+ Konu Cevaplama Paneli
1. Sayfa - Toplam 16 Sayfa var 1 2 3 11 ... SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 10 ve 155

Konu: Risale-i Nur Külliyatından MESNEVİ-İ NURİYE

  1. #1
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart Risale-i Nur Külliyatından MESNEVİ-İ NURİYE

    Risale-i Nur Külliyatından Mesnevi-i Nuriye

    Müellifi

    Bedîüzzaman Said Nursi

    Mütercimi
    Abdülmecid Nursî



    ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

    İtizar

    Risale-i Nur Külliyatı'ndan "El-Mesneviyy-ül Arabî" ile muanven büyük Üstad'ın cihanbaha pek kıymetdar şu eserini de Allah'ın avn ü inayetiyle Arabîden Türkçeye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız, aslındaki ulviyet, kuvvet ve cezaleti tercümede muhafaza edemedim.

    Evet o cevher-baha hakikatlara zarf olacak ne bir harf ve ne bir lafız bulamadım. Tercüme lisanı da, fikrim gibi nâkıs ve kàsır olduğundan, o azîm imanî ve cesîm Kur'anî hakikatlere ancak böyle dar ve kısa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkın ve ne hakikatın hatırı kalmış. Fabrika-i dimağiyemin bozukluğundan bu kadarını da müellif-i muhterem Bedîüzzaman'ın manevî yardımları ile dokuyabildim.

    Evet bir tavuk kendi uçuşuyla, şahinin veya kartalın uçuşlarını taklid ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygun ve lâyık bir tercüme değildir. (Pek kısa bir meal, bazan da tayyedilmiş, tercüme edememiş.) Çok yerlerde yalnız mealini aldım. Bazı yerlerde de tayyettim. Ancak aslındaki hakaikı, evlâd-ı vatana gösteren küçük bir âyinedir...


    Risale-i Nur müellifinin neseben küçük
    kardeşi ve onbeş sene ondan ders alan
    ABDÜLMECİD NURSÎ


  2. #2
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart

    RİSALE-İ NUR'UN BİR NEVİ ARABÎ MESNEVÎ-İ ŞERİF'İ HÜKMÜNDE OLAN BU MECMUANIN MUKADDEMESİ "BEŞ NOKTA"DIR.
    BİRİNCİ NOKTA:

    Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda "Tevhid-i kıble et!" demiş; yani "Yalnız bir üstadın arkasından git!"

    O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki:
    "Üstad-ı hakikî Kur'an'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur." diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Kur'an'ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ
    ﻭَ ﻓِﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻟَﻪُ ﺍَﻳَﺔٌ ﺗَﺪُﻝُّ ﻋَﻠَﻰ ﺍَﻧَّﻪُ ﻭَﺍﺣِﺪٌ hakikatına mazhar olduğunu, Yeni Said'in Risale-i Nur'uyla göstermiş.

    İKİNCİ NOKTA:

    Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) ve İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, her şeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillahilhamd Eski Said Yeni Said'e inkılab etmiş. Aslı Farisî sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arabça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu'le, Lem'alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat'ı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab'etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde, fakat dâhilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalalette giden ehl-i felsefeye karşı Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.

    ÜÇÜNCÜ NOKTA:

    O Yeni Said'in münazarasıyla, nefis ve şeytanın tam mağlub edilmesi ve susturulması gibi, Risale-i Nur dahi yaralanmış talib-i hakikatı kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve iskât ediyor. Demek bu Arabî Mesnevî Mecmuası, Risale-i Nur'un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dâhilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmat ise, meşhudat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.

    DÖRDÜNCÜ NOKTA:

    Eski Said ilm-i hikmet ve ilm-i hakikatın çok derin mes'eleleriyle meşgul olması ve büyük ülemalarla derin mes'eleler üzerinde münazarası ve medresenin yüksek derslerini gören eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre yazması ve Eski Said'in de terakkiyat-ı fikriye ve kalbiyesinde, yalnız kendisi anlayacak bir surette, gayet kısa cümlelerle ve gayet muhtasar bir ifade ile uzun hakikatlara kısa kelimelerle işaretler nev'inde o mecmuayı yazdığı için, bir kısmını en müdakkik âlimler de zorla anlayabilir. Eğer tam izah olsa idi, Risale-i Nur'un mühim bir vazifesini görecekti.

    Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış; kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekserî cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Âdeta Musa Aleyhisselâm'ın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış...

    Hem Risale-i Nur, hükema ve ülemanın mesleğinde gitmeyip, Kur'an'ın bir i'caz-ı manevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur'an'a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş.

    BEŞİNCİ NOKTA:

    Eski Said'in Yeni Said'e inkılab etmesi zamanında, yüzer ilimlerle alâkadar binler hakikatlar, ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken, o Said te'lif ederken, mes'elelerin başında "İ'lem, İ'lem, İ'lem"lerle, her bir hakikatı -ki, bir risale olacak derecede ehemmiyetli iken- birkaç satırda, bazan bir sahifede, bazan bir-iki satırda zikrediyorlar. Âdeta her bir "İ'lem", bir risalenin şifresidir.

    Hem "İ'lem"ler, birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatların fihristeleri hükmünde yazıldığından, o mecmuayı okuyanlar, bu noktaları nazara alıp itiraz etmesinler.

