HAŞİR BAHSİ
(SÖZLER, 10. SÖZ)
İHTAR(Hatırlatma, îkaz, uyarma, dikkat çekme): (Şu risalelerde teşbih(Benzetmek,benzetiş) ve temsilleri(Örnekler), hikâyeler Sûretinde yazdığımın sebebi; hem teshil(Kolaylaştırma), hem hakaik-i İslâmiye(İmani hakikatler) ne kadar makul(Akla uygun), mütenasib(Uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan, muvâfık), muhkem(Sağlam), mütesanid(Birbirine dayanıp kuvvet alan) olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat(Maksadı dolaylı yönden anlatmalar) kabilinden yalnız onlara delâlet ederler(Delil olurlar, yol gösterirler). Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.)
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذَلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Allah’ın rahmet eserlerine bak, ölümünden sonra yeri nasıl da diriltiyor! Şüphesiz, ölüleri de böyle diriltecektir. Çünkü o, her şeye kadirdir.”(Rum Suresi:50)
Birader, haşir ve âhireti basit ve avâm(Halk) lisanıyla ve vâzıh(Açık) bir tarzda beyânını ister isen, öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:
Bir zaman iki adam, Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki: Herkes ev, hâne(Mesken, ev), dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahibsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip(Uyup, tâbî olup, bağlanıp) her nevi zulmü, sefaheti(Zevki, eğlence ve yasak şeylere düşkünlüğü) irtikâb ediyor(İşliyor). Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:
"Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır(Devlet hazinesine ait devlet malıdır). Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar. Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar(Bir işte kullanmak için alıkoyuluyorlar, hizmet ettiriliyorlar).
Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizâm(Tertib, düzen, nizam) şediddir(Çok şiddetli, sıkı ve serttir). Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehâlet et(Sığın, aman dile, medet iste)" dedi. Fakat o sersem inad edip dedi:
"Yok, mîrî malı(Devlet hazinesine ait devlet mal) değil, belki vakıf malıdır(Hayır için mülkünü herkesin istifadesine verilen mal), sahibsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men'edecek(Yasaklayacak) hiçbir sebeb görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım" dedi. Hem feylesofane(Filozofça) çok safsatiyatı(Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler) söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara(Karşılıklı konuşma, tartışma) başladı. Evvelâ o sersem dedi:
"Padişah kimdir? Tanımam."
Sonra arkadaşı ona cevaben: "Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahibsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz(Yazıcısız) olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntâzam(Tertib ve düzenli, nizamlı) şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer(Tren) (Seneye işarettir. Evet, bahar, mahzen-i erzak(Erzakların koyulduğu yer) bir vagondur, gaibden gelir) gaibden(Görünmeyen, gizli bir yerden) gelir gibi kıymettar, Mûsanna'(Sanatlı) mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasıl sahibsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler(İlân yazıları) ve Beyânnameler(Bildiriler) ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler(padişah damgaları, padişah imzaları), damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki, bir parça firengî(Avrupa yazıları) okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım."
O sersem döndü dedi:
"Haydi padişah var; fakat benim cüz'î istifadem(Pek az, kısmı tasarrufum) ona ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor."
Arkadaşı ona cevaben dedi:
"Yahu şu görünen memleket bir manevra(Tatbikat, hareket kabiliyeti) meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin(Sultanın görenleri hayrette bırakan sanatlarının) meşheridir(Müzesidir, sergisidir). Hem muvakkat(Geçici; kısa bir zaman, vakitli, fâni) temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek(Değiştirilecek). Bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek." dedi.
Yine o hain sersem, temerrüd(Aşırı inad) edip: "İnanmam. Hiç mümkün müdür ki, bu memleket harab edilsin; başka bir memlekete göç etsin." dedi. Bunun üzerine emin arkadaşı dedi:
"Mâdem bu derece inad ve temerrüd edersin. Gel, hadd ve hesabı olmayan delâil(Deliller) içinde Oniki Sûret(Görünüş, zahir) ile sana göstereceğim ki: Bir mahkeme-i kübrâ(En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme) var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan(Mükafat ve ihsan yurdu) ve bir dâr-ı mücâzat ve zindan(Ceza ve hapis yurdu) var ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harab edilecek.
BİRİNCİ SURET: Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus(Bilhassa, özellikle) böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet(İyi hizmet) eden mutilere(İtaat edenlere) mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı(Cezası) bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ(En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme) vardır.
