin hemen hemen istisnas?z, az önce zikrettiğimiz şekilde anlaş?ld?ğ? da bir vâk?ad?r.


    Bu söz, sürekli, ‘dinî ilimler’ ile ‘modern bilimler’in yan yana okutulduğu; sözgelimi bir tarafta usuli’d-din, kelam ve f?k?h, öte yanda fizik, biyoloji, sosyoloji okutulan bir eğitim projesinin özeti olarak anlaş?lm?şt?r.


    ?ki grup aras?nda bir eşitlik farzedilmiştir.


    Sonuçta bir ‘iç içelik’ten ziyade, bir paralellik; bir alt-üst ilişkisinden ziyade, bir eşitlik öngörülmüştür."



    Peşis?ra, Muhakemat’taki ifadeyi bir kez daha hat?rlatarak, şunlar? da söylemiştik:



    "Said Nursî’nin Münazarat’taki sözkonusu ifadeleri, bu bahisten çoğu kez anlaş?lan mânây? kasdetmiyor olsa gerektir. Bu ihtimali dikkate almak için yeterli gerekçeler de mevcuttur..."



    ?mdi, on gün kadar önce dünyama aç?lan ziya-nur nüans? ile, Muhakemat ve Münazarat’taki sözkonusu ifadeler aras?nda zahirde görülen çelişkinin hakikatte olmad?ğ?n? kesinkes kavram?ş; bu arada, Münazarat’taki meşhur "Vicdan?n ziyas? ulûm-u diniyedir. Akl?n nûru fünûn-u medeniyedir" sözü için yap?lagelen "modern bilimler"i "ulûm-u diniye"ye eş görme, hatta daha öne ç?karma tavr?n?n kesinlikle Bediüzzaman’?n mizan?na uymad?ğ?n? anlam?ş bulunuyorum.



    Zira, Güneş "ziya," Ay ise "nur" verdiğine göre; yani, "ziya" Hakikat Güneşinden doğrudan al?nan ?ş?ğ?, "nur" ise Hakikat Güneşinden âyinelere [bu bağlamda kâinata] yans?yan ?ş?ğ? ifade ettiğine göre, "Vicdan?n ziyas? ulûm-u diniyedir, akl?n nûru fünûn-u medeniyedir" sözü Bediüzzaman’?n bu bâbdaki sair sözleriyle tutarl?l?k arzeden, mizanl? ve müstakim bir söz olarak karş?m?zda duruyor.


    Demek ki, "ziya" "nur"dan ne kadar üstün ve öncelikli ise, "vicdan" "ak?l"dan, "ulûm-u diniye" de "fünûn-u medeniye"den o kadar üstün bulunuyor.

    Vicdan doğrudan Hakikat Güneşinin ziyas?na muhatap olurken, ak?l Hakikat Güneşinin nuruna muhatap oluyor.


    Diğer bir nazarla, "ulûm-u diniye" ziya saçarken, "fünûn-u medeniye" o ziyan?n yans?mas? olan nûru yayma potansiyeline sahip bulunuyor.



    Velhas?l, bu bir cümlelik veciz ifadede, Bediüzzaman Rabbü’l-âlemîni tan?ma noktas?nda vahyin kâinata, vicdan?n akla, "ulûm-u diniye"nin "modern bilimler"e önceliğini ve onlardan üstünlüğünü ifade ediyor. Bunu da "ziya"y? ilk gruba, "nur"u ikinci gruba izafe ederek yap?yor.


    Dolay?s?yla, şahsen bu ifadede zahiren ‘ulûm-u diniye’ ile ‘fünûn-u medeniye’nin ayn? mertebeye konulduğunun görüldüğü şeklindeki kanaatimi tashih ediyor; mesele bu şekilde vuzuha kavuştuğunda,óziya nurdan, Güneş Aydan üstün olduğuna göreóhiç kimsenin bu bahsi "ulûm-u diniye" ile "fünûn-u medeniye"yi eşit görme gibi bir şahsî anlay?ş zaaf?na mazeret k?lamayacağ?n? bilhassa belirtmek istiyorum.

    17.01.2004
    Metin Karabaşoğlu
    Konu elff tarafından (14.08.07 Saat 02:30 ) değiştirilmiştir.
    İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi İmân ve duâdır.

