+ Konu Cevaplama Paneli
1. Sayfa - Toplam 2 Sayfa var 1 2 SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 10 ve 11

Konu: Esir Maddesini Mütalaa Edelim

  1. #1
    Dost betulbalkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Mesajlar
    48

    Standart Esir Maddesini Mütalaa Edelim

    “Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esîr ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misâl bir lâmbayı, hazîne-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi.” (Sözler,sy 391)
    arkadaşlar biz esir maddesini mütalla ederken burası karşımıza çıktı esir maddesini araştırınca güneş ışığını geçirmeyen bir madde olduğunu öğrendik cenab-ı hak güneş ışıklarını dünyay gönderirken esir perdesinin ortadan kaldırıyor demekki.peki ne zamndır beri şu soru vardı aklımda esir perdesini anladık fakat adem perdesi ne oluyordu acaba?nakıs aklımıza gönderilen ise güneş bir ziyadır ve o olmasaydı maddeleri göremezdik demekki cenab-ı hak güneşin ziyasıyla mahlukatı ademlikten kurtarıyor.

  2. #2
    Dost betulbalkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Mesajlar
    48

    Standart

    “Kudret-i Zülcelâlin pekçoktur mir’atları (aynaları). Herbiri ötekinden daha eşeff (şeffaf) ve eltaf (latif) pencereler açıyor bir âlem-i misâle.

    “Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misâle, misâlden tâ ervâha, ervâhtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,

    “Hayalden tâ fikre kadar muhtelif aynalar, dâimâ temsil eder şuûnât-ı seyyâle.” (Sözler, s. 645)

  3. #3
    Dost betulbalkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Mesajlar
    48

    Standart

    VE ÜSTAD HZ ESİR MADDESİNİN KAİNATIN HERYERİNİ KAPLADIĞINI HATTA ESİRDEN YARATILMIŞ MAHLUKATINDA OLDUĞUNU ŞÖYLE BELİRTİR
    ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. belki, madde-i nurdan, hatta zulmetten, hatta esir maddesinden, hatta manalardan, hatta havadan, hatta kelimelerden zihayat, zişuuru kesretle halk eder.(29.SÖZ)

  4. #4
    Dost betulbalkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Mesajlar
    48

    Standart

    bilim adamları şu anda ulaştıkları son teknoloji ile kainattaki bütün maddelerin bir maddenin farklı şekillerde yoğunlaşmasıyla oluştuğunu bulmuşlardır.fakat üstad hz bunu kuranın ve ilmin ışığıyla bunu kaç sene evvelden biliyordu ve işaret-ül icaz isimli eserinde şöyle bahsetmiştir
    şu madde-i esiriyeye işarettir ki, cenab-ı hakk'ın arş'ı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş. esir maddesi yaratıldıktan sonra, sani'in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur.

  5. #5
    Dost betulbalkan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Aug 2009
    Mesajlar
    48

    Standart

    üstad hz sözlerde kuranın talebeleriyle ehli felsefenin arsında çok büyük farkların olduğunu söylüyordu.gerçektende incelediğimzde uçurum gibi farkların olduğunu görürüz.mesela konumuz esir olduğüundan bununla ilgili bir örnek verecek olursak şuanki bilim adamları esir maddesinin kainatın yüzde yirmi beşini kapladığını söylüyorlar.üstad hz ise kuranın nuruyla kaç sene evvelden esir maddesinin bütün kainatı kapladığını(yüzde yüzünü)söylüyor.işte aradaki yüzde 75lik bariz bir fark
    selam ve dua ile

  6. #6
    Ehil Üye Fehim - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Oct 2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.866

    Standart

    "meyveler ağacını; çiçekler çimenlerini; sünbüller tarlalarını; balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarure; menşe'lerinin tarlasını, denizini, çimengâhını vücudun, aklın gözüne sokuyorlar."(Sözler, 569) ifadeleriyle de esirin varlıkların hem teşekkül, hem de faaliyet alanı olduğunu belirtir. Devamla, ulvî âlemde, yani fizik ötesi kanunlara göre çalışan metafizik âlemlerin muhtelif tabakalara ayrıldığını, her birinin kendine has kanunları bulunduğunu böylece yedi farklı uzay-mekânın farklı işleyiş mekanizmaları olduğunu, esir'in bu alemlerin ortamı ve alanı olduğunu ifade eder. "Madem Âlem-i Ulvide muhtelif teşkilat var, muhtelif vaziyetlerde görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe'leri olan semavat, muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar var... Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyattan başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar her bir âlemin birer seması vardır."

  7. #7
    Ehil Üye Fehim - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Oct 2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.866

    Standart

    "...esir, Cenab-ı Hakk'ın en nazenin bir hulle-i icraatıdır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin, ruhanî ve manevî varlıkların yaşama ortamı ve faaliyet alanı olduğunu düşünebiliriz. Diğer taraftan, hava unsurunun manevî cephesi olan esir, bir hüve olarak âlem-i misâl ve âlem-i mânâya bir anahtar olmaktadır. Bu sebeple, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi, mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir madde olarak esir, madde âlemini mânâ âlemlerine bağlayan, hem bu âleme hem de öbür âlemlere benzeyen, ikisinin arasında bir yapıya sahip olacaktır. "

  8. #8
    Ehil Üye Fehim - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Oct 2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.866

    Standart

    "Enerjinin bile hâlâ birçok çeşidi bize meçhul durumda iken, ışıktan da öte metafizikî unsurları kolayca anlaşılır hâle getirmek mümkün değildir. Önümüzde evrenin hâlâ bilmediğimiz nice kanunları ve çözülmesi gereken sayısız sırrı keşif bekliyor. "
    "

  9. #9
    Dost cihangir - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Oct 2007
    Mesajlar
    13

    Standart

    Bu aralar büyük buluş olarak lanse edilen "Maddenin Ardındaki Sır" konusu var hazır esir maddesi konusu açılmışken bunu atlamak olmaz diye düşündüm.

    HARUN YAHYA’NIN MADDE İLE İMTİHANI (1)


    Evrim teorisine karşı verdiği etkili mücadeleyle tanınan Harun Yahya (Adnan Oktar), “madde”yle ilgili aykırı görüşleriyle de dikkatleri üzerine çeken bir isim. Bu konudaki görüşlerini “Hayalin Diğer Adı: Madde” (İstanbul: Araştırma Yay., 2002) adıyla kitaplaştırmış bulunuyor. Kitabın adı, konusunu özetlemekte..
    Yazar, görüşlerini aktarırken Kur’an-ı Kerîm’den İmam-ı Rabbanî ve Muhyiddin ibnü’l-Arabî gibi zatların ifadelerine, sofistlerin tezlerinden çağdaş fizikçilerin eserlerine kadar pek çok kaynağa atıfta bulunuyor. Ancak yazarın temel hareket noktası Kur’an değil; sofistlerden agnostiklere uzanan bir felsefenin ve modern bilimin verilerinden hareketle oluşturulan eklektik fakat kendi içinde tutarsız ve çelişkili bir yaklaşım söz konusu. Bu yaklaşım bir yandan da İmam-ı Rabbânî ve İbnü’l-Arabî’nin görüşleriyle desteklenmeye ve Kur’an’la uzlaştırılmaya çalışılıyor.