    SAİD NURSÎ


  3. #3
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart

    Lem'alar
    (Türkçe Risale-i Nur'un Yirmiikinci Sözü ile aynı mealdedir)

    ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

    ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﺧَﺎﻟِﻖُ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَﻫُﻮَ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻭَﻛِﻴﻞٌ ٭ ﻟَﻪُ ﻣَﻘَﺎﻟِﻴﺪُ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ٭ ﻓَﺴُﺒْﺤَﺎﻥَ ﺍﻟَّﺬِﻯ ﺑِﻴَﺪِﻩِ ﻣَﻠَﻜُﻮﺕُ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ٭ ﻭَﺍِﻥْ ﻣِﻦْ ﺷَﻲْﺀٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻋِﻨْﺪَﻧَﺎ ﺧَﺰَٓﺍﺋِﻨُﻪُ ٭ ﻣَﺎ ﻣِﻦْ ﺩَٓﺍﺑَّﺔٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻫُﻮَ ﺍَﺧِﺬٌ ﺑِﻨَﺎﺻِﻴَﺘِﻬَﺎ


    Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri, hâdiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebligatı o daireden yapılıyor. Çünki izzet ve azamet perdeyi iktiza eder; tevhid ve celal dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.

    Evet Sultan-ı Ezelî'nin memurları vardır amma icraatçıları değillerdir ki, saltanat ve rububiyetinde ortak olsunlar. Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır ki, kudretin icraatını ilân ediyorlar. Veya o memurlar, nâzır müşahidlerdir ki, gördükleri evamir-i tekviniyeye karşı yaptıkları itaat ve inkıyad ile istidadlarına göre bir nevi ibadet yapmış olurlar. Demek esbab, ancak ve ancak kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar için vaz'edilmiş bir takım vasıtalardır. Yoksa, kudretin acz ve ihtiyacı için muavenet eden yardımcı değillerdir. Beşer sultanlarının memurları ise; sultanların ihtiyaç ve aczlerini def' için tayinlerine zaruret hasıl olan yardımcı ve ortaklarıdır. Binaenaleyh Allah'ın memurlarıyla insanın memurları arasında münasebet yoktur. Yalnız gafil ve cahil olanlar hâdiselerde ve vukuattaki hikmetleri, güzellikleri göremediklerinden, Cenab-ı Hak'tan şekva ve şikayetlere başlarlar. İşte o şekva ve şikayetlerin hedefini değiştirmek için esbab vaz'edilmiştir. Çünki kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i latif suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki:

    Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk'a demiş ki:

    -Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler. Benden küsecekler.

    Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki:

    -Senin ile ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler.

    Evet nasılki hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta hakikî olarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm'ın vazifesine mütealliktir. Öyle de Hazret-i Azrail Aleyhisselâm da bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir.

    Evet izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celal ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...


    TENBİH

    Arkadaş! Tevhid iki çeşit olur:

    Birisi âmiyane tevhiddir ki:

    "Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür." der. Bu kısım tevhid sahiblerinin fikirce gaflet ve dalalete düşmeleri korkusu vardır.

    İkincisi hakikî tevhiddir ki:

    "Allah birdir, mülk Onundur, vücud Onundur, her şey Onundur." der; lâ-yetezelzel bir itikada sahibdirler. Bu kısım tevhid sahibleri, her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk'ın sikkesini görür ve her şeyin cebhesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalalet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.

    Kur'an-ı Hakîm'den istifade ettiğimiz ikinci kısım tevhidin birkaç mertebelerini birkaç lem'a zımnında izah edeceğiz:

  4. #4
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart

    BİRİNCİ LEM'A:

    Bakınız! Her bir masnuun yüzünde öyle bir sikke vardır ki, ancak her şeyi halkeden Hâlık'a mahsustur. Ve her bir mahlukun cebhesinde öyle bir hâtem vurulmuştur ki, her şeyi yapan Sâni'den maada kimsede o hâtem bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği mektublarından her bir mektubun âhirinde, taklidi kabil olamayan öyle bir turra vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed'e hastır. O gibi sikkelerden yalnız hayat üzerinde parlayan sikke-i i'caza bakınız ki; hayat ile bir şeyden pek çok şeyler husule gelir, icad edilir. Ve pek çok şeyler dahi bir şey-i vâhide emr-i Rabbaniyle inkılab ederler. Meselâ: Su, bir şey-i vâhid iken pek çok uzuvlara, cihazlara Allah'ın izni ile menşe olur, icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemekler ve meyvelerden Hâlık-ı Teâlâ tek bir cismi icad eder, tek bir cisim husule getirir.

    İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam, bu ciheti düşünürse anlar ki, bir şeyden çok şeyleri icad edip çıkartmak ve çok şeyleri bir şeye tahvil etmek, ancak her şeyi halkeden ve her şeyi yapan Sâni'a mahsus bir sikkedir.


    İKİNCİ LEM'A:

    Sayısız hâtemlerden canlı mahlukata vaz'edilen hayat hâtemine bakınız!

    Evet canlı bir mahluk, câmiiyeti itibariyle, kâinata küçük bir misaldir, şecere-i âleme güzel ve tatlı bir meyvedir, kevn ve vücuda bir nüvedir ki, Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini dercetmiştir. Sanki o zîhayat gayet hakîmane muayyen nizamlar ile bütün vücudlardan sağılmış bir katre veya bir noktadır. Bu itibarla bir zîhayatı halketmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenab-ı Hak'tan maada hiçbir şeye isnad edilemez.

    Evet aklı bozulmayan bir şahıs, teemmülü neticesinde anlar ki: Meselâ bal arısını pek çok şeylere fihriste yapan ve kitab-ı kâinatın ekser mesailini insanın mahiyetinde yazan ve incir nüvesinde incir ağacının proğramını derceden ve insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hâfızasında tarih-i hayatını taallukatıyla beraber yazan, ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabb-ül Âlemîn'e mahsus bir hâtemdir.


    ÜÇÜNCÜ LEM'A:

    Cenab-ı Hakk'ın canlı mahlukata bastığı hayat hâteminin gayr-ı mütenahî nakış ve keyfiyetlerinden bir nümuneyi göstereceğiz. Şöyle ki:

    Nasıl ki suyun katrelerinden, şişenin parçalarından tut, seyyar yıldızlara kadar şeffaf veya şeffaf gibi her şeyde şemsin cilvelerinden şemse mahsus bir turra, bir cilve bulunur.