İKİNCİ SURET: Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zaîften tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor; kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gâyet kıymetdar ve şahane taamlar, kaplar, murassa(Sanatlı) nişanlar, müzeyyen(Süslü) elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak senin gibi sersemlerden başka, herkes vazifesine gâyet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevâziyane(Alçak gönüllülükle) bir havf(Korku) ve heybet altında hizmet eder. Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, nâmusu vardır. Halbuki kerem ise, in'am etmek(Ninet vermek, ihsan etmek) ister. Halbuki, şu memlekette o merhamet, o nâmusa lâyık binden biri yapılmıyor; zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya(En büyük mahkemeye; âhirette kurulacak olan büyük mahkemeye) bırakılıyor.
ÜÇÜNCÜ SURET: Bak, ne kadar âlî(yüksek, yüce) bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem, ne kadar hakiki bir adâlet, bir mîzanla muâmeleler görülüyor. Halbuki, hikmet-i hükümet(Hükûmet kararları ve uygulamalarının gayeleri) ise, saltanatın cenâh-ı himâyesine(Himâye tarafı, koruma kanadına) ilticâ eden(Sığınan) mültecîlerin(İtlice edenlerin) taltifini(İltifatını, gönül almasını) ister; adâlet ise, raiyyetin(İdaresine bağlı olanların) hukukunun muhâfazasını(Korumasını) ister. Tâ hükümetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhâfaza edilsin. Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adâlete lâyık binden biri icrâ edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya(En büyük mahkemeye; âhirette kurulacak olan büyük mahkemeye) bırakılıyor.
DÖRDÜNCÜ SURET: Bak, had ve hesâba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherât, şu sofralarda olan emsâlsiz mat'umât(Yemekler) gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti(Cömertliği), hesapsız dolu hazîneleri vardır. Halbuki, böyle bir sehâvet(Cömertlik) ve tükenmez hazîneler, dâimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyâfet(Ziyafet yurdu) ister. Hem, ister ki, o ziyâfetten telezzüz edenler(Lezzet alanlar) orada devam etsinler; tâ zevâl(Yok olma) ve firâk(Ayrılık) ile elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem(Elemin yok olması), lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet(Lezzen yok olması) dahi elemdir.
Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara kulak ver ki, mu'ciznümâ(Mu`cizeli, mu`cize gösteren) bir padişahın antika san'atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar, kemâlâtını gösteriyorlar, misilsiz cemâl-i mânevîsini beyân ediyorlar, hüsn-ü mahfîsinin(Gizli güzelliğinin, kalbî ve ruhî güzelliğinin) letâifinden bahsediyorlar. Demek, onun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemâl-i mânevîsi(Manevi güzelliği) vardır.
Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici(Beğenici), "mâşallah" deyip müşâhede edicilerin(Görücülerin) başlarında teşhir(Sergilenmek) ister. Mahfî(Gizli), nazîrsiz(Benzersiz) cemâl(Güzellik) ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vecihle(Yönle) görmek -biri muhtelif(Çeşitli farklı) aynalarda bizzat müşâhede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşâhedesi ile müşâhede etmek(Görmek) ister; hem görmek, hem görünmek, hem dâimî müşâhede, hem ebedî işhâd(Delil göstermek, şâhid göstermek, şâhitlik ettirmek) ister. Hem o dâimî cemâl(Daimi güzellik), müştak(Arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli) seyirci ve istihsan edicilerin(Beğenicilerin) devam-ı vücudlarını(Vucutlarının devamını) ister. Çünkü, dâimî bir cemâl, zâil(Geçici) müştâka(Arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli varlığa) râzı olamaz. Zîrâ dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla, muhabbeti adâvete(Düşmanlığa) döner, hayret ve hürmeti tahkire(Hakarete) meyleder. Çünkü, insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhânelerden, herkes çabuk gidip kayboluyor; o kemâl ve o cemâlin bir ışığına, belki zayıf bir gölgesine, bir anda bakıp doymadan gidiyor.
Demek, bir seyrangâh-ı dâimîye(Ebedi olan muhteşem manzaralı yere) gidiliyor.
BEŞİNCİ SURET: Bak, bu işler içinde, görünüyor ki, o misilsiz(Benzersiz) zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü, her musîbetzedenin imdadına koşturuyor, her suâle ve matlûba(Talebe) cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ(Basit) bir hâceti(İhtiyacı), en ednâ bir raiyyetten(Tabi olanından) görse, şefkatle kazâ ediyor(Zamanı gelince gerçekleşyor). Bir çobanın bir koyununun bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel, gidelim. Şu adada büyük bir içtimâ(Toplantı, toplanma) var; bütün memleket eşrâfı(İleri gelenleri) orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem(Cenâb-ı Hakk`ın emrinde çalışan, en makbul ve cömert memuru olan Hz. Muhammed a.s.m.) bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali, "Evet, evet! Biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar(Destekliyorlar).
Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:
"Ey bizi nimetleriyle perverde eden(Terbiye eden, yetiştiren, besleyen) sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını(Kaynaklarını) göster; ve bizi makarr-ı saltanatına(Saltanat merkezine) celb et(Al). Bizi bu çöllerde mahvettirme; bizi huzûruna al, bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl(Yokluk) ve teb'îd(Uzaklaştırma, kovma) ile tâzib etme(Azab etme). Sana müştak(Arzulu ve iştiyaklı) ve müteşekkir(Şükreden, teşekkürlerini bildiren) şu mutî raiyetini(Söz dinleyen tabilerini) başıboş bırakıp idâm etme"
diyor ve pek çok yalvarıyor; sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir merâmını(İsteğini) ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yâver-i ekreminin(Cenâb-ı Hakk`ın emrinde çalışan, en makbul ve cömert memuru olan Hz. Muhammed’in a.s.m.) en güzel bir maksudunu(İstediğini) yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu(İsteği) umumun da maksududur(İsteğidir); hem padişahın marzîsi(Rızasının), hem merhamet ve adâletinin muktezâsıdır(Gereğidir), hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhânelerdeki muvakkat(Geçici) nüzhetgâhlar(Seyir yerleri, gezinti ve eğlence yerleri) kadar ağır gelmez. Mâdem numunelerini göstermek için beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu; elbette, hakiki hazînelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında(Saltanat merkezinde) öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda(İmtihan meydanında) olanlar, başıboş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.
ALTINCI SURET:İşte gel, bak! Bu muhteşem şimendiferler(Trenler), tayyâreler(Uçaklar), teçhizâtlar(Donanımlar), depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır; hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyyet ister. Halbuki, görüyorsun, bütün raiyyet bu misafirhânede toplanmışlar; misafirhâne ise, her gün dolar, boşanır. Hem, bütün raiyyet manevra için bu meydan-ı imtihanda(İmtihan meydanında) bulunuyorlar; meydan ise, her saat tebdil ediliyor(Değişiyor). Hem, bütün raiyyet, padişahın kıymettar ihsanâtının numunelerini ve hârika san'atlarının antikalarını sergilerde temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta(Teşhir yerinde, fuarda, sergide) birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher(Sergi) ise, her dakika tahavvül ediyor(Bir halden diğer bir hale geçiyor, değişiyor, dönüşüyor); giden gelmez, gelen gider.
İşte bu hal, şu vaziyet katî(Kesin) gösteriyor ki, şu misafirhâne ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında dâimî saraylar, müstemir(Devamlı) meskenler, şu numunelerin ve sûretlerin hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazîneler vardır. Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin, istidadına göre, orada bir saadeti var.
YEDİNCİ SURET: Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok görelim. İşte bak, her yerde, her köşede, müteaddit(Birbirine kuvvet veren, omuz omuza veren) fotoğraflar kurulmuş, sûret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit(Birbirine kuvvet veren, omuz omuza veren) kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi(Basit) bir vukuâtı(Hadiseyi) zaptediyorlar(Tutuyorlar, kaydediyorlar). Hâ, şu yüksek dağda padişaha mahsus(Özel, hususi) bir büyük fotoğraf kurulmuş ki, bütün bu yerlerde ne cereyan eder, sûretini alıyorlar. Demek, o zât emretmiş ki, mülkünde cereyan eden(Hareket ve faaliyetler) bütün muâmele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zât-ı muazzam(Büyük zat) bütün hâdisâtı kaydettirir, sûretini alır.
İşte, şu dikkatli hıfz ve muhâfaza(Kayıt ve koruma), elbette bir muhasebe(Hesablaşmak. Hesab görmek) içindir. Şimdi, en âdi raiyyetin en âdi muâmelelerini ihmâl etmeyen bir hâkim-i hafîz (Cenab-ı Hakk`ın, bütün tohum ve çekirdeklerde olduğu gibi, her mahlukun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza etme sıfatı), hiç mümkün müdür ki, raiyyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhâfaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücâzât vermesin. Halbuki, o zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe'n-i merhameti(Cenâb-ı Hakk`ın idâre ve terbiye etmesinin gereği, neticesi) hiç kabul etmeyecek muâmeleler, o büyüklerden sudûr ediyor(). Burada cezaya çarpmıyor.