    ***


    ....Sevgili Üstâdım, evvelce arz ettiğim vech ile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum.


    O da, üstâdım olan dellâl-ı Kur'ân'ın vazife-i memuriye-i mânevîsini îfâ etmekle kendilerine pek cüz'î bir yardım ve Kur'ân hesâbına cüz'î bir hizmetkârlıktan ibârettir....



    ***


  2. #2
    Ehil Üye elff - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2006
    Bulunduğu yer
    Kocaeli
    Mesajlar
    4.016

    Standart

    Sahibinden Kaçmış Bir Kölenin Serencâmı

    Bilim katışıksız bakır da değildir.

    Muhakemat'taki tanımlamayı bir kez daha hatırlarsak bilim efendisi İslâmiyet olan bir köledir.


    Seyyidi İslâmiyet olan bir hizmetkârdır.

    Mürşidi İslâmiyet olan bir öğrencidir.

    İslâmiyet baba; her bir fen ise, onun evlâdıdır.

    Burada "İslâmiyet"i geniş anlamıyla, bütün peygamberlere gönderilen "hak din" olarak aldığımızda, sözkonusu tanımlamanın muhtevası gerçek zenginliğiyle karşımıza çıkar.


    Bütün peygamberler "müslim"dirler.

    Hepsi de "hak dini" tebliğ etmiş; vahyin elçisi olmuş; vahye tâbi bir hayatın, ve hayatın ayrılmaz bir cüz'ü olarak vahye tâbi bir tefekkürün nasıl olacağını öğretmişlerdir.


    Meryem sûresinde Hz. İbrahim'in babasına söyledigi gibi, nebilere "bize vermeyen bir ilim" verilmiş;

    Alak sûresinin ilk ayetlerini hatırlarsak, Rabbimiz böylece bize “bilmediğimizi bildirmiş"tir.

    İlk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Adem'in "talim-i esma"ya muhatap olması da bu açıdan manidardır.

    Nitekim, "Yirminci Söz"de bu Kur'ânî hakikat yorumlanmakta; ilim ve marifetin ancak Esma-i Hüsnânın tanınıp bilinmesiyle sözkonusu olacağı söylenmekte; fenler de bu bağlamda ele alınmaktadır.


    Her bir fen, Hz. Adem'e talim edilen, ve tüm peygamberlerin de talim ettiği Esma-i Hüsna'dan bir isme dayanmaktadır.


    Her bir ilmin, her bir fennin hakikatı bir ism-i ilâhîye dayanır. Ve "o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san'at kemalini bulur, hakikat olur.

    Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir."


    Sözgelimi geometri bir bilim dalı olarak Adl ve Mukaddir isimlerine ayna olmaktadır.

    Aynı şekilde, tıp Şâfi isminin cilvelerini gösteren ve bu isme dayanan bir bilim dalıdır.

    Sözkonusu risale, bir boyutuyla bilimin Esma-i Hüsna ile bağını kurarken, öte yandan her bir fennin ve her bir terakkiyatın nebevî bir talim üzere kök saldığını da vurgulamaktadır.

    Peygamber mucizeleri, bu konuda en kayda değer örneklerdir.

    Her biri bir isme dayanan, ve nebilerin talimiyle vücud bulup gelişen fenler, diğer bir açıdan insana verilmiş fitrî bazı özelliklerin de yansımalarıdır.

    Şu dünyaya Hâlikını tanımak ve yalnız Ona ubudiyet etmek üzere gönderilmiş insan, onu bu yola sevkedecek; ve sevkedildiği bu yolda dinamik kılacak olan bazı özelliklerle donatılmıştır.

    Meselâ insanda hakikati arama meyli vardır.

    Kemale erme ve terakki etme meyli vardır.

    Kâinatı anlama ve açıklama yönünde fikri bir merakla donanmış durumdadır. Fıtratında derc edilmiş bu özellikler, insanı arayış ve araştırmalara yöneltmekte, Bu araştırmalar ise insana ve kainata dair kısmi tesbitlere kapı açmâktadır.


