Kâinatımızın Yaratılış Hikâyesi
Kâinatımızın yaratılış hikâyesi-1 - Ediz SÖZÜER

11.Söz’ün izah metni mahiyetindeki bu yazımız, kâinatımızın yaratılış hikayesini anlatan bu esere ciddiyetle bakmamıza ve yeni bir gözle tekrar okumamıza vesile olur inşallah.

Ruhumuz bedenimize gönderildiği anda, şu şaşırtıcı ve güzel kainatın içinde teklifsizce buluveririz kendimizi. Peki neden buradayız, kim göndermiştir bizi ve buradan nereye gideceğiz? Biz kimiz ve bizden istenen nedir? Bu soruların cevaplarını sır gibi içinde saklayan ve herkese açmayan kainatın muammasını halletmek ve büyük kozmik bulmacanın gizemini çözmeye çalışmak yolunda, ne kadar çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Bu gök kubbenin altında, kâinatı anlamak adına ne çok insan düşüncesi ortaya koyulmuştur. Ancak, hakikati bulmak yolunda kesin bir sonuca ulaşmak, çok uzakta kalmıştır her zaman. Felsefe ve bilim, kâinatı sürekli anlamaya çalışmakta, fakat ya kesin ve net cevaplar bulamamakta ve uğraşıp durmakta ya da bulduğunu iddia ettiği cevaplar, böyle muhteşem bir kainata yakışmayacak derecede sığ ve anlamsız kalmaktadır. Evet, böyledir. Kainatı, sadece kendi aklını kullanarak anlamaya ve gerçeğe ulaşmaya çalışan insanın hüsranı, kaçınılmaz olmuştur ve olacaktır. Çünkü akıl, ilahi vahyin rehberliği olmadan kainatın hakikatini kendi başına bilemez. Bununla birlikte aklın kendisi, ilahi vahye tabi olmayı emreder, çünkü bütün ilahi mesajın bütün söyledikleri aklîdir.

Neden akıl tek başına yolunu bulamaz acaba? Örneğin, biri sizi gizlice bayıltıp, bir ada içine kurulmuş bir tesise götürse ve uyandığınızda görseniz ki, tıpkı sizin gibi kendi isteği dışında adaya getirilmiş bir çok insan da beraberinizde bulunuyor. Ada içinde de bir konaklama tesisi kurulmuş. Ücretsiz yemek, konaklama ve gezinti imkanları sunuluyor. Adeta bir ziyafete davet edilmişiz her birimiz. Soruyoruz şimdi. Adada bulunanlar, ada içindeki tesisin kuruluş maksadını ve o ada içindeki tesise gönderiliş gayelerini nasıl bilebilirler? Acaba, kendilerini oraya gönderenin bildirmesi haricinde, bu bilgiye ulaşmanın kesin bir yöntemi mevcut mudur? Adaya gönderilen yüzlerce insanın her biri, ada, tesis ve kendileri hakkında bir sürü teori üretebilirler ve neden orada bulunduklarıyla ilgili sayısız tahminlerde bulunabilirler. Karmaşık komplo teorilerinden tutun da, bu konuda kesin bir cevap verilemeyeceğine dair fikirler ileri sürenler olabilir. Hatta “boş verin neden, niçin diye sorgulamayı. Burada yiyip içmemize ve keyfimize bakalım ve bize izin verildiği kadar yaşarız yeter.” diyen sarhoş ruhlu serseriler bile çıkabilir. Halbuki, o sorular mutlaka sorulmalıdır. Aklı başında her insan, o cevapları bulmanın önemini takdir eder ve neden adaya getirildiğini merak etmenin insan olmanın bir gereği olduğunu dava eder.

