İşârâtü’l-İ’caz: İ’caz Neden Önemli ?
İşârâtü’l-İ’caz: i’caz neden önemli ?
Muhakemat’ın neşrinden üç yıl sonra, Said Nursî’nin İşârâtü’l-İ’caz adlı bir tefsir yazmaya başladığını görüyoruz.
Bu eser, taşıdığı isimle, Muhakemat’ın başında yer alan “Kur’ân-ı Mu’ciz” ifadesinin açıldığı ve açıklandığı çağrışımını uyandırır.
Eser, “Kur’ân’ın mucize oluşunun işaretleri”ni sunan bir tefsir olmayı hedeflemektedir.
Gerçekten, İşârâtü’l-İ’caz, klasik tefsir usulünü zorlamakta, alışılmış tefsir kalıplarını aşmaktadır.
Tefsirlerde, genel olarak Kur’ân âyetlerinin birbiri ardınca sıralandığı; müfessirin ise tüm âyetlerin tüm cümlecik ve kelimelerini değil, yalnızca dikkatini çeken âyet ve ibareleri açıklamakla yetindiği görülür.
Bu eserde ise, önce temel bir çerçeve çizilmektedir. Müellifinin ifadesiyle okuyalım:
“Kur’ân’daki anâsır-ı esasiye ve Kur’ân’ın takip ettiği maksadlar, tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet olmak üzere dörttür. Bu dört unsuru beyan edeceğiz.”
Bunun üzerine, klasik tefsir usulüne dair telmihler barındıran şöyle bir soru gündeme getirilir:
“Şu makasıd-ı erbaa, Kur’ân’ın hangi âyetlerinde bulunuyor.”
Verilen cevap, İşârâtü’l-İ’caz tefsirinin metodik bir özeti hükmündedir:
“O anâsır-ı erbaa, Kur”ân’ın hey’et-i mecmuasında bulunduğu gibi; Kur’ân’ın sûrelerinde, âyetlerinde, kelamlarında, hatta kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır.Çünkü, Kur’ân’ın küllü cüz’lerinde göründüğü gibi, cüz’leri de Kur’ân’ın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki, Kur’ân, müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî gibi tarif edilir.”
Ardından “Bismillâhirrahmanirrahîm” ile başlayan tefsirde, her bir âyet, her bir âyetteki her bir kelam, hatta her kelime ve harf tek tek bu dört temel maksat ekseninde ele alınır.
Kur’ân’ın i’caz’ı, yani lâfz ve mânâ cihetiyle insanı âciz bırakması, yani beşer kelâmı olmayıp Kelâmullah oluşu kırk ayrı açıdan çalışılır.
Bir âyet üzerinde, harflere dek uzanan böylesi bir yoğunlaşma bazılarına gereksiz gözükebilir; oysa, Kur’ân’ı “ilm-i muhît” sahibi Zât-ı Zülcelâle has kılıp Kelâm-ı Ezelî olarak hayatımızın ve tefekkürümüzün mihverine yerleştirmenin anahtarı buradadır.
Kur’ân’ın zihnimizde ve kalbimizde vazgeçilmez bir önceliğe sahip olması, onun Allah kelâmı olduğuna aklen ve kalben ikna olmamızla mümkündür. İşte bu zaruri neticeyi i’caz hâsıl etmektedir.
Bu tefsirin, ileride, Said Nursî tarafından “Risale-i Nur’un başlangıcı” olarak tanımlanması anlamlıdır.
Çünkü Kur’ân’ın her bir âyetinde gerek nazm ve lafz yönündeki i’caz vecihlerini keşfe yönelen, hem de anlam açısından i’caz vecihlerini araştıran yoğun bir dikkat iledir ki, Risale-i Nur doğmuştur.
Haşir Risalesi bunun bir örneğidir.
Bu risale, Rûm sûresinin 50. âyetinin bir dersi hükmündedir.
“Fenzur ilâ âsâri rahmetillâhi...” diye başlayan âyet, gerek nazmı, gerek mânâsı itibarıyla, sözkonusu risalenin temelini oluşturur.