    Sofistlerin diğer adı



    Harun Yahya, kitabının önsözünde şöyle diyor: Dünyada yaşadığımız hayatın birer parçası olan tüm olaylar, insanlar, binalar, şehirler, arabalar, mevkiler, kısacası hayatımız boyunca gördüğümüz, tuttuğumuz, dokunduğumuz, kokladığımız, tattığımız, dinlediğimiz herşey, gerçekte beynimizde oluşan görüntü ve hislerdir. Biz, bize verilen telkinle bunların, beynimizin dışındaki bir dünyada sabit olduklarını, her birinin maddesel varlıklar olduklarını ve bizim bu nedenle bunların asıllarını gördüğümüzü, hissettiğimizi zannederiz. Oysa, biz hiçbir varlığın aslını asla göremeyiz ve bu varlıkların asıllarına asla dokunamayız. Kısacası bizim hayatımız boyunca madde sandığımız herşey aslında bir hayal olarak beynimizde meydana gelen görüntülerden oluşmaktadır. Bu kitabın konusunu oluşturan bu gerçek, bir felsefe veya herhangi bir fikir değildir. Aksine bugün modern bilimin kesin olarak ispatladığı ve inkarı kesinlikle mümkün olmayan teknik bir gerçektir.” (Age, s. 10.)
    Yazar böylece, herhangi bir felsefe veya fikir akımını takip etmediğini, “modern bilimin kesin olarak ispatladığı” bir gerçeği savunduğunu ileri sürmektedir. Ona göre bu gerçek, modern bilim tarafından ispatlandığı için, “inkârı kesinlikle mümkün olmayan teknik bir gerçek”tir. Ancak, yazarın “felsefe veya fikir akımını takip etmeme” iddiasını şu ifadeleri yalanlamaktadır: “Tarih boyunca birçok düşünür, din ve bilim adamı bu konuyu gündeme getirmiş, maddenin gerçekte bir algılar bütünü olduğunu anlatmıştır. Örneğin Eski Yunan felsefecilerinden Pisagor, Elea okulu, özellikle ‘Mağara İdesi’ ile Eflatun gibi birçok düşünür bu konuyu bir yönüyle açıklamıştır. Zerdüştlük, Budizm, Taoizm, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin elde kalan metinlerinde de bu konudan bahsedildiği görülür. İmam Rabbani, Muhyiddin Arabi, Mevlana Cami gibi büyük İslam alimleri de maddenin hakikati konusunu bütün açıklığı ile anlatmışlardır. Bu konuda görüşlerine yer verilmesi gereken en önemli isim, İrlandalı bir din adamı ve filozof olan Berkeley'dir.” (Age, s. 192-193.)
    Nedense Harun Yahya, sofist düşünce geleneği ile olan bağını özenle saklamaktadır. Oysa şu ifadeleri tam da sofistlerin görüşünü yansıtmaktadır: “Sonuç olarak şu bir gerçektir ki, her insan hayatı boyunca gördüğü herşeyi beyninde görür ve hiçbir zaman gördüklerinin asıllarına ulaşamaz. Gördükleri, dışarıda var olduğunu varsaydığı görüntülerin beyninde oluşan birer kopyasıdır. Bu kopyanın aslına uygun olup olmadığı, dahası bir aslının var olup olmadığı ise bizim bilgimizin dışındadır.”(Age, s. 24.)

  10. #10
    Dost cihangir - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Oct 2007
    Mesajlar
    13