Cevabı kimin vereceği ise, çok nettir: Sizi oraya gönderen ve o tesisi kuran, işleten kim ise, cevabı da o verecektir. Eğer bir insan belli bir maksatla isteği dışında bir yere götürülmüşse, bu konuda söz hakkı onu götürendir. Oraya neden getirildiğini ve o insandan ne istendiğini doğru olacak bilecek ve söyleyecek yalnız odur. Başkası olamaz. O yüzden gerçek hayattaki rehine kaçırmalarında bile, kaçırana ilk sorulan soru şudur: “Bunu neden yaptın ve ne istiyorsun?” Bunu bir düşünün lütfen. Tabi dediğimiz gibi biz misafiriz, kaçırılmamışız, bir ziyafete davet edilmişiz. “Bir insanın gözü kapalı olarak getirildiği bir yerde, bir ziyafet sofrasını hazır görünce, onu oraya kimin getirdiğini ve bu ikramı ona neden yaptığını merak etmesi”, tam da durumuzu tasvir ediyor. Önce bizi buraya getirenin kim olduğunu bulmamız ve sonra sorularımızın cevaplarını ondan öğrenmemiz gerekiyor. Aslında çok basit bir şey söylüyoruz: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur”, mantıkî bir kaidedir. Kainatı yapan, içindeki dünya misafirhanesini işleten ve insanı bu kainata kendi isteği dışında gönderen zat, elbette bunun nedenini ve insandan ne istediğini, ancak O bilir ve bildiği için, şüphesiz bildirecektir de. Ve herhalde bildirmiş olmalıdır, öyle değil mi?

Gerçek, karmaşık değildir. “İki nokta arasındaki en kısa yol, doğru şeklinde bir çizgidir.” Cevabı bilinmeden önce zorlu ve karışık görünen nice sorular, çözümleri bilindiğinde, ne kadar da basit ve kolay gelir bize. Hakikat, olabildiğince sade, kesin ve nettir. Gerçeğin yapısı, bunu gerektirir. Kainat yaratıcısının dini vasıtasıyla bildirdiği yaratılış maksadı, yüksek ve derin bir hakikatin, net ve basit ifadesidir.

Şimdi, bütün felsefelerin ve bâtıl dinlerin iflas ettiği ve sınıfta kaldığı noktadayız. Kainatın gerçek şeklini ve insanın yaratılış maksadını kesin ve net olarak bildirecek olan, yalnız kainatın yaratıcısının kendisidir. Evet, böyle de olmuştur. Bizi muhatap alan ilahî konuşması olan kitapları ve (gösterdikleri mucizelerle, yüksek ahlaklarıyla ve peygamberlik görevi için hiç bir ücret talep etmemeleriyle doğrulukları ispatlanmış) elçileri vasıtasıyla da, en derin hakikatleri, basit ama yüksek bir beyanla insana bildirmiştir. 11. Söz’de böylesine derin, yüksek ve büyük bir gerçeği kavrayabilmemize yardımcı olmak için, eser metninde benzetmeler kurgulanmıştır. İlk insandan bugüne kadar bu kainat sarayında ağırlanan her insanın ve kendimizin, eser metnindeki temsilî hikayede yaşayan gerçek hikaye kahramanları olduğumuzu bilmeliyiz.

Temsildeki sultanı tekrar gözümüzde canlandıralım. Çok büyük bir serveti ve her çeşit cevherlerle dolu muazzam hazineleri olan bir sultan bulunsun. Bu sultan aynı zamanda sanat ve teknoloji alanında en tepe noktada kendini geliştirmiş, dahi derecesinde bir zeka ve beceriye sahip olsun. Şaşkınlık uyandıracak, ilginç ve sıradışı teknolojik aletleri üretecek ustalığı (Dipnot 1) ve muhteşem güzellikleriyle hayran bırakacak sanat eserleri yapabilecek yüksek bir ruhu ve güzel bir kalbi de bulunsun. Her türden ilim ve fennin uzmanı ve hâkimi de olsun. Burada bir kaide geliyor: Her güzellik ve mükemmellik sahibi, kendi güzelliğini ve mükemmelliğini görmek ister. (Dipnot 2) Örneğin güzel kitap yazma ve resim yapma kabiliyeti, elbette açığa çıkmak ister. İşte tam da bu durumda, bir sergi yeri lazımdır ki, tüm bu kabiliyetler, ilimler, güzellikler, mükemmellikler uygulamalı olarak gösterilsin. Yani sultan, o manevi güzelliğini ve sanat kabiliyetini güzel eserler ortaya koyarak; zeka ve becerisini de, hayranlık uyandıran teknoloji harikaları üreterek gösterecek. Hem kendisi görüp keyiflenecek ve haz alacak, hem de başkasının gözünden görecek. İşte bu maksatla muhteşem bir saray yapıyor. Bu sarayı, en ileri teknoloji ürünleri, en şaşırtıcı makinelerle donatıyor, sarayın her tarafını cevherleriyle süslüyor ve kendi sanat eserleriyle güzelleştiriyor. Sergiyi daha cazip hale getirmek ve cömertliğini göstermek için de, herkesin damak tadına uygun ziyafetler hazırlıyor. Fakat sofradakiler rastgele yemekler değil. Öyle bir sofra açıyor ki, sanki yüzlerce ince sanatlar ve hassas makinelerle yapılmış bir görselliğe sahip bu ziyafet sofrası.