    Kezalik Şems-i Ezelî'nin de bütün canlı mahlukatta "ihya ve nefh-i hayat" cihetiyle bir tecelli-i ehadiyeti vardır ki, bütün esbab iktidar ve ihtiyar sahibi oldukları farz edilse dahi, o sikkenin ne mislini ve ne taklidini, ne münferiden ve ne müçtemian yapmaktan âcizdirler. Buna binaen şeffaf şeylerde görünen o timsaller şemsin timsali olup, şemsten o şeffaf şeylere in'ikas etmiş olduklarına hükmedilmediği takdirde, o sayısız katrelerde ve zerrelerde her birisinde hakikî bir şemsin maddesiyle mevcud bulunduğuna hükmetmek lâzım gelir.

    Kezalik Şems-i Ezelî'nin şualar menzilesinde olan tecelli-i esmasının nokta-i merkeziyesi olan hayat, Şems-i Ezelî'ye isnad edilmediği takdirde, bir sineğe, bir çiçeğe varıncaya kadar her bir zîhayatta nihayetsiz bir kudret, muhit bir ilim, mutlak bir irade gibi Vâcib-ül Vücud'dan maada hiçbir şeyde vücudu mümkün olmayan sair sıfatların mevcud olmasına cahilane, ahmakane, gülünç bir bâtıl hüküm lâzım gelir. Ve aynı zamanda, şu bâtıl hüküm ile her bir zerreye ve her bir sebebe bir uluhiyet-i mutlakayı isnad etmekle sayısız şerikleri isbat etmek mecburiyeti hasıl olur.

    Maahâza tohum olacak bir habbe veya bir çekirdekteki garib, acib, muntazam vaziyete bakınız ki; o habbe, tohumu olacak cismin bütün eczasıyla münasebetdar olduğu gibi, nev'iyle yani ebna-yı cinsiyle de ve bütün mevcudat ile de münasebetleri vardır. Ve onlara karşı o münasebetleri nisbetinde vazifeleri vardır. Eğer o tohumcuk habbenin Kàdir-i Mutlak'tan nisbeti kesilip kendi nefsine isnad edilirse, yani kendi kendine olmuştur denilirse, her bir tohumda, her şeyi görecek bir gözün ve her şeye muhit bir ilmin bulunmasını itikad etmek lâzım gelir. Bu ise, sâbık temsilde her bir şeffaf zerrede hakikî bir şemsin vücudunu iddia etmek gibi gülünç bir hamakattır.


    DÖRDÜNCÜ LEM'A:

    Bir kitab el yazısıyla yazılırsa, yalnız bir adama ve bir kaleme ihtiyaç vardır. Fakat matbaada basılırsa, kalem işini gören pek çok demir kalemler lâzımdır. Ve o demir harfleri yapmak için ustalar ve âlât ve edevat ve mürettibler gibi çok şeylere ihtiyaç olur.

    Kezalik şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vâhid-i Ehad'in kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve makul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünki bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab' ve bastırılması için ekser kâinatın tab'ını lâzım olan techizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir.

    Ve keza toprağın, suyun, havanın her bir cüz'ünde nebatat adedince manevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı o kadar zînet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun herbir cüz'ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarını, cihazlarını ve mizanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünki bu üç unsurun her bir cüz'ü, her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. Evet bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar.

  5. #5
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart

    BEŞİNCİ LEM'A:

    Bir kitabda yazılı bir harf, yalnız bir cihetle kendisini gösterir ve kendisine delalet eder. Fakat o harf, kâtibine çok cihetlerle delalet eder ve nakkaşını tarif eder.

    Kezalik kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi mikdarınca kendini gösterirse de pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâni'ini gösterir, esmasını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle, nakışlarıyla âdeta Sâni'ini medih için yazılmış bir kasidedir. Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni'-i Zülcelal'in inkârına gitmemek gerektir.


    ALTINCI LEM'A:

    Cenab-ı Hak, bütün cüz' ve cüz'îlerde sikke-i mahsusasını ve bütün küll ve küllîlerde has hâtemini vaz'ettiği gibi, aktar-ı semavat ve arzı, hâtem-i vâhidiyetle ve mecmu-u kâinatı sikke-i ehadiyetle mühürlemiştir. Mezkûr sikke ve hâtemlerden, meselâ
    ﻓَﺎﻧْﻈُﺮْ ﺍِﻟَٓﻰ ﺍَﺛَﺎﺭِ ﺭَﺣْﻤَﺖِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻛَﻴْﻒَ ﻳُﺤْﻴِﻰ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽَ ﺑَﻌْﺪَ ﻣَﻮْﺗِﻬَﺎ ﺍِﻥَّ ﺫَﻟِﻚَ ﻟَﻤُﺤْﻴِﻰ ﺍﻟْﻤَﻮْﺗَﻰ ﻭَﻫُﻮَ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗَﺪِﻳﺮٌ âyetinin işaret ettiği ihya ve nefh-i ruh keyfiyetindeki hâtem-i İlahîye bakınız ki, pek çok garib garib haşirleri, acib acib neşirleri göresiniz!

    Evet bilhâssa arzın ihyasında, her sene üç yüz binden fazla saha-i vücuda getirilen mahlukatın nevilerinde haşir ve neşirler vardır. Lâkin, bilinmez bir hikmete binaen, şu haşir ve neşirlerin ekserîsinde iade edilen emsal aralarındaki misliyet o kadar ayniyete karibdir ki, hemen hemen, dirilen evvelkinin ne aynı ve ne gayrıdır, denilebilir. Her ne ise misliyet, ayniyet mevzuubahis değildir. Her nasıl olursa olsun, o haşir neşirler beşerin sühulet-i haşrine delalet ettikleri gibi, beşerin haşrine birer misal ve birer örnek olabilirler.