    Bu ayrı ayrı çalışmalar bir "istikra-i tam" yani tam bir tümevarım yoluyla biraraya toplandığında ortaya bazı külli kaideler çıkmaktadır.

    Nitekim "her bir fen, kavaid-i külliye desatirinden ibarettir."

    İnsan yalnızca kendi nazarı ise, bir nizamı farkedemez bile.

    Tümevarım üzerine bina olunan ve küllî kaidelere dikkat çeken fenlerin dürbünüyle küllî ve umumî bir nizamın varlığını görmektedir.

    Çünkü, nizamı olmayanın, külliyeti yoktur.

    Küllî kaidelerden ibaret olan fenler var ise, ortada bir nizam var demektir. Bu bakımdan, "umumî bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden her birisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir." Ve bu nizam içinde gizli olan hikmetleri, faydaları, maslahatları, san'atlı ve ölçülü yapılışları göstererek Saniin kasd ve hikmetini ilan etmekte; Onun esmasına götüren birer dürbün olmaktadır. Bu yönüyle de, her bir fen, âdeta vehim şeytanlarını tardetmek için birer "necm-i sâkıb"dır.

    Batıl vehimleri delip yakan birer yıldızdır.

    Kâinatın Saniini isimleriyle tanıma; onun yaratış biçimini, yani "âdetullah"ı, "şeriat-ı fıtriye"yi keşfetme aracıdır.

    Fakat, bilimin bu aslî mecraından çıkması da mümkündür.

    Nitekim, son asırlarda vahyin rehberliğindeki bilim kendi yolunu bulmaya kalkışmış; seyyidi olan İslâmiyetin hizmetinden kaçmış; baba terbiyesini bırakarak evini terketmiştir. Son asırlar, bilimin "özgür," "bağımsız" ve "tarafsız" olması gerektiğine dair bir yığın seslenişe konu olmuştur.

    Oysa, bilim bir araçtır; aracın araç olma dışında bir seçeneği yoktur.

    Nitekim, vahyin rehberliğinden kaçarken, felsefenin tuzağına düşmüş; imanî hakikatlerin hizmetini terkederken felsefenin oyuncağı olmuş; baba evinden kaçarak felsefe bataklığına saplanmış; vahyin irşadına kulağını kapayarak deli-divane olmuştur.

    Meselâ tıbbın, biyolojinin, başka herhangi bir bilim dalının bugünkü vaziyeti bu durumun bir delilidir. Vahid ve Ehad olan tek bir Rabbin Şâfi ismine ayna olmaktan "tarafsız"lık ve "değerden-bağımsız"lık adına kaçan tıp bilimi, bugün akılsız, şuursuz, elsiz, gözsüz binlerce kimyevî maddeye şifa vericilik izafe etme durumundadır.

    Cenab-.ı Hakkın Hayy başta olmak üzere birçok isminin aynası olması gereken; Onu sonsuz ilim, irade ve kudretiyle tanıtması icab eden biyoloji, bu görevi terketmiştir.

    Buna karşılık, meselâ DNA gibi akılsız, şuursuz, kör ve sağır moleküllerin herşeyin herşeyle alâkasını bilme, herşeye gücü yetme, mutlak irade sahibi olma, hikmeti sonsuz olma, hayat verme gibi ilâhî özellikler taşıdığını ileri sürme divaneliğine dûçar olmuştur.

    Bir Yaratıcıyı reddeden her bir bilim dalı, zerreler adedince ilahlar edinmeye mecbur kalmıştır. Sahibinden kaçan ve kendi kendinin sahibi olmaya kalkışan bilim, sonuçta, vahye sırtını dönmüş felsefenin divanece hezeyanlarının sözcüsü konumuna düşmüştür.

    Metin Karabaşoğlu
    İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi İmân ve duâdır.

    ***


    ....Sevgili Üstâdım, evvelce arz ettiğim vech ile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum.


    O da, üstâdım olan dellâl-ı Kur'ân'ın vazife-i memuriye-i mânevîsini îfâ etmekle kendilerine pek cüz'î bir yardım ve Kur'ân hesâbına cüz'î bir hizmetkârlıktan ibârettir....