Demek, bir mahkeme-i kübrâya(En büyük mahkemeye; âhirette kurulacak olan büyük mahkemeye) bırakılıyor.
SEKİZİNCİ SURET: Gel; ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, "Sizleri oradan alıp, makarr-ı saltanatıma(Saltanat merkezine) getireceğim ve mutîleri(Söz dinleyen, itaat edenleri) mes'ud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed(Ebedi, sonsuz) sarayları, zindanları hâvi(İçine alan, kaplayan) diğer bir memleket kuracağım." Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır. Raiyyetine, gayet mühimdir. Vaadinde hulf(Yalan, aykırı; ahdinde, sözünde durmamak) ise, izzet-i iktidarına(İktidarının şeref ve izzetine) gayet zıddır. İşte bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vecihle hulf(Yalan, aykırı; ahdinde, sözünde durmamak) ve hilâfa(Ters, karşı, zıd) mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehâdet eden bir zâtı tekzib ediyorsun(Yalanlıyorsun). Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misâlin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyâsından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem vaad etmiş, yapacaktır. Halbuki, ifâsı(Yerine getirmesi; yapması) ona çok rahat ve bize ve her şeye; ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır.
Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ (Büyük saâdet, ahiret saâdeti, saâdet-i ebediye) vardır.
DOKUZUNCU SURET:Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bâzı rüesâlarına(Reislerine, başkanlarına) ki, her biri bizzat padişahla görüşecek hususi birer telefonu var. Hem, bâzıları onun huzûruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zât, mükâfat ve mücâzât için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzâr etmiş(Hazırlamış). Gayet kavî(Sağlam) vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem, onun izzet ve celâleti hiçbir vecihle hulfü'l-vaade(Ahdinden dönmeye, verdiği sözü yerine getirmemeye) tenezzül edip, tezellülü(İnmeyi, düşmeyi) kabul etmez. Halbuki, o muhbirler hem tevâtür(İçinde yalan ihtimâli bulunmayan ve birbirlerine kuvvet veren haberlerden oluşan büyük bir topluluğa ait haber) derecesinde çok, hem icmâ(Fikir birliği, bir meselede âlimlerin ittifak etmesi) kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bâzı âsârı(Eserleri, izleri, nişanları, belirtileri) görünen saltanat-ı azîmenin medârı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda binâlar muvakkattırlar(Geçicidirler). Sonra dâimî saraylara tebdil edilecek(Değişecek); bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevâlsiz saltanat böyle geçici, devamsız, bîkarar(Kararsız), ehemmiyetsiz, mütegayyir(Değişmiş, başkalaşmış, bozulmuş), bekâsız, nâkıs(Noksan, eksik, tamam olmayan), tekemmülsüz(Olgunlaşmamış) umurlar(işler) üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona lâyık, dâimî, müstekar(Karargâh, durulan yer), zevâlsiz, müstemir(Yerleşmiş, devamlı), mükemmel, muhteşem umurlar(İşler) üzerinde duruyor.
Demek, bir diyâr-ı âher(Diğer memleket; âhiret) var; elbette o makarra(karargâha, kararlı yere, merkeze, pâyitahta) gidilecektir.
ONUNCU SURET: Gel, bugün Nevruz-u Sultanîdir.(Bahar mevsimine işarettir) Bir tebeddülât(Yenilenmeler, değişmeler) olacak, acîb işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var; o binâlar birden harab oldular, başka bir şekil aldı. Bak, bir mu'cize var; o harab olan binâlar birden burada yapıldı. Âdetâ, bu hâlî bir çöl, bir medenî şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. Buna dikkat et ki, o kadar karışık, süratli, kesretli, hakiki perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, her şey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mâhir sihirbazlar dahi bu san'atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mu'cizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasıl bu koca memleket tahrip edilip, başka yere kurulacak?"