Ayet, ölmüş arzın baharda dirilişini nazara verip, bunu ölülerin dirilişine, zira Allah’ın Kadîr-i Külli Şey olduğuna delil ve şahit kılmaktadır.
Sözkonusu risale, “madem dünya var, elbette âhiret var” cümlesiyle özetlenen muhakemesini, işte bu âyetten alır.
Bu âyetten aldığı dersle, şu kâinatı Allah’ın güzel isimlerini ve sıfatlarını gösteren ve tanıttıran bir ayna olarak okur.
Ve, her birine tüm kâinatın şahit olduğu bu isim ve sıfatların her birinin haşri gerektirdiğini isbat eder. Bu, sözkonusu âyetin tevhid penceresiyle haşrin isbatı için nasıl bir yol açtığının göstergesidir.
İşârâtü’l-İ’caz müellifi, bu âyette yalnız tevhid penceresiyle haşrin isbatına dair bir usul bulmakla kalmayacaktır. Ayetin verdiği dersle, nübüvvet ve “adalet ve ibadet” hakikatının da haşri gerektirdiği isbat edilecektir.
Tüm bunlar, mânâ cihetinden i’caz vecihlerini arıyor olmanın meyvesidir.
Lafz ve nazm cihetindeki i’cazı takip ederek de aynı noktaya ulaşılmaktadır.
Ayet, daha ilk kelimesiyle insanı bir bakış, bir “nazar” eğitimine tâbi tutmakta; ikinci kelimeyle bu bakışın ilk adresini göstermektedir: âsâr, yani eserler. Hem bildiğimiz “eserler” anlamını, hem de “izler, işaretler” anlamını taşıyan bu kelimenin seçilmesi başlı başına bir i’cazdır.
Varolan bir eser, insana o eserin Müessirini tanıtır, Ona işaret eder, Onun alemi olur.
Ki, âsâra bakan rahmeti görecek; bu muhît ve mutlak rahmet onu Rahîm-i Mutlak olan Zât’a ulaştıracaktır.
Ayet, nazm açısından, böylesi i’caz vecihlerini yüklenmiş biçimde akıp gitmektedir.
Ayetin lâfzındaki bu mucizane diziliş gibi i’caz vecihleri de, İşârâtü’l-İ’caz müellifinin, sözkonusu âyetten aldığı dersle Haşir Risalesi’ni yazmasında anahtar bir rol sahibidir.
Yalnızca Haşir Risalesi’ni örnek olarak aldığımız böylesi bir umumî bakış dahi, Risale-i Nur’un telifinin neden İşârâtü’l-İcaz müellifine nasip olduğunu açıkça göstermektedir.
Böylece, İşârâtü’l-İ’caz’ın “Risale-i Nur’un başlangıcı” olarak tanımlanmasının sırrı da açılmaktadır.
En önemlisi, Kur’ân’a “i’caz’ı cihetiyle muhatap olmanın, Kur’ânî bir tefekkürün kurulmasında taşıdığı vazgeçilmez önem, açıkça anlaşılmaktadır.
Müellifi açısından Risale-i Nur’a, tüm ehl-i imanın açısından ise Kur’ânî bir tefekkürün inşasına giden yolda böylesine önemli bir yeri bulunan İşârâtü’l-İ’caz, henüz Kur’ân’ın ilk sayfalarında, Bakara sûresinin 32. âyetinde son bulmaktadır.
Said Nursî’nin “İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et” emrini işittiği manidar bir rüyadan sonra, I. Dünya Savaşı hengâmında, Doğu cephesinde Ruslara karşı sıcak çatışmalar içindeyken gülle ve mermi sesleri arasında yazılan bu çok değerli tefsir, müellifinin esir düşüp Sibirya’ya sürgün edilmesi yüzünden devam edememiş, 2:32. âyette kalmıştır.
Kur'an'a Hazırlık Okulu Risale-i Nur Çalışmasından alıntıdır.