(Dipnot 1) Her canlı, etten ve kemikten yapılmış muazzam makinelerdir. Her bitki ve çiçek, mükemmel sanat eserleridir. Kainatın işleyişini, matematik ve bilimle ifade edebilmemiz ise, sistemi kuran zâtın, mevcut tüm ilimlerin zirvesinde olmasından ve onları tamamen kavrayıp işlerinde ustalıkla kullanmasından kaynaklanmaktadır.

(Dipnot 2) İNCE BİR NOT: Kendi güzelliğini beğendirme ve kabiliyetlerini gösterme arzusu, biz insanlarda düşük bir hissiyattan, ihtiyaçtan ve kompleksten kaynaklanabilir. Fakat, ihtiyaç ve kusur yanına yaklaşamayan, bütün güzelliklerin ve mükemmelliklerin esas sahibi ve kaynağı bir zât söz konusu olunca işler değişir. Bu durumda, hakikî olarak kendisinden başka güzellik ve mükemmellik kaynağı olmayan mukaddes zâtın, bu özelliklerini göstermek istemesi, bir kusur veya ihtiyaçtan kaynaklanmaz. O güzel ve mükemmel zât, sadece sahibi olduğu vasıflar öyle gerektirdiği için kendini bildirmek istemiştir.

Halkını davet ettiği sarayda, yüksek rütbeli bir memurunu rehber olarak tayin ediyor. O rehber, hem sarayın sahibini, hem de sarayın içindeki sanatların ve harikalıkların saray sahibinin özelliklerini nasıl bildirdiklerini ve ifade ettikleri manaları tarif edecektir. Sarayın kurallarını, tabir yerindeyse davetin protokolünü, saray sahibinin hoşnut olacağı hareket tarzını, yine saray rehberi bildirecektir. İşte sarayın davetlilerine hitaben o rehber, saray sahibinin kendisini tanıttırmak için bu sarayı inşa ettiğini, kendisini sevdirmek için sarayı güzel sanatlar ve süslerle donatıp, ikramlarda bulunduğunu söylüyor.

Davetlilerin de ona kendilerini sevdirmeleri için, sanatını takdir etmeleri ve yaptığı işleri beğenmeleri gerektiğini ifade ediyor.
Kendini tanıttırmasına karşılık onu tanımakla ve manevi güzelliğini göstermesine karşılık o güzelliğe muhabbet ederek ve ilgisini kazanmaya çalışmakla karşılık verilmesini istiyor. Yaptığı tüm eserlerin üstüne, taklit edilmesi mümkün olmayan imzalar atan, mühürler basan saray sahibinin, her şeyin kendi eseri olduğunun bilinmesi arzusuyla ve sarayın tek sultanı olarak kabul görmek isteğinden böyle yaptığını bizlere tebliğ ediyor.