    Standart

    Sofistlerden Protagoras (M.Ö. 481-420), her eşyanın, algılayan insan için, algı*nın oluştuğu şartlara bağlı bir hakikatinin bulunduğunu, mutlak bir gerçekliğinin var olmadığını öne sürmüştür. Mesela belli sıcaklıktaki su hasta olan kimseye farklı, sağlıklı olana farklı ge*lebilirdi. Böylece Protagoras, herkesin kendi doğrusunun bulunduğunu, algı farklarından dolayı birden fazla hakikat bulunabileceğini öne sürmüştür. Bir başka deyişle, hakikat göreceydi, mutlak değildi. Protagoras’ın görüşlerini daha ileri bir noktaya götüren çağdaşı Gorgias, kendince şu üç sonuca ulaşmıştır: 1. Hiçbir şey mevcut değildir. 2. Mevcut olsaydı bile bilemezdik. 3. Bilseydik bile başkalarına bildiremezdik.
    Doğal olarak bu görüşler, kendi kendilerini çürütmektedir. Hiçbir şey mevcut değilse, Gorgias’ın bu iddiasının da mevcut olmaması gerekir. “Mevcut olsaydı bile bilemezdik” derken de bilemeyeceğimizi bildiği iddiasında bulunmaktadır; bunu nasıl bilmektedir? Bunu bilebiliyorsak, başka şeyleri de bilebileceğimizi kabul etmek gerekir. “Biz” diyerek herkes adına konuştuğu için, başkalarının bilip bilemeyeceğini bildiğini de söylemiş olmaktadır. Oysa bu iddiası çerçevesinde, başkalarının varlığı bilip bilemeyeceğini de bilememesi gerekirdi. “Bilseydik bile başkalarına bildiremezdik” derken de, bu kanaatini nasıl bildirebildiği sorusu ortaya çıkmaktadır. Daha doğrusu, kendi yaklaşımı çerçevesinde, bize hiçbir şey bildiremediğinin kabul edilmesi gerekir. Bildirdiğini kabul ettiğimiz zaman, iddiası yanlışlanmış olur. Sonuçta, Gorgias’ın görüşlerini doğru kabul etmemiz, o iddiaların yanlış olduğunu gösteren bir durum oluyor.
    Sofistlerin tutarlı olduğu bir nokta varsa, o da, yaklaşımlarının bir sonucu olarak, kendi görüşlerinin de mutlak doğruluğu iddiasından uzak durmuş olmalarıdır. (Gorgias’taki kendi kendisini çürüten zımnî doğruluk iddiası ayrı konu..) Onlar, algılarımızın dışımızdaki gerçekliği olduğu gibi yansıttığından emin olunamayacağını söyleyerek, tıpkı Harun Yahya’nın yukarıda aktardığımız ifadelerinde olduğu gibi, dış dünyayı bilemeyeceğimizi öne sürmüşlerdir. Yani onlar için “bilimsel gerçek” diye bir şey yoktur. Bilginin olmadığı yerde bilimin de olamayacağı açıktır. Harun Yahya ise, bir yandan sofistler gibi düşünmekte, diğer yandan da kendisiyle çelişerek “kesin olarak ispatlanmış, inkârı kesinlikle mümkün olmayan teknik bir gerçek”ten söz edebilmektedir. Böylece Harun Yahya, bir yandan dışımızdaki dünyayı bilgimizin dışında bir alan olarak gösterirken, diğer yandan da o dünya ile ilgili bilimsel faaliyetlerimizle mutlak bir doğruya (görece bile değil) ulaştığımızı iddia etmektedir. Ancak bu mutlak doğru (yani “kesin olarak ispatlanmış, inkârı kesinlikle mümkün olmayan teknik gerçek”), değil mutlak doğrulara, hiçbir bilgiye ulaşamayacağımızı gösterdiği için, kendisinin mutlak doğru, bir başka deyişle ispatlanmış ve inkârı kesinlikle mümkün olmayan bir gerçek olduğu iddiasını da çürütmektedir.
    Bununla birlikte Harun Yahya, “ispatlanmış bilimsel gerçeğe” vurgu yaparken Gorgias’ın tam zıddı konumda, Protagoras’ın ise bir adım önünde yer almaktadır. Oysa, modern bilimin temel aldığı verileri kesin gerçek kabul etmedikçe ve yönteminin geçerliliğini onaylamadıkça, ulaştığı sonuçları da kesin gerçek kabul edemezsiniz. Yani, “[İnsanın] gördükleri, dışarıda var olduğunu varsaydığı görüntülerin beyninde oluşan birer kopyasıdır. Bu kopyanın … bir aslının var olup olmadığı ise bizim bilgimizin dışındadır” diyen bir insan artık bilimsel “gerçek”lerden söz edemez. Bir başka deyişle, modern bilim gözlem ve deneye dayalı olarak tümevarım yöntemini uyguladığı için, gözlem ve deneyin konusu olan ‘şeyler’ hakkında ulaştığımız bilgileri kesin gerçek kabul etmedikçe, ulaşılan sonuçları da kesin gerçek kabul edemeyiz. Gözlem ve deney ise, algılarımızla ilgilidir; algılarımızın bize dışımızdaki gerçeklikle ilgili kesin bilgiler verdiğini, beynimizde oluşan görüntülerin dışarıda bir aslının mevcut olduğunu kabul etmedikçe, modern bilimin ulaştığı kesin gerçekler bulunduğunu ileri süremeyiz.
    Ancak, modern bilimin ulaştığı sonuçların doğruluğu konusu çok daha karmaşık bir meseledir. Geçmişte İmam Gazalî, İbn Haldun gibi İslam âlimleri ve Batı’da Hume gibi filozoflar, tümevarımın ya da genellemelerin kesin gerçekler olarak kabul edilip edilemeyeceğinin şüpheli olduğunu söylemişlerdir. Onlar, algılar yoluyla edinilen bilgileri reddetmemişler, ama bundan hareketle yapılacak genellemelerin ve tümevarım şeklindeki akıl yürütmenin ortaya koyacağı sonuçların doğru olup olmadığı konusunda şüpheci bir tutum sergilemişlerdir. Basit bir örnekle anlatmak gerekirse, gözlem ve deney bize, Newton’un gözlemlediği gibi, elmanın ağaçtan yere düştüğünü gösterir. Ama bundan hareketle aklî bir çıkarım yapıp yerçekimi yasasından söz ettiğimizde, bunun doğru olup olmadığından kesin olarak emin olunamaz. Nitekim Einstein’ın teorisinde yerçekimi kavramı bulunmamaktadır, onun açıklama modeli farklıdır. Algılarla ulaşılan bilgiyi reddetmeyen âlimler bile “kesin bilimsel gerçek”lerden söz etmeyi yersiz bulurken, Harun Yahya’nın hem algılardan şüphe etmesi hem de ispatlanmış, inkârı mümkün olmayan kesin bilimsel gerçeklerden bahsetmesi, açık bir tutarsızlıktır.