    ***


  3. #3
    acizizfakiriz
    Guest acizizfakiriz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart

    "Sâni-i Zülcelâlin âlem-i ekberdeki san’atı o derece mânidardır ki, o san’at bir kitap suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer, hakikî fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet, o derece hakikatle bağlı ve hakikatten medet alıyor ki, büyük Kitab-ı Mübînin bir nüshası olan Kur’ân-ı Hakîm şeklinde ilân edildi."Mektubat

  4. #4
    Ehil Üye Ahsen Nur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2007
    Mesajlar
    3.286

    Standart

    Peki ilimle bilimi nas?l ay?r?r?z k?saca?Bir seminerde bi abi şöyle demişti:Niyet ilimle bilimi ay?r?r diye.mesela birisi bilimi öğtreniyor olsa o bilimde Allah'a ulaş?yorsa ilim yap?yor demektir.Doğru olabilir mi sizce?

  5. #5
    acizizfakiriz
    Guest acizizfakiriz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart

    Alıntı ahsen_73 Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Peki ilimle bilimi nasıl ayırırız kısaca?Bir seminerde bi abi şöyle demişti:Niyet ilimle bilimi ayırır diye.mesela birisi bilimi öğtreniyor olsa o bilimde Allah'a ulaşıyorsa ilim yapıyor demektir.Doğru olabilir mi sizce?
    Bilimlerin içeriğine ilim denir. Bu içerik söz konusu bilim dallarının muhtevası olduğu gibi esas gaye de bu gerçeklerle Rabbini bilebilmektir.

    Mesele astronomi bir bilim dalıdır. Muhtevası ise tamamen marifetullah bürhanlarıdır ve bu vesile ile Rabbimizi tanımakta çok merhaleler kat ediyoruzdur. Bilimlerin muhtevası eğer bir kimseyi Allah'a götürmüyor veya O'nun adına bu iş yapılmıyırsa bilime manay-ı ismiyle bakılıyor anlamına gelir..

  6. #6
    acizizfakiriz
    Guest acizizfakiriz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart

    Alıntı ahsen_73 Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Peki ilimle bilimi nas?l ay?r?r?z k?saca?Bir seminerde bi abi şöyle demişti:Niyet ilimle bilimi ay?r?r diye.mesela birisi bilimi öğtreniyor olsa o bilimde Allah'a ulaş?yorsa ilim yap?yor demektir.Doğru olabilir mi sizce?
    Evet, Kur’ân-? Hakîm, şu Kur’ân-? azîm-i kâinat?n en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümân?d?r. Evet, o Furkand?r ki, şu kâinat?n sayfalar?nda ve zamanlar?n yapraklar?nda kalem-i kudretle yaz?lan âyât-? tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem, her biri birer harf-i mânidar olan mevcudâta mânâ-i harfî nazar?yla, yani, onlara Sâni hesâb?na bakar; "Ne güzel yap?lm?ş, ne kadar güzel bir sûrette Sâniin cemâline delâlet ediyor" der. Ve bununla, kâinat?n hakiki güzelliğini gösteriyor.

    Ammâ, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, hurûf-u mevcudât?n tezyinât?nda ve münâsebât?nda dalm?ş ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaş?rm?ş. Şu kitâb-? kebîrin hurufât?na mânâ-i harfî ile, yani, Allah hesâb?na bakmak lâz?m gelirken, öyle etmeyip, mânâ-i ismî ile, yani, mevcudâta mevcudât hesâb?na bakar, öyle bahseder. "Ne güzel yap?lm?ş"a bedel "Ne güzeldir" der, çirkinleştirir. Bununla kâinat? tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatad?r ve kâinata bir tahkirdir. 12. söz

  7. #7
    Ehil Üye Ahsen Nur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2007
    Mesajlar
    3.286

    Standart

    Allah raz? olsun paylaş?mlar?n?z için

  8. #8
    Yönetici HakanBa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jun 2006
    Bulunduğu yer
    Gaziantep
    Yaş
    37
    Mesajlar
    2.575

    Standart

    Alıntı elff Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Zira, Güneş "ziya," Ay ise "nur" verdiğine göre; yani, "ziya" Hakikat Güneşinden doğrudan alınan ışığı, "nur" ise Hakikat Güneşinden âyinelere [bu bağlamda kâinata] yansıyan ışığı ifade ettiğine göre, "Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir, aklın nûru fünûn-u medeniyedir" sözü Bediüzzaman’ın bu bâbdaki sair sözleriyle tutarlılık arzeden, mizanlı ve müstakim bir söz olarak karşımızda duruyor.