Sonra halk, iki gruba ayrılıyor: Bir grup, böyle ihtişamlı ve işleyişi düzenli, kendisi sanatlı ve ikramı cömert olan bu sarayın basit bir şey olmadığını, işin içinde büyük bir iş olduğunu düşünebiliyor ve “Acaba sırrı nedir?” diye merak ediyorlar.
Böyle bir saraya, gerçekten de bu tarzda bir rehberin gerekli olduğunu, akıl edebiliyorlar. Bu yüzden o rehberin seslenişini ve çağrısını duyduklarında, ona kulak veriyorlar. Görüyorlar ki, bütün söyledikleri aklîdir ve aklı başında olanın uyması gereken şeylerdir. Fakat aklın kendi başına bileceği şeyler değildir. Bu grup, rehberi dinleyip, söylediklerini kabul ediyorlar. Saray kurallarına da uyuyorlar. Saray sahibi de, ettiği ikramın ve verdiği ziyafetin kıymetini takdir ederek hürmet eden ve sarayın inşa maksadını keşfederek buna uygun hareket eden bu edepli misafirlerden memnun kalarak, çok daha yüksek ve mükemmel diğer bir saraya davet ederek, hayal edemeyecekleri bir mutluluk diyarının kapısını onlara açıyor. Diğer grup ise, sarayın güzelliklerinin ifade ettiği mananın ne olduğu ve neden orada oldukları ve kendilerinden ne istendiği meselesiyle ilgilenmeyip, sadece yiyip içip, sarhoş olup, yatıp kalkıp geziyorlar. (Dipnot 3) Böyle yüksek gayeler için kurulmuş sarayda, üstlendikleri ulvî vazifelerle meşgul olmak isteyen diğer grup seyirci misafirleri, çok rahatsız ediyorlar. Netice olarak, böyle önemli bir davette yapılan serseriliğin cezası olarak, hapislere atılıyorlar.

(Dipnot 3) Etrafınızda yaşayan insanların ve kendinizin yaşam tarzına, bir de bu gözle bakın. Bakalım nasıl göreceksiniz?

Saray sahibinin, sarayı yapmaktaki maksatlarının gerçekleşmesi, iki şeye bağlıdır:

Birisi, rehberin varlığıdır. Eğer o rehber olmazsa, sarayın maksatları ve davetlilerden istenilenler bilinmez. Maksatlar, boşa gider. Tıpkı, kendi başımıza anlayamayacağımız bir kitabın manalarını öğretecek birinin olmaması halinde, o kitabın bizim için bir kağıt parçasından başka bir anlam ifade etmeyeceği gibi.

Diğeri de, davetlilerin o rehberin sözünü dinleyip ona uymalarıdır. O rehber üstadın varlığı, sarayın var olma sebebi olarak görülebilir. Davetlilerin rehberi dinlemesi de, sarayın varlığını devam ettirmesine sebeptir. Elbette, mantıken denilebilir ki: O rehber olmasaydı, bu saray yapılmazdı. Bir anlamı olmazdı çünkü. Ve yine denilebilir ki: O rehber dinlenmediği zaman, o sarayın varlık sebebi kalmadığı nedenle, saray ortadan kaldırılacak ve başka şekle dönüştürülecektir. (Dipnot 4)

(Dipnot 4) Peygamberimiz (A.S.M.) olmasaydı, kâinat yaratılmazdı denilebilir. Çünkü, kâinatın yaratılış maksatları, ancak onun varlığı ve dersiyle bilinip, gerçekleşiyor. Ve insanlık O’nu dinlemekten tamamen uzaklaştığında, kâinatın varlık sebebi kalmayacak, kıyamet kopacak, ebedi âhiret diyarı ve cennet sarayı inşa edilecek denilebilir.

Şimdi kâinatımızın yaratılış hikayesini anlatan temsilî hikayenin hakikatini araştıralım birlikte.