    Beyne hapsedilen kâinat



    Harun Yahya, “Kısacası bizim hayatımız boyunca madde sandığımız herşey aslında bir hayal olarak beynimizde meydana gelen görüntülerden oluşmaktadır”derken de kendi içinde tutarsız bir iddiada bulunmaktadır. Burada, her şeyden önce, çelişkili biçimde, beynimizin bir “asl”ının bulunduğu varsayımı mevcuttur. Oysa, her şey hayalse, beynimiz de hayal olmalıdır. Yani, sadece gördüğümüz şeylerin değil, görmemizin ve beynimizin bizzat kendisinin de hayal kabul edilmesi gerekir. Yani, bir hayalin, bir başka hayal olan beyinde resmedilmesi gibi iki katlı bir hayal ortaya çıkıyor olmalıdır. Nitekim yazar, kitabının ilerleyen sayfalarında bunu kendisi de itiraf etmektedir: “Çevremizde gördüğümüz herşeyle birlikte, sahip olduğumuz bedenimiz, elimiz, kolumuz, yüzümüz bir gölge varlık olduğuna göre, beynimiz de bir gölge varlıktır. Öyle ise görüntü olan bir varlığın görüntü meydana getirdiğini söyleyemeyiz.” (Age, s. 86.) Böylece yazar, “bilimsel gerçek” iddiasından vazgeçmekte, birbirini tutmayan şeyler söylemiş olmaktadır. Eserinin diğer sayfalarında maddenin beynimizde oluşan görüntülerden ibaret olduğunu, bunların beynimizin dışında bir aslının bulunup bulunmadığını bilemeyeceğimizi söylerken, burada beyindeki görüntülerin varlığını bile reddetmektedir.
    Ancak, yazarın çelişkileri bunlarla sınırlı değildir: “Bazı insanlar ise, görüntünün beyinlerinde oluştuğunu kabul etmekte ancak, gördükleri görüntünün asıllarının dışarıda olduğunu iddia etmektedirler. Oysa, bu hiçbir zaman ispatlayamayacakları bir iddiadır. Çünkü bugüne kadar hiçbir insan, beyninin dışındaki algılarının dışına çıkamamıştır. Her insan, beynindeki hücresinin içinde yaşamaktadır ve algılarının kendisine gösterdikleri dışında hiçbir şey yaşayamaz. Dolayısıyla algılarının dışındaki dünyada, neler olduğunu hiçbir zaman bilemez. Bu nedenle ‘dışarıda asılları var’ demek büyük bir ön yargı olur, çünkü hiçbir insanın buna getirebileceği tek bir delil dahi bulunmamaktadır. Kaldı ki dışarıda asılları olsa dahi, insan yine bu ‘asıl’ları beyninde görecektir, yani yine beyninde oluşan hayal ile muhatap olacaktır. Dolayısıyla insanlar, bu varsaydıkları ‘maddesel karşılıklara’ hiçbir zaman ulaşamayacakları için, bu iddiaları son derece dayanaksızdır. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki, teknolojinin veya bilimin ilerlemesi de bu konuda herhangi bir değişikliğe sebep olamaz. Çünkü her bilimsel bulgu veya teknolojik buluş yine insanların beyinlerinde oluşacaktır, dolayısıyla bu yöntemle de dış dünyaya ulaşmak mümkün olamayacaktır.” (Age, s. 50.)
    Gerçekte bu düşünce yeni değildir, sofistlerden Gorgias’ın felsefesinin yeniden üretilmiş biçimidir. Ancak şu noktayı unutmamak gerekir, algılarımızla edindiğimiz izlenimlerin beynimizin dışında bir gerçekliğinin bulunduğundan emin olamazsak, dinî bilgilerimizin gerçekliğinden de emin olamayız. Harun Yahya, “[İnsan] … algılarının dışındaki dünyada, neler olduğunu hiçbir zaman bilemez. Bu nedenle ‘dışarıda asılları var’ demek büyük bir ön yargı olur, çünkü hiçbir insanın buna getirebileceği tek bir delil dahi bulunmamaktadır”derken, hiçbir şeye inanmayanlardan başka hiçbir kesimi memnun etmeyecek bir iddia ortaya atmaktadır. Bu, agnostisizm (bilinemezcilik) olarak adlandırılan felsefî akımın savunulmasından başka bir şey değildir. Agnostikler, algılarımızın gerçekliği olduğu gibi yansıttığının bilinemeyeceği varsayımından hareketle, maddenin ve aynı zamanda Allah’ın varlığının bilinemeyeceğini savunurlar. Bu, ne kabul ne de inkârdır, bilinemeyeceğini söylemektir. Ancak buradaki kabul eksikliği, son tahlilde inkâr anlamına gelmektedir. Nitekim, agnostisizm kavramını felsefe literatürüne kazandıran Huxley, bu yaklaşım çerçevesinde “değillenemeyecek hiçbir önerme ya da yanlışlanamayacak hiçbir bilgi bulunmadığını” söylemiştir.
    Harun Yahya, “[İnsan] … algılarının dışındaki dünyada, neler olduğunu hiçbir zaman bilemez. Bu nedenle ‘dışarıda asılları var’ demek büyük bir ön yargı olur, çünkü hiçbir insanın buna getirebileceği tek bir delil dahi bulunmamaktadır” derken nübüvveti de doğruluğu şüpheli bir olgu hale getirdiğini fark edememektedir. Bu yaklaşım benimsenirse, peygamberlerin vahiy aldıklarını söylemelerini de delilsiz bir iddia olarak görmek gerekir, çünkü peygamberler de, insan oldukları için, yazarın ifadesiyle, “algıların dışındaki dünyada neler olduğunu hiçbir zaman bilemez”ler.
    Harun Yahya, bu konudaki çelişkilerini şu ifadeleriyle sürdürmektedir: “Gözlerinize gelen ışığın elektrik sinyallerine çevrilerek beyninize ulaşması sonucunda, beyninizde bu kitabın görüntüsü oluşur. Yani kitap şu anda sizin dışınızda değil, içinizde, beyninizin arka kısmındaki görme merkezinizdedir. Belki kitabın sertliğini elinizde hissediyor olduğunuz için kitabı dışınızda zannedebilirsiniz. Oysa, bu sertlik hissi de aynı görme algısında olduğu gibi beyninizde meydana gelmektedir. Parmak uçlarınızdaki sinirler uyarıldığında, bu uyarı elektriksel bir bilgiye dönüşerek, bu kez beyninizdeki dokunma merkezinize ulaşır.” (Age, s. 12-15.)
    Burada, bir yandan, okunan kitabı hayal olarak kabul ederken, diğer yandan beynin kendisini ve ondaki “dokunma merkezi”ni gerçek kabul etme çelişkisi mevcut. Parmak uçlarımız, onlardaki sinirler ve onların uyarılması da gerçek olarak gösteriliyor. Oysa elimizdeki kitap, bir madde olması itibariyle hayalse, beynimiz de, sinirlerimiz de, onların uyarılması da bir hayal olmalıdır. Ya da, beynimizin kendisi hayalden ibaret bir görüntü değil de, kendisinde görüntü oluşan gerçek bir madde ise, onda görüntülenen kitabın da gerçek bir madde olarak kabul edilmesi gerekir. Ama yazar, tam aksini söylemektedir: “Sonuç olarak biz hiçbir şeyin ‘içinde’ olmayız. Herşey bizim içimizde, yani beynimizde oluşur. Güneş'in, Ay'ın, yıldızların veya gökte giden bir uçağın bizden milyonlarca kilometre uzaklıkta olmaları da bu gerçeği değiştirmez. Güneş ve Ay da aynı, elinizde tuttuğunuz bu kitap gibi sizin beyninizin içindeki küçücük görme merkezinizde oluşan görüntülerdir.” (Age, s. 59-60.) Oysa, beynimizin ve onun içindeki küçücük görme merkezinin varlığını kabul edince, beynimizin içinde bulunduğu dış dünyayı da var kabul etmek gerekir. Çünkü, o beyin, mesela bir beyin cerrahının önünde dış dünya haline gelecektir.