    Demek ki, "ziya" "nur"dan ne kadar üstün ve öncelikli ise, "vicdan" "akıl"dan, "ulûm-u diniye" de "fünûn-u medeniye"den o kadar üstün bulunuyor.
    Öncelikle elff abla Abdulbaki abinin nur ve ziya hakkındaki yorumu bulunan konunun linkini verirseniz sevinirim. Ben aradım baya bulamadım

    Burda Karabaşaoğlu din ve fen ilimlerinin eşit olmadığını, ziyanın nurdan üstün olduğunu söylemiş. Fakat bu iki kelime asıl anlamı noktasında kafamı karıştırıyor ve burdaki anlam yetmiyor.
    Allahın "Nur" ismi var. Eğer nur, ziyanın yansıması olarak düşünürsek burada bir terslik oluyor.
    Güneş ve Aya zatı itibarıyla bakarsak bu anlam çıkıyor, vazife itibarıyla bakarsak daha farklı yorumlanabilir.


    Vücudun kemâli hayat iledir; belki, vücudun hakiki vücudu hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur; şuur, hayatın ziyâsıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esâsıdır. Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mâl eder; bir şeyi bütün eşyayâ mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey-i zîhayat diyebilir ki, "Şu bütün eşya malımdır, dünya hânemdir, kâinat Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür." Nasıl ki ziyâ ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin-bir kavle göre-sebeb-i vücududur; öyle de, hayat dahi mevcudâtın keşşâfıdır, keyfiyâtın tahakkukuna sebeptir, hem cüzî bir cüzîyi küll ve küllî hükmüne getirir ve küllî şeyleri bir cüze sığıştırmaya sebeptir ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medâr, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ, hayat, kesret tabakâtında bir çeşit tecellî-i Vahdettir ve kesrette Ehadiyetin bir aynasıdır.(29.söz)

    Hayatsız bir vücud olmayacağı için, vücudun meydana gelmesi için hayat gereklidir. Fakat hayatın olması için şuura gerek yoktur, şuur o hayatı daha iyi hissettirir. Ben burdan asıl kaynağın nur olduğunu, ziyanın ise onu daha iyi hissettirdiğini anlıyorum. Güneş, ziyasıyla(parlaklığıyla) cisminin görülmesine sebep oluyor sadece. Nur ise çok farklı gibi.
    "Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir"
    Burada din ilimleriyle fen ilimlerini karşılaştırmaktan çok; vicdanın din ilimleriye daha iyi hissedildiği ve yükseldiği, fen ilimleri olmadan aklın kullanılamayacağı anlamı mı var ki?

    "Eğer komünistler mürekkep ve kağıdı yok etmek imkanını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup hakikat hazinesi olan Risale-i Nurun neşri için, mümkün olsa derimizi kağıt, kanımızı mürekkep yapacağız."

    -Zübeyir Gündüzalp-


  9. #9
    Müdakkik Üye mevlanahalid - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    633

    Standart Manayı harfi.

    Fen ilimlerine manayı harfi ile bakılmalı.



    Manayı harfi ile bakış marifetullaha pencereler açıyor. Dolayısıyla zaten din ilmi ile iştigal ediyorsun.

  10. #10
    Müdakkik Üye mevlanahalid - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jan 2008
    Mesajlar
    633

    Standart

    Mesela koku hadisesisin manayı harfi ile bakışını kısaca yazayım;

    Sanii HAKİM Havadaki esir maddesine Öyle kabiliyetler yerleştirmiştir ki, kokulu maddelerin kokusu havada yayılınca Halifeyi zeminin burnunun üst kısmına temas eder. Bu temasta bir protein olan G proteini öyle bir memuru rabbanidir ki kokuyu elektirik telleri hükmündeki sinirlere iletir. Bu ileti Rabbi rahimin Santral ve yorumlayıcı memuru olan beyinde yorumlanır ve koku alınır. Tabi kokuyu alan Emr-i ilahi olan RUH tur.

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0