    İşte birbirine muhalif nihayet derecede karışık olan o enva'-ı kesîreyi kemal-i imtiyaz ile ihya etmek ve hatasız, haltsız, galatsız olarak mümtazane iade etmek nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme sahib olan Zât-ı Zülcelal'in hâtem-i has ve sikke-i mahsusasıdır.

    Ve keza sath-ı arz sahifesinde kusursuz, noksansız, sehivsiz kemal-i intizamla üç yüz binden fazla risaleleri yazmak, öyle bir Zâtın sikke-i mahsusasıdır ki, her şeyin içyüzü, her şeyin kilidi onun elindedir. Ve hiçbir şey onun teveccühünü başkasından çevirip kendisine hasredemez.

    Hülâsa: Sath-ı arzda altı ay zarfında, beşerin haşrini temsil eden o sayısız haşir ve neşirlerde görünen rububiyetin o tasarruf-u azîminde pek yüksek, büyük ve ince nakışlı bir hâtemi vardır. Mahlukatın icadında görünen şu intizamlar, sühuletler, sür'atler, imtiyazlar hep o hâtemin parıltısından meydana geliyorlar. Evet her bahar mevsiminde pek hakîmane, basîrane, kerimane faaliyetler başlar ve hârikulâde san'atlar yapılır. Ve bütün bu ameliyat, kemal-i sür'atle, sühuletle muntazaman cereyan etmekte olduğu görünür.

    İşte, bu hârikulâde faaliyetler öyle bir Zâtın hâtemidir ki, hiçbir mekânda olmadığı halde, her mekânda ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırdır.

  6. #6
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart

    YEDİNCİ LEM'A:

    Bakınız! Aktar-ı semavat ve arz sahifeleri üstünde hâtem-i ehadiyet göründüğü gibi, kâinatın heyet-i mecmuasının büyük sahifesi üzerinde de pek vazıh bir surette hâtem-i tevhid görünmektedir.

    Evet bu âlem pek muhteşem bir saray veya muntazam bir fabrika veya mükemmel bir şehirdir. Bu fabrika-i kâinatın eczası, efradı ve enva'ı, âlât ve edevatı arasında hakîmane bir muarefe ve tanışmak ve dostane bir mükâleme ve konuşmak ve pek kerimane bir muavenet ve yardımlaşmak vardır ki, kemal-i sür'atle pek uzun mesafelerden birbirinin savtını işitir ve ihtiyacını görür gibi derhal imdadına yetişir, ihtiyacını defeder.

    Evet semadaki ecram ve yıldızların birbirine ve arza verdikleri ziya, hararet, bilhâssa arza yaptıkları sair yardımlarını görüyorsunuz. Ve keza bulut ile arz arasında cereyan eden su alış-verişine bakınız ki, arz suyu buhar şeklinde buluta veriyor, bulut da kendi fabrikalarında lâzım gelen ameliyatı yaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor. Sanki o camid cirmler, lisan-ı halleriyle telsiz telgraf gibi birbiriyle konuşur ve yekdiğerine arz-ı ihtiyaç ediyorlar. Bilhâssa bütün o ecram âdeta el ele vermiş gibi, kemal-i ciddiyetle zevilhayata lâzım olan şeyleri tedarik etmek hizmetinde sa'y ediyorlar ve bir Müdebbir'in emrine bağlı olup bir gayeye teveccüh ediyorlar.

    Evet şu teavün kanununa ittibaen, şems, kamer, gece ve gündüz, yaz ve kış taraflarından yapılan yardımlar sayesinde, şu hayvanların erzakını yetiştiren nebatat izn-i İlahî ile meydana gelir. Hayvanat da emr-i Rabbanî ile beşerin ihtiyacatını yerine getirir. Bal arısıyla ipek böceğinin insanlara yaptıkları yardımlar, bu davayı isbat eder.

    Evet bu gibi eşya-yı camidenin yekdiğerine yaptıkları şu yardımlar, pek aşikâr bir delildir ki; onlar kerim bir Müdebbir'in hademesi ve amelesi olup, onun emri ile, izni ile iş görürler.


    SEKİZİNCİ LEM'A:

    Gıda olarak mahlukata, bilhâssa hayvanata taksim edilen rızıklara dikkat lâzımdır ki, bu rızık vakt-i muayyeninde yetişir, vakt-i ihtiyaçta sevkedilir. Ve derece-i ihtiyaç nisbetinde yapılan sevkiyatta büyük bir intizam vardır. İşte, bu umumî rızık hakkında görünen geniş ve muntazam rahmet ve inayetler, ancak her şeyin mürebbisi ve her şeyin müdebbiri ve her şey yed-i teshirinde bulunan bir zâtın hâtem-i hâssı olabilir.


    DOKUZUNCU LEM'A:

    Bakınız! Âlem-i arz ve bütün cüz'iyat üstünde hâtem-i ehadiyet bulunduğu gibi, dağınık neviler ve muhit unsurlar üstünde de aynen o hâtem-i ehadiyet bulunur.

    Evet bir tarlaya tohum ekilmesinden anlaşılıyor ki, o tarla tohum sahibinin mülküdür. Ve o tohum da, o tarla sahibinin malıdır. Yani o buna, bu da ona şehadet ediyorlar.

    Kezalik kâinattaki masnuat, tohum gibidir. Âlem ve anasır da tarla gibidir. Her iki tarafın lisan-ı halleriyle ettikleri şehadete göre, masnuat ile âlem-i anasır, yani tohum ile tarla ve muhit ile muhat, (hep) bir Sâni'-i Vâhid'in yed-i tasarrufundadır. Demek edna bir mahluka yapılan tasarruf-u hakikî ve zaîf bir mevcuda edilen tevcih-i rububiyet, âlem ve anasır kabza-i tasarrufunda bulunan Zâta mahsus olduğu gibi, herhangi bir unsurun da tedvir ve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatı kabza-i rububiyetinde tutup terbiye eden aynen o Zâta mahsustur. İşte, hâtem-i tevhid dediğimiz budur.