    Rüyalar ve algılar



    Harun Yahya devam ediyor: “Gerçekte ise, hiçbir zaman bu kitabın aslına dokunamazsınız. Dokunduğunuzu sandığınızda, aslında beyninizin içindeki dokunma hissini algılarsınız. Üstelik bu kitap, bir madde olarak sizin beyninizin dışında var mıdır, bunu da bilemezsiniz.” (Age, s. 15.) Gerçekte, “bir kitabın ‘asl’ına dokunmak”tan bahsetmek saçmadır; kitap okunmak içindir ve algıladığımız dokunma biçimi bizim için yeterlidir. Bunun dışında bir “asl”ına dokunmaktan söz etmek de, böyle bir şeyin olmasını istemek de gereksizdir. Atomlar ve elektronlar düzeyinde düşünürsek, bütün kâinat aynı tür yapı taşından oluşmaktadır. Dolayısıyla, kitabın aslı bizde de mevcuttur, çünkü aynı asıldanız. Gerçekte hiçbir zaman atomların birbirine dokunması diye bir şey de yoktur, yani bir aslın bir başka asla dokunması bu anlamda zaten mümkün değildir. Bizim için önemli olan, insanca normal bir hayat sürdürebilmek için, mesela kitabı kitap olarak algılayabilmek ve o şekilde dokunabilmektir, onun aslına (Ne menem bir şeyse?) dokunmak değil. Sözgelimi bir ayakkabı, ayakkabı olarak işlevini görüyor ve biz onu ayakkabı olarak algılayabiliyorsak, mesele bitmiş demektir; onun aslına dokunmak, aslını giymekten söz etmek anlamsız olur.
    Ancak yazar, “Hiçbir zaman bu kitabın aslına dokunamazsınız. Dokunduğunuzu sandığınızda, aslında beyninizin içindeki dokunma hissini algılarsınız”derken de kendisiyle çelişmektedir, çünkü daha önce, parmak uçlarımızdaki sinirlerden ve onların uyarılmasından söz ediyordu. Üstelik, “beynimizin içindeki dokunma hissini algılamamızdan” değil, beynimizdeki dokunma merkezinin “elimizin kitaba dokunmasını algılamasından” bahsetmek gerekir. Bu ikisi farklı şeylerdir. Fakat, her şeyi beynimizin içine hapsetmeye çalışan yazar, kaşla göz arasında elimizi devre dışı bırakmaktadır. Ayrıca şunu da unutmaktadır: Elimizdeki sinirler çalışmadığı zaman, beynimiz dokunma hissini kendiliğinden üretemez.
    Ancak, Harun Yahya bu konuda da farklı düşünmektedir: “İnsanlar rüyalarında nasıl tüm görüntüleri son derece gerçekçi bir şekilde görebiliyorlarsa aynı şekilde rüyalarında bütün kokuları da gerçekte olduğu gibi hissederler. Örneğin rüyasında restorana giden bir kişi yemeğini menüdeki yiyeceklerin kokuları arasında yemekte, deniz kenarına gezintiye çıkan biri denizin kendine has kokusunu duymakta, papatya bahçesine giren birisi o mükemmel kokulardan haz duymaktadır. Ya da bir başkası parfümeri mağazasına girip kendisine parfüm seçebilmekte ve hatta tek tek bu parfümlerin kokusunu ayırt edebilmektedir. Herşey öylesine gerçekçidir ki kişi, uykusundan uyandığında bu duruma şaşırabilmektedir. Bu konuyu anlayabilmek için rüyalara kadar gitmeye de gerek yoktur aslında. Saydığımız tasvirleri şu an hayal edip düşünmeniz dahi yeterlidir. Örneğin şimdi bir papatyanın kokusunu düşünün. Elinizde kokladığınız bir papatya olmamasına rağmen eğer konsantre olursanız papatya kokusunu hissedebilirsiniz. Koku şu anda beyninizde oluşmaktadır. Nasıl ki şu an annenizi gözünüzün önüne getirmek istediğinizde, anneniz yanınızda olmamasına rağmen onu zihninizde görebiliyorsanız, benzer şekilde papatyanın kokusunu da zihninizde duyabiliyorsunuz. Washington Üniversitesi'nden psikolog Michael Posner ve nörolog Marcus Raichle, dışarıdan bir uyarı gelmediği halde görüntü veya bir başka algının nasıl oluştuğu konusunda şu yorumu yapmaktadırlar: Gözlerinizi açın, bir manzara hiç çaba göstermeden sizin görüntünüzü doldurmaktadır; gözlerinizi kapatın ve o manzarayı düşünün. Bu şekilde o manzaranın bir görüntüsünü çağırabilirsiniz, kesinlikle sizin gözlerinizle gördüğünüz manzara kadar canlı, kesintisiz ya da eksiksiz değildir. Fakat hala manzaranın temel özelliklerine sahip olan niteliktedir. Her iki durumda da manzaranın bir görüntüsü zihinde oluşmaktadır. Gerçek görsel deneyimlerle oluşan görüntü, hayal edilen bir görüntüden ayırt edilebilmesi bakımından "algı" olarak adlandırılmaktadır. Algı retinaya çarpan ve daha sonra beyinde işlemden geçirilecek olan sinyalleri gönderen ışığın ürünü olarak oluşmaktadır.Fakat bu sinyalleri göndermek için hiçbir ışık retinaya çarpmadığında bir görüntüyü nasıl oluşturabilmekteyiz?’ Görüldüğü gibi bir görüntünün zihnimizde oluşması için, dışarıda bir kaynak olmasına ihtiyaç yoktur.” (Age, s. 39-40.)
    Yazarın son cümlesi, kendilerinden alıntı yaptığı psikolog ile nöroloğu hiç anlamadığını ortaya koymaktadır. “Görüntünün zihnimizde oluşması için, dışarıda bir kaynak olmasına ihtiyaç yoktur” şeklindeki bir iddia kesin olarak yanlıştır. Kaynağı olmayan bir görüntü zihnimizde oluşamaz. Evet, kaynağı mevcut bir görüntüyü zihnimizde yeniden canlandırmak istediğimizde söz konusu kaynağın o anda yanımızda hazır olması gerekmez, ama o kaynağı daha önce en az bir defa görmüş olmamız gerekir. Kokular için de durum böyledir, daha önce karşılaştığımız bir kokuyu zihnimizde yeniden duymamız mümkün olabilir, ama hiç karşılaşmadığımız bir kokuyu zihnimizde üretemeyiz. Rüyalarımız için de durum aynıdır. Mesela âmâlar rüyalarında da göremezler, sonradan kör olanlar görebilir ama doğuştan kör olanların böyle bir şansı yoktur. Öte yandan, gerçekte var olmayan şeyleri (mesela tabiatta mevcut olmayan bir canavar imgesi) zihnimizde canlandırabildiğimiz söylenerek de bu görüşe karşı çıkılamaz. Çünkü, aslı bulunmadığı halde zihnimizde canlandırdığımızı düşündüğümüz her şey, sadece terkibi itibariyle bir “asıl”dan mahrumdur. Parçaları ve özellikleri itibariyle değil. Mesela, böyle bir nesneyi, ancak, daha önce gördüğümüz renklere bağlı olarak zihnimizde canlandırabiliriz. Bir başka deyişle, kafamızda, tabiatta karşılaşmadığımız bir rengi canlandırabilmemiz imkânsızdır. Zihnimizde canlandırdığımız yeni bir nesneyi parçaları itibarıyla düşündüğümüzde de, o parçaların hepsinin daha önceden gördüğümüz şeyler olduğu ortaya çıkar. Burada yeni olan şey sadece terkiptir, parçaları bir araya getiriş biçimimizdir.