Doğru cevaplar için, doğru sorular sormak gerekir. Bir de, cevapları doğru yerde, doğru şekilde aramak gereklidir. Kâinata doğru açıdan bakmamız gerekiyor. Size basit bir misal vereceğiz. Zamanda 50 sene geriye gidip, daha önce hiç cep telefonu görmemiş ama zamanının en bilgili bir insanının eline, tablet özellikli büyük ekran gelişmiş bir cep telefonunu kapalı olarak verelim. Herhalde sağına soluna bakar, ne olduğunu anlamaya çalışır, durur. Ne işe yaradığını bile anlayamaz. O bilgili adam cep telefonu karşısında, ilkel bir mağara adamı gibi kalacaktır. İlk defa gördüğümüz bir eşyayı kullanmak, ne işe yaradığını keşfetmek, herkes için zordur. Zorluk, bilmemektedir. Bakınız, püf noktası burada. Yoksa, on yaşındaki bir çocuk o cep telefonunu eline alır, açar ve internete girer, video izler, oyun oynar, fotoğraf çeker, müzik dinler. Evet, kullanmakta zorluk yok. Zorluk, nasıl kullanacağını ve o eşyanın ne olduğunu bilmemektedir. Şimdi, o adam önündeki bu cisme şaşkın şaşkın bakarken biri gelse, bu nesnenin ne işe yaradığını anlatsa, nasıl kullanacağını tarif etse, doğru söylediği nereden anlaşılır acaba?

Örneğin diyor ki: “Bu gördüğün cihaz, dünyanın öbür tarafındaki eşyaların ve insanların ses ve görüntülerini, sanki yanındaymışsın gibi sana dinletmekte ve göstermektedir. İnsanların birbirleriyle haberleşmeleri ve daha pek çok iş görmesi için üretilmiştir. İşte kullanım kılavuzu da bende, oku ve cihazı ve özelliklerini incele, doğruluğunu anlayacaksın.”
İşte, tarif edici zâtın sözünü dinledikten ve kullanım kılavuzunu okuduktan sonra, elindeki nesneye artık farklı bir gözle bakmaya başlayan o adam, telefonun gerçekten de kendine söylenen o işleri, gözü önünde maharetle yaptığına şahit olsa, tarif edicinin ve kılavuzun doğruluğundan şüphe eder mi hiç?

Temsilde kusur olmasın, aynen bu misal gibi, içine düşüverdiğimiz bu kâinatın “ne işe yaradığını ve ne olduğunu” anlamaya çalışırken, bir tarif edici, elinde kâinatın kılavuzuyla birlikte geliyor. Diyor ki: “Bu gördüğünüz alem, sizin için yapılmış, sizin için süslenmiş, size ikram için böyle sanatlı yapılmış, sizin seyretmeniz için böyle ihtişamlı kurulmuştur. Âlemdeki her şey size hizmet etmek için emrinize verilmiştir. Eğer siz, bu yerin manalarını ve gayelerini anlayıp, takdir eder ve yapılış maksadına uygun hareket ederseniz, başka bir seyir ve ziyafet yerine, daimî kalmak üzere gönderileceksiniz.”
Şimdi bu gözle kâinata tekrar bakıyoruz. Yeryüzünü süsleyen sanat harikası çiçeklere bakıyoruz, midemize türlü çeşit tatlar veren yiyeceklere, aklımızı hayran bırakan gökyüzünün ihtişamına dikkat ediyoruz. Bir meyveye bakıyoruz şimdi. Görüntüsü gözümüzün hoşuna gidiyor, tadı ağzımızın hoşuna gidiyor, yediğimizde vücudumuzu besliyor. Acaba o meyve, gerçekten bizim için ikram edilmiş olsa idi, zaten böyle olması gerekmez miydi? Ya da şöyle soralım: Eğer bizim için özel olarak ikram edilmemiş olsaydı, böyle mi olması gerekirdi? Çamurlu bir topraktan ve kuru bir odun parçası gibi dallardan, âdeta ellerini uzatıp bizlere “alınız, teşekkür ederek yiyiniz” dercesine gelen o yiyeceklerin bu kadar ihtiyacımıza göre, bu mertebe çeşit çeşit damak tadımıza hitap edecek güzellikte olması şart mıydı?

Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz nehirler, denizler, dağlar, ağaçlar, çiçekler, yıldızlar..Tüm bunları seyretmek bize bir keyif ve lezzet vermiyor mu? Güzel gelmiyor mu tabiat manzaraları istisnasız her insana? Yıllar öncesinde, Ankara’da Eymir Gölü’ne gitmiştik arkadaşlarla. Tepeden aşağıya doğru, ağaçların arasından bir göl manzarasına bakıyordum..O gölün etrafındaki dağlar, gökyüzü ve gölün bitimindeki yeşillikler ve ağaçlar.. O kadar etkileyici bir güzelliği vardı ki..Böyle hayranlık uyandırıcı güzel manzaralar karşısında, o güzelliklerin manalarını ders veren Risale-i Nur’u, açık havada sesli olarak okumak ise, adeta cennetten haber veren manevi bir hazdı. Döndükten sonra karşılaştığım insanlara müthiş bir heyecanla ve imrendirerek anlattığım Eymir Gölü’nü tasvir etmek için şöyle diyordum: “Çok güzel, sanki bir tablo gibi!” Anlatımımı dinleyen herkes orada olmayı arzu etmişti istisnasız. Büyük bir patlama sonucu oluşan kâinatın, etrafa saçılan gaz ve toz bulutlarının tesadüfi hareketlerle yayılmasından meydana gelen taş, toprak, su ve hava, yani tepeler, bitki örtüsü, göl ve gökyüzü değil miydi karşımdaki maddeler? Bu cansız maddeler, nasıl bir şekilde bir araya gelmiş ve ne tarz bir şekil almışlar ki, böyle bir güzellik duygusunu hem bana, hem her zevk sahibine coşkulu bir şekilde verebiliyorlar? Herkes tabiat manzaralarını “çok güzel” olduğu gerekçesiyle “tablolaştırıp” etrafa asmıyor mu seyretmek için? Her sanatlı eser, bir sanatkârı gerektirir. Bu “doğal tabloların ressamı” yok mu gerçekten? Eğer yoksa, nasıl oluyor da bu manzaralar bize müthiş haz veriyor ve çok hoşumuza gidiyor? Yoksa, bu dünya gerçekten de bizim için mi süslenmiş ve hazırlanmış! O yüzden mi böyle güzel, temiz ve her şey birbiriyle uyumlu ve düzenli görünüyor?

Eğer dünyamız, içinde ağırlandığımız bir misafirhane değilse ve her şey tesadüflerin oyuncağıysa, o zaman bizim için özel olarak hazırlandığını gösteren bir özelliğe ve bize hizmet ettiğini bildirir vaziyette bir görüntüye sahip olmaması gerekmez miydi? Her yerde “tarif edicinin ve kılavuzun” bildirdiği aynı vazifeleri, bildirildiği aynı şekil ve tarzda, gözümüzün önünde icra eden, canlı-cansız tüm bir kâinat yok mu? Güneş, Kur’ân’ın bildirdiği gibi, göğümüzde bir lamba görevi görmüyor mu? Ay bir gece lambasından daha mı az gözümüzün zevkini okşuyor? Mehtap, yakamoz, gün batımı, seher vakti, gökkuşağı. Gördüğümüz anda birbirimize “bakın! ne muhteşem bir görüntü!” diye heyecanla göstermemizin anlamı nedir? Üstüne şiirler yazılacak, tabloları yapılacak kadar güzel olmaları ne ifade etmektedir? Anlamsız mı bütün bunlar? Yoksa böyle mükemmel güzellikleri sanat olarak görmemek ve anlamsız bulmak veya manasını çıkartamamak, düşünme şeklindeki çarpıklığı mı gösterir?

Kapıya bırakılan bir çiçek buketindeki kırmızı güller, gördüğümüz anda tebessüm etmek ve gönderenini aramak ve merak etmek için yeterince anlamlı da, koca dünyayı her baharda bir çiçek buketine çeviren faaliyet mi anlamsız ve sahipsiz? Böyle düşünebilmek, görünen eşyanın ifade ettiği zarurî manaları inkar etmek ve güneşin karşısında inatla göz kapamak ile mümkün olabilir. Tabiattaki oluşumun “rastgele oluşmuş bir şekil” olduğunu iddia edebilmek ve “üstünde çalışılmış bir sanat” olduğunu inkar edebilmek için, sanatsız olduğu iddia edilen tabiattan kopyalanan tabloların da sanatsız ve kıymetsiz olduğunu kabul etmek gerekmez mi? (Dipnot 5)