    Eğer bir şeye temellük etmeğe niyetin varsa, meydana çık, kendini tecrübe et, bak ne söylüyorlar! En cüz'î bir ferd, "Ancak nev'imi yaratan beni yaratabilir." diyor. Çünki efrad arasında misliyet vardır. Ve arzın her tarafında dağınık bir surette bulunan en küçük bir nev', "Beni yaratabilen ancak arzı yaratandır" söylüyor.
    Arza bak ne söylüyor? Sema ile aralarında alış-verişi bulunduğu için "Beni halkedebilen, ancak mecmu-u kâinatı halkeden Zâttır." diyor. Çünki aralarında tesanüd vardır.

  7. #7
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart

    ONUNCU LEM'A:

    Arkadaş! Hayat ve ihya ve zevilhayat ile her bir cüz' ve cüz'îye ve her bir küll ve küllîye ve kâinatın heyet-i mecmuasına darbedilen tevhid hâtemlerinden bir kısım misalleri, mezkûr beyanattan anlaşıldı. Şimdi dinle! Enva' ve külliyat üstüne vaz'edilen vahdaniyet sikkelerinden bir taneyi zikredeceğiz. Şöyle ki:

    Tek bir semere ile semeredar şecerenin yaradılışlarındaki suubet ve sühulet birdir. Çünki ikisi de bir merkeze bakar, bir kanuna bağlıdır, terbiye ve keyfiyetleri birdir. Malûmdur ki, merkezin ittihadı, kanunun vahdeti, terbiyenin vahdaniyeti sayesinde külfet, meşakkat, masraf azalır ve öyle bir kolaylık hasıl olur ki, pek çok semereleri olan bir ağaç yed-i vâhide, tek bir semerenin yapılışı da eyâdi-i kesîreye tevdi edildiği zaman, her iki tarafın yapılışları sühuletçe bir olur. Ve aralarında yaradılışça fark yoktur. Çok adamlar tarafından yapılan bir semerenin terbiyesi için lâzım olan cihazat ve âlât ü edevat ve saire, bir adam tarafından yapılan semeredar şecerenin terbiye ve yapılması için de aynen o kadar malzeme lâzımdır. Yalnız keyfiyetçe fark olabilir.

    Meselâ:
    Bir ordu askere yapılan elbise tedariki için ne kadar âlât, edevat ve makine lâzımdır; bir neferin elbisesi için de o kadar âlât ü edevat lâzımdır. Ve keza bir kitabın bin nüshasıyla bir nüshasının ücreti matbaaca birdir. Bazan da tek bir nüshanın tab'ı daha fazla bir ücrete tâbi tutulur. Buna kıyasen, bir matbaayı bırakıp çok matbaalara baş vurulursa, birkaç kat fazla ücretlerin verilmesi lâzım gelir.

    Evet kesret vahdete isnad edilmediği takdirde, vahdeti kesrete isnad etmek mecburiyeti hasıl olur. Demek, dağınık bir nev'in icadındaki sühulet-i hârika, vahdet ve tevhid sırrına bağlıdır.


    ONBİRİNCİ LEM'A:

    Arkadaş! Bir nev'in efradı arasındaki tevafuk ve bir cinsin enva'ı arasında a'zâ-yı esasiyede bulunan müşabehet, sikkenin ittihadına, kalemin vahdetine delalet ettiklerinden anlaşılıyor ki, bütün mütevafık ve müteşabihler, yani birbirine benzeyen çokluk, bir Zât-ı Vâhid'in eser-i san'atıdır.

    Kezalik inşa ve icadlarda görünen şu sühulet-i mutlaka, bütün mevcudatın bir Sâni'-i Vâhid'in eseri olduğunu, vücub derecesinde istilzam ediyor. Aksi halde, suubet, güçlük öyle bir derece-i imtina ve muhaliyete çıkacaktır ki, o cins ve nevilerin ademden vücuda çıkmalarına bir sed çekilmiş olur.

    Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın zâtında şeriki olmadığı gibi -çünki intizam bozulur, âlem fesada gider- fiilinde de şeriki yoktur. Çünki suubetten, güçlükten dolayı âlemin ademden çıkmamasına sebeb olur.


    ONİKİNCİ LEM'A:

    Arkadaş! Hayat, Hâlık'ın ehadiyetine bürhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir.

    Evet nasıl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerin kabarcıkları ve yeryüzünde bulunan sair şeffaflar, şemsin ziya ve timsallerini göstermekle şemsin vücuduna şehadet ettikleri gibi; o kabarcık gibi şeffaflar ölüp, söndükten sonra yerlerine müteselsilen gelip geçen emsalleri, yine şemsin ziya ve timsallerini gösterdiklerinden, şemsin devam ve bekasına ve bütün o şuaat, celevat ve timsallerin bir Şems-i Vâhid'in eseri olduklarına şehadet ediyorlar. İşte o şeffaflar, vücudlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de şemsin devam ve bekasına delalet ediyorlar.

    Kezalik mevcudat, vücuduyla "Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve ölüm ve zevaliyle, teceddüdî bir teselsül ile yerlerine gelen emsali, Sâni'in ezelî ve ebedî vâhidiyetine şehadet ediyorlar.

    Evet leyl ve neharın ihtilafı, fusul-i erbaanın tahavvülü ve unsurların tebeddülü hengâmlarında meydana çıkan şu güzel mevcudat ve bu latif masnuatta devamla cereyan eden mübadele ve devr ü teslim muamelesi kat'î bir şehadetle, sermedî, âlî, daim-üt tecelli bir Sahib-i Cemal'in vücuduna ve bekasına ve vahdetine şehadet eden kat'î bir bürhandır.