    Berkeley: Fikri mahkum eden ‘fikir’ adamı



    Başa dönersek, “Üstelik bu kitap, bir madde olarak sizin beyninizin dışında var mıdır, bunu da bilemezsiniz” diyen Harun Yahya, sofistlerden Gorgias’ın “Mevcut olsaydı bile bilemezdik” görüşünü savunmuş olmaktadır. Farklılık şurada ki, Gorgias “Hiçbir şey mevcut değildir” diyerek, Allahü Teâlâ’nın varlığını da reddetmektedir. Harun Yahya ise, Allahü Teâlâ’nın varlığına inanmakta, ama maddenin beynimizin dışında var olup olmadığını bilemeyeceğimizi öne sürmektedir. Ayrıca şunu da söylemektedir: “Sonuç olarak şu bir gerçektir ki, her insan hayatı boyunca gördüğü herşeyi beyninde görür ve hiçbir zaman gördüklerinin asıllarına ulaşamaz. Gördükleri, dışarıda var olduğunu varsaydığı görüntülerin beyninde oluşan birer kopyasıdır. Bu kopyanın aslına uygun olup olmadığı, dahası bir aslının var olup olmadığı ise bizim bilgimizin dışındadır.”(Age, s. 24.)
    Ancak, Harun Yahya’nın savunduğu bu mantık çerçevesinde, mesela Kur’an’ın da beynimizin dışında var olup olmadığından emin olamayız. Dışımızdaki tüm diğer varlıklar için de durum aynıdır. Bu yaklaşımı bir kere benimsediğimizde, peygamberlerin ve mesajlarının beynimizin dışında gerçekten var olup olmadığını da bilemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekir. Buna karşı Harun Yahya, “Allahü Teâlâ’nın bu görüntüleri beynimizde böyle yaratmış olması yeterlidir” diyebilir, ama bunu dediği anda, kendisinin de benimsediği sofistlere özgü mantık çerçevesinde bilinmesinin mümkün olmadığını ileri sürdüğü bir düşünceye dayanmış olur. Eğer sofistlerin mantığını bu noktada terk edebiliyorsa, buna bağlı olarak her noktada terk etmesi gerekir, ama yazar bunun farkında değil gibi görünmektedir. Kaldı ki, algılayan insan olarak tek tek her birimizin varlığını kabul ettiğimizde, kendi dışımızda, en azından hisseden özneler olarak varlıklar bulunduğunu onaylamış oluruz.
    Ancak Harun Yahya, çelişkili bir şekilde, “Sonuç olarak, biz gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz herşeyi beynimizin içinde yaşarız. Bu teknik bir gerçektir ve bilimsel deliller neticesinde itiraza veya tartışmaya açık bir konu değildir” (Age, s. 15) diyebilmektedir. Oysa, bir kitabın bile beynimizin dışında gerçekten var olup olmadığını bilemememiz, beynimizdeki “kopyaların aslının” bulunup bulunmadığından emin olamamamız durumunda, “bilimsel deliller”den söz etmek de anlamsız olur. Çünkü artık hiçbir delilin geçerliliği olamaz. Delil düşüncesi, öncelikle, beynimizdeki görüntülerle dış dünya arasında bir uyum bulunduğu ön kabulüne dayanır. Bu uyumun bilinemeyeceğini söylediğiniz anda, hiçbir bilimsel delil ve teknik gerçeğin varlığı söz konusu olamaz. Çünkü, yukarıda da değindiğimiz gibi, modern bilimin dayandığı gözlem ve deneyi inkâr etmiş olursunuz. Şayet “teknik gerçek ve bilimsel deliller”den söz ediyorsak, o zaman, beynimizin dışında bir gerçekliğin bulunduğunu, gözlem ve deney yoluyla bunu öğrendiğimizi kabul ediyoruz demektir. Ayrıca, “… beynimizin içinde yaşarız” dediğimiz anda, bir gerçeklik olarak beynin varlığını da kabul etmiş oluruz. Bu takdirde, daha önce de vurgulandığı gibi, maddî evrenin tamamını gerçeklik olarak kabul etmek gerekir. Harun Yahya, “Bizim dünya hakkında algıladığımız tüm hisler, görüntüler, tadlar ve kokular, aslında aynı malzemeden, yani elektrik sinyallerinden meydana gelmektedirler” (Age, s. 20) derken de, en azından elektrik sinyallerinin varlığını kabul etmektedir. Yazar, “Gerçekte, beynimizin dışında, bizim tanıdığımız anlamda ışık da yoktur. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız ışık, yine beynimizde oluşur. Dış dünyada, yani beynimizin dışında ışık olarak tanımladığımız şey, elektromanyetik dalgalar ve fotonlardır (fotonlar tanecik şeklindeki enerjidir)” (Age, s. 27) derken de, “dış dünya”nın varlığını ve bilinebileceğini onaylamaktadır. Elektromanyetik dalgalar ve fotonların varlığı, algılarımızdan hareketle varılmış ‘bilimsel’ sonuçlardır.
    Harun Yahya, çelişkili biçimde sözlerini şöyle sürdürüyor: “Ünlü filozof George Berkeley ise, algılarımızın sadece zihnimizde yer aldığını ve dış dünyada var olduklarını kabul ettiğimizde yanıldığımızı çok açık olarak ifade etmektedir: ‘Kendilerini gördüğümüz ve dokunduğumuz için ve bize algılarımızı verdikleri için nesnelerin varlığına inanırız. Oysa algılarımız sadece zihnimizde var olan fikirlerdir. Şu halde algılar aracılığıyla ulaştığımız nesneler fikirlerden başka bir şey değildirler ve bu fikirler, zihnimizden başka yerde bulunmazlar zorunlu olarak. Bütün bunlar madem ki sadece zihinde var olan şeylerdir, öyleyse evreni ve şeyleri zihnin dışında varlıklar olarak hayal ettiğimizde, yanılmaların içine düşmüş oluyoruz demektir.’ ” (Age, s. 50.)
    Gerçekte bu ifadeler agnostisizmden daha inkârcı bir çizgiyi yansıtmaktadır. Böylece Berkeley, bizzat “fikr”in kendisini yanılgı olarak ilan ediyor; bu, bilinemezcilikten farklı bir şeydir, yanlış bilme iddiasıdır. “Evren zihnimizdeki bir fikirdir, fikir ise sadece zihinde oluşur, o halde zorunlu olarak evren yoktur” demek, “İnsanın fikirlerinde hiçbir doğruluk yoktur, fikirler asılsız şeylerdir” demektir. Düşünürümüz, “Zihnimizdeki evren fikri eksik veya yanlış olabilir” bile demiyor, mesnetsiz bir zorunluluk icat ederek, “Fikir olduğu için zorunlu olarak başka yerde yoktur” görüşünü savunuyor. Sofistler ve agnostikler bile bu kadarını söylememiş, ya “Her fikir doğru kabul edilebilir” demiş ya da “Doğrunun ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz” deyip susmuşlardır. “Her fikir, fikir olduğu için bizatihi yanlıştır” diyen bir “fikir adamı” olma onuru Berkeley’e kalmıştır. Böylece, Berkeley’in felsefesi çerçevesinde âlim ile cahilin, düşünenle düşünmeyenin konumu tersine dönmekte, fikirsiz insanlar daha bilgili sayılır hale gelmektedir, çünkü ne kadar az fikriniz olursa o kadar az yanılgıya kapılıyorsunuzdur. Eğer Berkeley’in de bir akım ya da ekolün kurucusu olduğunu kabul edeceksek, bunun adı “düşüncesizlik” olmalıdır.
    Gerçekte, bu yaklaşım çerçevesinde “fikrin mutlaka yanlış olması gerektiği düşüncesi” de Berkeley’in zihinde oluşmuş bir fikirdir, o halde, kendi yaklaşımı çerçevesinde, zorunlu olarak, bu fikrin asılsız ve yanlış olduğunu, vakıaya mutabık olmadığını kabul etmek gerekir. Üstelik, evren fikri, fikre yol açan bir ‘algı’ya dayanırken, bu “fikirlerin yanlışlığı fikri”, algıların desteğinden de yoksundur. Berkeley’in görüşlerini “kesin gerçeklermiş” gibi aktaran Harun Yahya, “… bu kitap, bir madde olarak sizin beyninizin dışında var mıdır, bunu da bilemezsiniz” derken, onunki kadar aşırı bir iddiayı savunuyor olmasa da, gelip sofistlerden Gorgias’ın ‘bilinemezci’ çizgisinde durmaktadır.
    Bu yaklaşım çerçevesinde bütün insanlar bilgi (daha doğrusu bilgisizlik) bakımından eşit hale gelmektedir. Ya Berkeley’in dediği gibi, “tabiatı gereği sadece zihinde var olduğu, zorunlu olarak dışarıda bulunamayacağı için” yanlış fikirlere sahip kişilerdir ya da ellerinde gördükleri kitabın bile beyinlerinin dışında var olup olmadığını bilemeyen cahillerdir. Bu durumda insanları âlim ve cahil diye ayırmak da anlamını yitirmektedir. Hatta âlim (bilen insan) olduklarını düşünenler daha cahildirler, çünkü bilmiyor olduklarını da bilmemektedirler. Bu yaklaşım çerçevesinde, “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) ayeti hâşâ boşa söylenmiş hale gelmektedir.