(Dipnot 5) Şöyle bir ateist görüş var: “Günlük hayatta geçerli olan, ‘sanatlı her eserin bir sanatkârı vardır’ mantığını, organik canlılara veya tabiata kıyaslayıp, yaratıcının varlığına delil yapmak için kullanamayız.” Fakat durum asla böyle değil! Ateistik görüşe göre, organik canlıların yapılışlarının dayandırıldığı, tabiattaki cansız nesneler ve unsurlar değil mi? Zaten bir sanat eserini oluşturmak için de aynı cansız maddeler kullanılıyor. Aradaki tek fark şu: İnsanların oluşturduğu bir makine veya sanat için, akıllı, şuurlu, ilim ve irade sahibi bir insan kullanılıyor. Tabiattaki canlıların ve canlı organizmaların yapımında ise, cansız atomlar çalışıyor! Elbette kör, sağır, şuursuz, cansız bir unsurun düzenli bir iş yapabilme imkân ve kabiliyetinin, akıl, irade ve şuur sahibi bir canlıya göre daha aşağıda olduğu tartışmasızdır. Bu durumda, cansız bir unsurun, aynı maddeleri kullanarak, canlı bir unsurdan daha düzenli bir eser ortaya koyması, perde arkasında başka bir etki edici unsuru arattırır ve buna delil olur. Yani bu kıyas, doğru bir çıkarım olduğu gibi, bir canlının sanat düzeyi düşük olan eseri, bir sanatkârı gerektirirse, bir cansızın üstünde ortaya çıkan bir sanatın daha yüksek olması, çok daha da kuvvetli bir şekilde bir sanatkârı gerektirir. Özellikle, cansız unsurların eserlerine göre daha amatör kalan canlı unsurun sanatı, cansız unsurlarda görünen sanat model alınarak yapılmışsa, görünmeyen bir sanatkârın varlığına hiç şüphe kalmaz. Bu kıyasın kabul edilmemesi için, göz önünde görünen sanat faaliyetini inkar etmek gerekir.

Şimdi, şu her köşesinden hayatın fışkırdığı dünyaya, sıradanlık ve alışkanlık gözlüğünü çıkararak, dünyaya yeni gelmiş bir ziyaretçi gözüyle bakmayı deneyin. Temsildeki saraydan daha aşağı kalır yanı var mı bu kâinatın? Milyonlarca canlı türü, trilyonlarca canlı organizma ile dolu bu gezegen..Her biri müthiş bir ekosistemin içinde, genel düzeni korumak ve işleyişi bozmamak için hassas adımlar atarak çalışan, hem gayet sanatlı, hem ileri teknolojili canlı makineler değiller mi? Bunlar ne zaman bir araya gelip konsensüs (Dipnot 6) yaptılar aralarında? Şu dünyanın dengesine ayak uydurmakta, bir arı kolonisi veya bir karınca cumhuriyetinden çok daha beceriksiz olduğumuz, insanlık olarak ortak itirafımız değil mi ki. Green Peace (Yeşil barış-çevreci bir örgüt) neyi korumaya çalışıyor? Bu muhteşem tabiat dengesinin bozulmaması ve doğayı korumak için neden akıl sahibi insanlardan meded ummuyorlar da, hiçbir teknolojisi ve bilimi olmayan şuursuz hayvanların ve bitkilerin her birine ihtiyacımızın vazgeçilmez olduğunu, kendilerini zincirlere vurarak eylemlerle haykırıyorlar?

(Dipnot 6) Konsensüs: Fikir birliği, uzlaşma, mutabakat. Topluluğa dahil üyelerin birbirine karşı olan davranış şekilleri, sahip oldukları roller, sorumluluk ve görevleri konusunda bir anlaşmaya varmaları.