    Ve keza senevî inkılablarda, müsebbebat ile esbabın birlikte ölüm ve zevali ve sonradan ikisinin yine birlikte iadeleri, esbabın da müsebbebat gibi âciz masnu ve mahluklardan olduğuna delalet ettiği gibi; bu masnuat ve mevcudatın, bir Zât-ı Vâhid'in müteceddid bir san'atı olduğuna da şehadet eder.


    ONÜÇÜNCÜ LEM'A:

    Arkadaş! Zerrelerden tut, seyyarelere kadar ve nakışlardan şemslere varıncaya kadar her şey, zâtında, hakikatında sabit olan "acz ve fakr"ın lisan-ı haliyle Sâni'in vücub-u vücudunu ilân eder.

    Ve keza acziyle beraber, nizam-ı umumînin bozulmaması için, hâmil bulunduğu acib ve mühim vazifeler cihetiyle Sâni'in vahdetine delalet eder. Binaenaleyh Sâni'in vâcib ve vâhid olduğuna her şeyde iki şahid olduğu gibi, Hâlık'ın Ehad u Samed olduğuna da her bir zîhayatta iki âyet vardır.

    {(*): İhtar: Kâinatın eczasından her bir cüz'ün ellibeş lisanla Vâhid-i Ehad ve Vâcib-ül Vücud'u ilân etmekte olduğunu, Kur'anın feyzinden fehmedip, icmalen "Katre" namındaki eserimde beyan etmişimdir. Arzu eden oraya müracaat etsin.}


    ONDÖRDÜNCÜ LEM'A:

    Arkadaş! Mevcudat, Cenab-ı Hakk'ın vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettiği gibi, celalî, cemalî, kemalî olan cemi' sıfâtına da delalet etmekle Hâlık'ın zâtında naks ve kusur olmadığını ve şuunatında, sıfâtında ve esmasında ve ef'alinde de naks ve kusur bulunmadığını ilân ediyor. Zira, eserin kemali bilmüşahede fiilin kemaline, fiilin kemali bilbedahe ismin kemaline, ismin kemali bizzarure sıfatın kemaline, sıfatın kemali hads-i yakînle şuunatın kemaline delalet eder. Şe'nin kemali ise, hakkalyakîn bir suretle Zâtın kemalini gösterir.

    Binaenaleyh bir kasrın ve bir sarayın nukuş ve tezyinatındaki mükemmeliyet, sâni' ve mühendisin yaptıkları o nakışlar üstünde ve tezyinat altında görünen ef'alin mükemmeliyetine delalet eder. Ef'alin mükemmeliyeti dahi, o Sâni'in taktığı isim ve lakabların mükemmeliyetini gösterir. Esmanın mükemmeliyeti, sıfâtın mükemmeliyetine delalet eder. Sıfâtın mükemmeliyeti, şuunatın mükemmeliyetini tasrih eder. Şuunatın mükemmeliyeti dahi o nakkaşın mükemmeliyet-i zâtına delalet eder.

    Kezalik kâinatta görünen âsârın kemali, hadsî bir müşahede ile ef'alin mükemmeliyetine, ef'alin kemali de fâilin kemal-i esmasına, esmanın kemali sıfâtın kemaline, sıfâtın kemali şuunat-ı zâtiyenin kemaline, şuunatın kemali Zât-ı Zülcelal'in kemaline delalet eder.

  8. #8
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart

    Reşhalar

    ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ


    TENBİH

    Hâlık-ı Âlem'i bize tarif ve ilân eden deliller ve bürhanlar, lâyüadd ve lâyuhsadır. O delillerin en büyükleri üçtür:

    Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu "kitab-ı kebir-i kâinat"tır.

    İkincisi: Bu kitabın âyet-ül kübrası ve divan-ı nübüvvetin hâtemi ve künuz-u mahfiyenin miftahı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.

    Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlukata karşı Allah'ın hücceti olan Kur'an'dır.


    Şimdi, birkaç reşha zımnında ikinci bürhanı tariften sonra sözlerini dinleyeceğiz.

    BİRİNCİ REŞHA:

    Arkadaş! Hâlıkımızı tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i maneviyeye mâlik, bürhan-ı nâtık dediğimiz "Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?" diye yapılan suale cevaben deriz ki:

    Hazret-i Muhammed (A.S.M.) öyle bir zâttır ki; azamet-i maneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zâtın Mescid-i Aksa'sıdır. Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemalidir. Cemaat-ı mü'minîne en son ve en âlî imam ve nev'-i beşerin hatib-i şehîridir; saadet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün enbiyanın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünki dini bütün dinlerin esasatına câmi'dir. Ve bütün evliyanın başıdır. Şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor.

    O zât (A.S.M.) öyle bir kutub ve nokta-i merkeziyedir ki, onun halka-i zikrinde bulunan bütün enbiya u ahyar, ebrar u sadıkîn onun kelimesine müttefik ve kelâm-ı nutkuyla nâtıktırlar. Ve öyle bir şecere-i nuraniyedir ki, damar ve kökleri, enbiyanın esasat-ı semaviyesidir. Dal ve budakları, evliyanın maarif-i ilhamiyesidir. Bu itibarla, herhangi bir davayı iddia etmiş ise, bütün enbiya mu'cizelerine istinaden ve bütün evliya kerametlerine müsteniden ona şehadet etmişlerdir. Evet bütün davalarının tasdiklerini iş'ar eden, bütün kâmillerin hâtem ve mühürleri vardır.