    “Düşünüyorum, o halde varım”



    Descartes, bu noktada Berkeley’in tam karşısında yer alır. Şunları yazmıştır:
    “… duyularımız bizi bazen aldattığına göre, onların bize hayal ettirdikleri şekilde var olan hiçbir şeyin bulunmadığını farz etmek istedim…. Nihayet, uyanıkken zihnimizde bulunan fikirlerin, aynen ve hiçbiri gerçek olmaksızın, uyurken de aklımıza gelebileceğini göz önüne alarak, o ana kadar zihnimize girmiş olan bütün şeylerin, düşlerime giren hayallerden daha gerçek olmadığını farzetmeye karar verdim. Fakat, hemen bunun ardından, her şeyin yanlış olduğunu bu şekilde düşünmek istediğim sırada, bunu düşünen benim zorunlu olarak bulunan bir şey olmam gerektiğini fark ettim. Ve şu: ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ hakikatinin şüphecilerin en acayip varsayımlarının bile sarsmaya gücü yetmeyecek derecede sağlam ve güvenilir olduğunu görerek, bu hakikati aradığım felsefenin ilk ilkesi olarak kabul etmeye tereddütsüz karar verdim.
    “Sonra, ne olduğumu dikkatle inceledim, ve hiçbir bedenim olmadığını, içinde bulunduğum ne bir dünya ne de bir yer olmadığını farzedebildiğim halde, bu yüzden kendimin var olmadığımı farzedemediğimi; tersine, sırf başka şeylerin doğruluğundan şüphe etmeyi düşünmemden, kendimin var olduğum sonucunun pek açık ve pek kesin bir şekilde çıktığını; oysa, düşünmekten kesilseydim, hayal ettiğim bütün şeyler doğru olsalar bile, var olduğuma inanmak için elimde hiçbir neden kalmayacağını görerek anladım ki: ben, bütün özü (mahiyeti) ve doğası düşünmek olan ve var olmak için hiçbir yer’e ihtiyacı bulunmayan ve maddi hiçbir şeye bağlı olmayan bir cevherim. Öyle ki, bu ben, yani kendisiyle ne isem o olduğum ruh, bedenden tamamıyla farklıdır, hatta bilinmesi onu bilmekten daha kolaydır, ve beden var olmadığı halde bile, ne ise o olmaktan geri kalmaz….
    “Bundan sonra, şüphe etmem, yani varlığımın mükemmel olması üzerinde düşünerek, –çünkü, bilmenin şüphe etmekten daha büyük bir mükemmellik olduğunu açıkça görüyordum,– olduğumdan daha mükemmel olan bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi araştırmaya karar verdim; ve bunu gerçekten daha mükemmel bir varlıktan (nature) öğrenmiş olmam gerektiğini apaçık anladım. Kendi dışımdaki başka birçok şeyler, örneğin gök, yer, ışık, sıcaklık gibi daha binlerce şey hakkındaki düşüncelerime gelince, bunların nereden geldiğini bilmekte o kadar zorluk çekmiyordum; çünkü, onlarda kendilerini benden üstün kılacak hiçbir şey görmediğimden, hakiki oldukları takdirde, bu düşüncelerin oldukça mükemmel olan kendi varlığımdan (nature) geldiklerine inanabilirdim; hakiki olmadıkları takdirde ise, onları yokluktan edindiğime, yani bir eksikliğim bulunması dolayısıyla bende bulunduklarına inanabilirdim. Ama bu, kendi varlığımdan daha mükemmel bir varlık fikri için aynı olamazdı: çünkü, onu yokluktan edinmek açıkça imkansız bir şeydi; sonra da, en mükemmelin daha az mükemmelden çıkmasında, ona bağlı olmasında, hiçten bir şeyin meydana gelmesinden daha az aykırılık bulunmadığına göre, onu kendimden edinemezdim. Böylece, olduğumdan daha mükemmel bir varlık (nature) hatta herhangi bir şekilde bende bir fikri bulunan bütün mükemmelliklere sahip olan bir varlık (nature) tarafından, yani tek kelimeyle söylersem, Tanrı tarafından bu fikrin bana verilmiş olması ihtimali kalıyordu geriye….” (Descartes, Metot Üzerine Konuşma, çev. K. Sahir Sel, 2. b., İstanbul: Sosyal Yay., 1994, s. 32-35.)
    Fikirlerin fikir oluşları itibariyle yanlış kabul edilmesi gerektiğini savunan Berkeley’in aksine, Descartes’a göre, Tanrı var ya da mevcut olduğu için, açık ve seçik fikirlerimizin gerçek ve doğru olması zorunludur. Çünkü, hakikat ya da mükemmelliğin yokluktan geldiğini düşünmek ne kadar abesse, mükemmel olan, aldatmak gibi eksikliklerden münezzeh olan Tanrı’nın bizim için yanlış algılar yarattığını, bizi yanılttığını düşünmek de o kadar abestir:
    “Nihayet, ileri sürdüğüm kanıtlara rağmen Tanrı’nın ve kendi ruhlarının varlığına yeterince kani olmayan kimseler hâlâ bulunuyorsa, onların şunu bilmelerini isterim ki, daha emin olduklarını sandıkları bütün şeylerin, örneğin, bir bedenlerinin, yıldızların, yeryüzünün ve benzeri şeylerin varlığı, belki Tanrı’nın ve ruhun varlığından daha az kesindir: çünkü, bu şeylerin varlığı hakkında moral bakımdan emin olunsa da –çünkü garabete düşmeden bunların varlığından şüphe edemeyiz– metafizik bir kesinlik söz konusu olduğu zaman, uyurken de –gerçekte hiç de öyle olmadığı halde– başka bir bedenimiz olduğunu, başka yıldızlar, başka bir yeryüzü gördüğümüzü hayal edebildiğimiz göz önüne alınırsa, bu şeylerden emin olmamak için bunun yeter bir neden olduğunu mantıksızlığa düşmeden inkar