Neden tesadüfen oluşmuş varlıkların mevcudiyetine muhtacız? Madem ki akıl sahibi ve dünyanın hâkimiyiz, neden işler iddia ettiğimiz gibi işlemiyor? Bir kelebeğin veya tabiatın üzerindeki sanatı inkar eden, o kelebeğin bir ressamın resminde resmedilmesini ve o resmin sergilerde teşhir edilerek, tablosunun milyonlara paha biçilerek satın alınmasını açıklayabilir mi? Kâinat ve dünya içindeki tabiat neden güzel? Tesadüfen, maksatsız oluşmuş şeylerde bir düzenlilik ve güzellik eseri olur mu hiç? Hadi bir sefere mahsus oldu diyelim veya bize öyle göründü. Bu düzenlilik ve güzellik, her yerde ve her canlıda sürekli olarak kendini gösterebilir mi? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Normal şartlarda bu işlerin hiç birinin olmaması gerekmez miydi? Bir iş sahibini gerektiren sanatlı ve mükemmel işlerin, ustası ortada gözükmüyor ve işler de sürekli gözümüzün önünde ve her tarafta kolayca oluyor bitiyor diye, bu işlerin kendi kendine olduğu sonucuna varmak, ahmaklık ötesi bir varsayım olmaz mı?

Nasıl oluyor da, akıl, irade, ilim, teknoloji sahibi bir insanın, koca fabrikalarıyla ürettiği en teknolojik kamera, bir damla sudan meydana gelen insan vücudundaki göze göre çocuk oyuncağı gibi düşük kalıyor. Bunlar ne biçim işlerdir böyle? Etrafımızda ne türden gizemli işler dönüyor? Halbuki bizler, her gün gördüğümüz için, alışkanlık perdesinin arkasında sakladığımız bu mucizeleri artık görmüyoruz ve fark etmiyoruz. Şaşırma duygumuzu bile kaybettiğimiz bir körlük içindeyiz. Her gün bu mucizeli sarayda güya akıl sahibi bir canlı olarak yaşarken, bizlere nasıl insan ve şuur sahibi denilebilir? İtiraf etmemiz lazım hepimizin: Bu dünya tam da bizim için hazırlanmış bir vaziyette görünüyor. Hazırlayıp işleteni, bizzat gözümüzle görmememiz, bu muhteşem kâinat sarayının ve dünya misafirhanesinin sahibinden gafil olmamızı, onu yok saymamızı ve öyle biri yokmuş gibi yaşamamızı gerektirmez, hele yokluğuna hiç delil olmaz.

İşte o tarif edici olan üstamız Muhammed Aleyhisselam’ı ve kâinatın en doğru bir kullanım kılavuzu olan Kur’ânı dinleyenler bir tarafa, dinlemeyenler öbür tarafa böylece ayrıldılar. O doğru üstat ve kılavuza göz kapayanlar veya onlarla ilgilenmeyenler, kâinatın gerçek hakikatini hiç bir zaman bilemediler, keşf edip zevkini tadamadılar. Kur’an, bütün ilimlerin kaynağı ve en yükseği olan iman derslerine talebe olanlara, manevi hazinelerini ardına kadar açtı, kâinatın akıl ile gidilmeyen gerçek hakikatini gösterdi. Kâinat yüzünde ışıl ışıl parıldayan görünen ebedî güzellik, kendisini takdir ve muhabbetle seyreden bu iştiyaklı hakikat aşıklarını elbette unutmadı. İnsan gözünün daha önce görmediği, kulağının işitmediği ve kalbine gelmemiş ebedî manzaraları ve ziyafetleri hazırladı. Ve onları hiç bitmeyecek bir hayatta mutlu etmek, ikram etmek ve bu sefer güzelliğini ve mükemmelliğini perdesiz göstermek üzere yanına aldı. Diğer grup ise, böyle kıymetli gerçeklere göz kapayıp kendi kıymetsizliklerini aleme ilan ettikleri gibi, kâinatı da kıymetsizlikle itham ettiler. Bu, bütün yaratılmışların ifade ettikleri yüksek manalara ve kâinatın sahibine hakaret etmek ve böyle büyük bir suça uygun muamele görmeyi de hak etmek anlamına geliyordu.

Madem kâinatta, ilahî vahyin bildirdiği hakikate tam tamına uygun bir vaziyet, gayet parlak ve aşikar görünüyor. Aklımızla görür gibi hükmedebiliriz ki, kâinatın görünen perdesi arkasında saklı olan hakikatinin gerçek şekli, elbette ilahi vahyin bildirdiği şekildedir, başka tarzda olamaz ve mümkün değildir.