    Ezcümle:
    O zâtın (A.S.M.) davalarından biri "Tevhid"dir. Bu davayı tasrih ve ifade eden
    ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ kelime-i mübarekesidir. O zâtın halka-i din ve zikrine giren bütün geçmiş ve gelecek insanlar o kelime-i mukaddeseyi rükn-ü iman ve vird-i zeban etmişlerdir. Demek, o davanın hak ve hakikat olduğuna kanaat ve itminan ve iz'anları hasıl olmuş ki, zaman ve mekâna şamil bir tarzda, o kelime-i mübareke, meşrebleri, meslekleri, an'aneleri mütehalif, mütebayin insanların ağızlarında Mevlevîler gibi semavî deveran ve cevelan ediyor.

    Binaenaleyh gayr-ı mütenahî şahidlerin tasdikiyle hak ve hakkaniyeti tahakkuk eden bir davaya, hiçbir vehmin haddi değildir ki, ona dest-i itirazı uzatabilsin!


    İKİNCİ REŞHA:

    Arkadaş! Tevhidi isbat ve nev'-i beşeri irşad eden o nuranî bürhan; biri sağında, diğeri solunda, biri mütevatir, diğeri mecma-i aleyh bulunan nübüvvet ve velayetle mücehhezdir. Ve aynı zamanda, irhasat denilen kabl-en nübüvvet kendisinden zuhur eden hârika hallerin rumuzatıyla ve kütüb-ü semaviyenin beşaratıyla ve hevatif denilen -gaybdan verilen- tebşirat-ı müteaddide ile musaddaktır.

    Ve keza o bürhan-ı nuranîden zuhur eden inşikak-ı Kamer, parmaklarından fışkıran sular, ağaçların onun davetine icabetleri, duasının akabinde yağmurun nüzulü, pek az bir yemekten çokların yiyip doymaları ve kurt, ceylan, deve, taş ve sairenin konuşmaları gibi mu'cizelerinin delalet ve şehadetiyle tasdik edilmiş bir zâttır. (A.S.M.)

    Ve keza dünya ve âhiret saadetlerini temine kâfil ve kâfi olan şeriatı, nübüvvetini tasdik ve isbata kâfidir. Geçen derslerde, şems-i şeriatından bazı şuaları gördük. Tatvil-i kelâmı mûcib tekrarları lâzım değildir.


    ÜÇÜNCÜ REŞHA:

    Arkadaş! O zât (A.S.M.), delail-i âfâkıye denilen haricî deliller ile musaddak olduğu gibi, delail-i enfüsiye denilen zâtında ve nefsinde sabit delil ve işaretler ile dahi musaddaktır. Çünki O zât şems gibidir; zâtını zâtı ile ziyalandırarak gösterir. Meselâ: Bütün ahlâk-ı hamîdenin en yüksekleri o zâtta içtima etmiş olduğuna bütün âlem şehadet ediyor. Ve keza en nezih hasletleri ve huyları ve en yüksek seciyeleri câmi' bir şahsiyet-i maneviye sahibi olduğuna icma vardır. Ve keza o zâtın en yüksek derecede bulunan zühd ve takva ve ubudiyeti şehadetleriyle mâlik olduğu kuvvet-i imaniye ile musaddaktır. Ve keza siyer-i Nebeviyenin şehadetiyle derece-i vüsuku ve kemal-i ciddiyet ve metaneti ve bütün işlerinde ve harekâtında kuvvet-i emniyeti, hakka mütemessik ve hakikate sâlik olduğunu tasdik eden kat'î delillerdir.

    Evet yaprakların yeşilliği, çiçeklerin taravet ve güzelliği ve semerelerin tazeliği; ağacın canlı, hayatlı, hayy olduğuna sadık şahiddirler.


    DÖRDÜNCÜ REŞHA:

    Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu'd-i mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahâza,
    ﻟَﻴْﺲَ ﺍﻟْﺨَﺒَﺮُ ﻛَﺎﻟْﻌَﻴَﺎﻥِ düsturuna ittibaen, şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekân ile, hayalen Ceziret-ül Arab'a gidelim ve Medine-i Münevvere'de nuranî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev'-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı bizzât görüp, sözlerini dinlemeliyiz.

    İşte hayalen oraya gittik. Bak hârika bir surette hüsn-ü suretle hüsn-ü sîreti cem'eden o Mürşid-i Umumî, o Hatib-i Kudsî cevahir dolu bir kitab-ı mu'ciz-ül beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a'lâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün benî-Âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor.

    Evet pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-i âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev'-i beşere "Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? diye îrad ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevab veriyor.

  9. #9
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart

    BEŞİNCİ REŞHA:

    Arkadaş! Şu zât-ı nuranî (A.S.M.), mürşid-i imanî, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bak nasıl neşrettiği hakikatın nuruyla, hakkın ziyasıyla, nev'-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, âlemde yaptığı inkılab ile âlemin şeklini değiştirerek nuranî bir şekle sokmuştur.

    Evet o zâtın nuranî gözlüğüyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir matem-i umumî içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemadat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vaveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtıyla, tenevvüüyle ve tegayyüratıyla, nukuşuyla tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı. Bilhâssa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.
    İşte, O Zât'ın telkin ettiği iman nazarıyla kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin gözüyle ve iman gözlüğüyle bakılırsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir.

    Evet kâinat iman nuruyla matem-i umumî yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telakki edilen mevcudat, birbirine ahbab ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemadat, ünsiyetli birer hayatdar ve lisan-ı haliyle Hâlıkının âyâtını nâtık birer müsahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekki ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Hâlık'ına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüat, tegayyürat ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor. Rabbanî mektublar, âyât-ı tekviniyeye sahifeler, esma-i İlahiyeye âyineler suretine inkılab ederler.

