ademyakup Nickli Üyeden Alıntı
İkinci vecih ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, eneye mânâ-i ismiyle bakmış. Yani, "Kendi kendine delâlet eder" der; mânâsı kendindedir, kendi hesâbına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telâkkî eder. Yani, "Zâtında bizzat bir vücudu vardır" der; bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakiki mâliktir zum eder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neşet eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hâkezâ, çok esâsât-ı fâsideye mesleklerini binâ etmişler. O esâsât ne kadar esassız ve çürük olduğunu sâir risâlelerimde ve bilhassa Sözlerde, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde katî ispat etmişiz. Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sînâ ve Farâbî gibi adamlar, "İnsaniyetin gâyetü'l-gâyâtı, 'teşebbüh-ü bilvâcib'dir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir" deyip, Firavunâne bir hüküm vermişler ve enâniyeti kamçılayıp, şirk derelerinde serbest koşturarak, esbâbperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-ı şirk tâifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esâsında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.