edemeyiz. Çünkü, uyurken zihnimize gelen ve uyanıkken gelenlerden daha az canlı, daha az açık olmayan düşüncelerin ötekilerden daha yanlış olduğunu nereden biliyoruz? Ve en iyi zihinler bile, istedikleri kadar incelesinler, daha önce Tanrı’nın varlığını farz ve kabul etmedikçe, sanırım bu şüpheyi gidermeye yetecek hiçbir kanıt ileri süremezler. Çünkü, ilkin, az önce kabul ettiğim kural, yani pek açık ve pek seçik olarak kavradığımız bütün şeylerin doğru olduğu kuralı, ancak Tanrı var ya da mevcut olduğu, mükemmel bir varlık olduğu ve bizde var olan her şey ondan geldiği için doğrudur. Buradan da, gerçek şeyler olan ve açık, seçik oldukları ölçüde bize Tanrı’dan gelen fikirlerimizin ya da kavramlarımızın doğru olmamalarına imkan olmadığı sonucu çıkar. Böylece, eğer içinde yanlışlık taşıyan fikir ya da kavramlarımız varsa, bunlar ancak bulanık ve karanlık bir şeyler içeren fikirlerimiz ya da kavramlarımızdır; çünkü yokluktan pay almaktadırlar, yani bizde böyle bulanık olarak bulunmaları tam mükemmel (tout parfaits) olmadığımızdandır. Böylece, yanlış ya da eksikliğin Tanrı’dan gelmesinde, hakikat ya da mükemmelliğin yokluktan gelmesine oranla daha az aykırılık bulunmadığı apaçıktır.” (Age, s. 37-38.)
    Benzer düşünceleri merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır, Fatiha Sûresi’ni tefsir ederken dile getirir ve Bakara Sûresi’ni tefsir ederken de şu cümlelerle konuyu özetler: “… biz âlem hakkında ne biliyorsak hepsi, hissettiklerimizden, hayalimizden, zihnimizdeki şekillerden ve ruhî izlenimlerimizden ibarettir. Bunları hakikat tasavvur etmemiz ve izafi olarak hak diyebilmemiz, zatında mükemmel ve tek olan Hak kavramının ezelî ve ebedî gerçekleşmesini tasdik sayesinde mümkün olabilir.” (Hak Dini Kur’an Dili, C. 1, sad. İsmail Karaçam ve diğerleri, İstanbul: Azim Dağıtım, t.y., s. 475.)
    İmam Gazâlî de, bir süre sofistlere özgü düşüncelerin daha doğrusu vesveselerin etkisinde kaldığını fakat bundan kurtulduğunu anlatır: “… İçim diyordu ki mahsûsata [duyulara, algılara] güven, nereden gelir?... Nihayet akıl hâkimi ortaya çıktı ve … [duyulardaki yanılmalarla bazen] İdrakin ortaya çıkmayışı, onun [dışımızdaki varlığın] olmayışını göstermez iddiasında bulundu. Bu cevap karşısında nefis, … şüphelerini rüya ile kuvvetlendirip, ‘Görmüyor musun? Uykuda birçok şeylerin varlığına inanıyor, birçok haller tahayyül ediyor, onların sebat ve istikrarı olduğuna kanaat getiriyorsun. Şu halde, bunlar hakkında şüpheye düşmüyorsun. Sonra uyanınca düşünüp hayal ettiğin ve inandığın şeylerin hiçbirinin aslı astarı olmadığını anlıyorsun. O halde uyanık iken his veya akılla inandığın bütün şeylerin gerçek olduğuna nasıl emin olursun?... sana öyle bir hal gelebilir ki bu halin senin uyanıklık haline nisbeti, uyanıklık halinin uyku haline nisbeti gibidir. Ve senin uyanıklık halin, ona nisbetle uykudur…. Bu vesveseler içime doğunca, bende yer etti. Bunlardan kurtulmak için bir çare bulmağa teşebbüs ettim, fakat kolay olmadı. Çünkü bunun giderilmesi ancak delille olurdu. Bir delil ikamesi de ancak bedihî bilgilerden olabilirdi. Bu husus kabul edilmedikçe, delil göstermek de mümkün değildi. Bu hal böylece iki aya yakın içimi kemirdi. Ben durum itibarıyla safsata [sofistler] mezhebine girmiş oluyor ve fakat kimseye söylemiyordum. Nihayet Allah Teâlâ bu hastalığıma şifa verdi, sıhhat ve itidale avdet ettim. Aklî zaruretler emniyet ve yakîn üzere makbul ve güvenilir bir halde geri döndü…. Bu hadiseleri anlatmaktan maksat, araştırmada aranılması icap etmeyen şeylere varıncaya kadar giden ciddiyetin lüzumsuzluğunu göstermektir. Çünkü bedîhiyatı [doğruluğu kendiliğinden belli bilgileri, ispat gerektirmeyen, aksiyom kabilinden hakikatleri] araştırmak icap etmez. Bunlar hazır haldedirler.” (el-Munkızu min ed-Dalâl, çev. Ahmet Subhi Furat, İstanbul: Derya Dağıtım, s. 41-43.)

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. 8.Sözü Mütalaa Edelim..
    By tazarru in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 21
    Son Mesaj: 31.12.09, 01:06
  2. Zerre ve Esir
    By kazakx in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.09.09, 13:42
  3. Ramazan Risalesi'ni Mütalaa Edelim
    By Abdulbaki in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 30
    Son Mesaj: 18.09.08, 01:17
  4. RNK'da En Çok Sevdiğiniz Bölümleri Mütalaa Edelim
    By NURUN ALA NUR in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 5
    Son Mesaj: 31.01.08, 15:14
  5. Esir Maddesi
    By nurlu dağ in forum Bediüzzaman ve Risale-i Nur Çalışmaları
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 20.12.06, 19:17

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Var
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0