    Hülâsa: İman nuruyla âlem öyle terakki eder ki: "Hikmet-i Samedaniye Kitabı" namını alıyor. Ve insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; za'fının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şuaıyla, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilafet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebeb olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mazi, enbiya ve evliyanın ziyasıyla ziyadar ve nuranî görünmeye başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur'anın ziyasıyla tenevvür eder. Cennet'in bostanları şekline girer. Buna binaen, O zât-ı nuranî olmasa idi kâinat da, insan da, her şey de adem hükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.

    Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i hârika lâzımdır. "Eğer bu zât (A.S.M.) olmasa idi kâinat da olmazdı." mealinde,
    ﻟَﻮْﻟﺎَﻙَ ﻟَﻮْﻟﺎَﻙَ ﻟَﻤَﺎ ﺧَﻠَﻘْﺖُ ﺍﻟْﺎَﻓْﻠﺎَﻙَ olan hadîs-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor.


    ALTINCI REŞHA:

    Arkadaş! O hutbe-i ezeliyeyi okuyan zât, kâinatın kemalâtını keşfeden canlı bir güneştir. Saadet-i ebediyeyi ihbar ve tebşir ediyor. Nihayetsiz rahmeti keşfetmiş, ilân ediyor. Saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı ve esma-i İlahiyenin gizli definelerinin keşşafıdır.

    Evet! O Zât (A.S.M.) vazifesi itibariyle, hakkın bürhanı, hakikatın ziyası, hidayetin güneşi, saadetin vesilesidir. Şahsiyet ve hüviyet cihetiyle, muhabbet-i Rahmaniyenin misali, rahmet-i Rabbaniyenin timsali, hakikat-ı insaniyenin şerefi, şecere-i hilkatin en kıymetdar ve kıymetli bahadar bir semeresidir. Tebliğ ettiği dini de hârika bir sür'atle şark ve garbı ihata etmiş, nev'-i beşerin beşte biri kabul etmiştir. Acaba böyle bir zâtın davalarında, nefis ve şeytanın münakaşa ve itirazlarına bir imkân var mıdır?


    YEDİNCİ REŞHA:

    Arkadaş! O zâtı harekete getirip o inkılabları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet bilhâssa Ceziret-ül Arab'da yaptığı inkılab ve icraata bak!..

    O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassıb ve asabiyetlerinde fevkalâde inadcı ve kasavet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşi kavimler oturmakta idiler. O zât-ı nuranî kısa bir zamanda o kavimlerin ahlâk-ı seyyielerini kaldırarak ahlâk-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hattâ o zât-ı mürşidin (A.S.M.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşi insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular. O zâtın (A.S.M.) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî bir saltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celbetmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbi ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.

  10. #10
    Ehil Üye *AHMET* - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Jul 2016
    Mesajlar
    3.440

    Standart

    SEKİZİNCİ REŞHA:

    Arkadaş! Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, bir şeyi tiryakisinden ref'etmek pek zahmettir. Hattâ büyük bir hâkim, büyük bir azim ile küçük bir kavimde itiyad edilen bir hasleti kaldırmakta büyük müşkilâta rastgelir. Halbuki bu zât-ı nuranî, pek çok âdetleri, pek çok asabî, inadcı kavimlerden, cüz'î bir kuvvetle, kısa bir zamanda kaldırarak, yerlerini yüksek, nezih ahlâk ve âdetler ile doldurmuştur.

    Evet Hazret-i Ömer İbn-ül Hattab (Radıyallahü teâlâ anh)ın İslâmiyetten evvel ve sonraki halleri bu mes'eleye güzel bir misaldir. Bunun gibi icraat-ı esasiyesinden binlerce hârikalar vardır. O zâtın o zamandaki icraatına hârika diyoruz. Acaba bu zamanın yüzlerce feylesofları, o zamanda o vahşet-âbâd cezireye gidip, pek uzun zamanlarda o vahşileri ıslah için çalışsalar, o zât-ı mürşidin bir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senede muvaffak olabilirler mi? Hâşâ!..


    DOKUZUNCU REŞHA:

    Arkadaş! Aklı başında olan bir adam münazaralı davalarda yalan söyleyemez. Çünki bilâhere yalanının açığa çıkıp mahcub olmasından korkar. Ve keza bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâübali bir tarzda söyleyemez. Ve keza serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez. Velev âdi bir mes'ele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun. Acaba büyük bir vazife ile vazifedar, pek büyük bir mes'elede, pek büyük bir şeref ve haysiyet sahibi, pek büyük bir cemaat içinde, pek şedid hasımların karşısında iddia ettiği bir davada yalan ve hilaf-ı hakikat söyleyebilir mi?

    İşte o zât-ı nuranî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarz ile okuyor; ne tereddüdü var ne hicabı, ne korkusu var ne teessürü... Hem samimî bir safa-i kalble, hâlis bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokundurmak üzere akıllarını tezyif, nefislerini tahkir edip, izzetlerini kırıyor. Acaba böyle bir davada, böyle bir makamda, böyle bir şahıstan zerre miskal bir hilenin bu mes'eleye karışmasına imkân var mıdır? Hâşâ,
    ﺍِﻥْ ﻫُﻮَ ﺍِﻟﺎَّ ﻭَﺣْﻰٌ ﻳُﻮﺣَﻰ

    Evet hak hileye muhtaç değil, hakkı söylemekte hile ve iğfal ihtimali yoktur. Hakikatı gören bir nazar halkı iğfal etmez, hilaf-ı hakikat söylemez, hayal ile hakikatı temyiz eder; aralarında iltibas olamaz.

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Mesnevi-i Nurıye/Habbe/110
    By yakaza in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 34
    Son Mesaj: 11.03.09, 08:53
  2. Risale-i Nurda Bir Risale Var ki Bir Kutb-u Azamdan Beklenen Feyzi Verebilir....?
    By MuM in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 22.02.09, 00:47
  3. Nur Külliyatından Bir Cümle:
    By .münzevi. in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 03.09.07, 01:09

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Var
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0