İşte görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar(Yer değiştime) gibi, çok inkılâblar(Başka tarza değişmeler, Bir hâlden diğer hâle geçmeler, Başka türlü olmalar, Altüst olmalar), tebdiller(Değişmeler) oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen süratli içtimâlar(toplanmalar), dağılmalar, teşkiller(Meydana getirmeler, ortaya koymalar), tahripler içinde başka bir maksad(Amaç, istenilen bir şey) var. Bir saatlik içtimâ için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksud-u bizzat(Asıl maksatlar, esas kasdedilen) değiller; bir temsildir, bir takliddirler. O zât, mu'cize ile yapıyor. Tâ sûretleri alınıp terkib edilsin(Bir araya getirilerek birleştirsin) ve neticeleri hıfzedilip(Korunup, ezberlenip, saklanıp) yazılsın. Nasıl ki, manevra meydan-ı imtihanının her şeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu. Demek, bir mecmâ-ı ekberde(En büyük toplanma yerinde; âhirette) muâmele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem, bir meşher-i âzamda(Büyük ve geniş fuarda, sergide) dâimî gösterilecek. Demek, şu geçici, kararsız vaziyetler; sabit sûretler, bâkî meyveler veriyorlar.
Demek, bu ihtifâlât (Törenler, merasimler; Cenaze alayları) bir saadet-i uzmâ(Büyük saâdet, ahiret saâdeti, saâdet-i ebediye), bir mahkeme-i kübrâ(En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme), bilmediğimiz ulvî gâyeler içindir.
ON BİRİNCİ SURET: Gel, ey muannid(İnatçı) arkadaş! Bir tayyâreye(Uçağa), ya şarka(Doğuya) veya garba(Batıya), yani mâzi(Geçmiş) ve müstakbele(eleceğe) giden bir şimendifere(Trene) binelim. Şu mu'cizekâr zâtın, sâir(Başka) yerlerde ne çeşit mu'cizeler gösterdiğini görelim. İşte bak, gördüğümüz menzil(Ev, oda, yer, mekân, durak) ve meydan ve meşher(Sergi) gibi acâibler(Şaşırtacak ve hayret verici şeyler), her tarafta bulunuyor; lâkin san'atça, sûretçe(Görünüş olarak) birbirinden ayrıdırlar. Fakat, buna iyi dikkat et ki; o sebatsız(Dayanıksız) menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekâsız meşherlerde ne kadar bâhir(Apaçık, âşikâr) bir hikmetin intizamâtı(İntizamları, tertipleri, düzenleri), ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı(İşaretler, belirtiler), ne mertebe âlî bir adâletin emârâtı(Emareler, işaretler), ne derece vâsî(Geniş, bol) bir merhametin semerâtı(Meyveleri) görünüyor. Basîretsiz olmayan herkes yakînen(Şüphesiz olarak bilme) anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel(Kusursuz, en mükemmel, olgun, tam) bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel(Çok güzel, en yakışıklı, en güzel) bir inâyet ve merhametinden daha eşmel(Daha şâmil, çok şeyleri içine alan, daha çok kaplamış) bir merhamet ve adâletinden daha ecell(Çok güzel. çok büyük. En üstün. Çok celil) bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez. Eğer faraza, tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde dâimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâkî meskenler, mukîm(devamlı duran) ahali, mes'ud raiyyeti bulunmazsa, şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakikatlerine, şu bekâsız memleket mazhar olamadığı mâlûm. Ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa, o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşâhede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı(Emareler), işârâtı(İşaretler) görünen adâleti inkâr etmek lâzım gelir. Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmâne(Maksadlı ve faydalı işler, faaliyetler) ve ef'âl-i kerîmâne(Cömertçe fiiller) ve ihsanât-ı rahîmânenin(Çok merhametli olan Cenab-ı Hakk`ın iyilikleri, bağışları) sahibini-hâşâ, sümme hâşâ!(Aslâ, katiyen, öyle değil, Allah korusun)-sefih(Helâl olmayan zevk ve eğlencelere düşkün, sefâhete düşmüş kimse gibi) bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıdlarına inkılâbıdır. Halbuki, inkılâb-ı hakâik(Hakikatlerin tam zıddına dönmesidir -böyle bir şey mümkün değildir-), bütün ehl-i aklın(Akıl sâhibi kimselerin) ittifakıyla muhâldir(İmkansızdır), mümkün değildir. Yalnız, her şeyin vücudunu inkâr eden Sofestâî(Allah`ı kabul etmemek için kâinatı ve kendi varlığını da inkâr eden. Hakikat namına hiçbir şeyi tanımayan ve daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi düşüncedeki) eblehler(ahmaklar, budalalar, aptallar) hariçtir.
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda, bir mahkeme-i kübrâ, bir ma'dele-i ulyâ(Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer. Huzur-u İlâhiyedeki adâlet), bir mekreme-i uzmâ(Büyük ikrâm, izzet yeri) vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezâhür etsinler(Ortaya çıksınlar).
ON İKİNCİ SURET: Gel, şimdi döneceğiz, şu cemaatlerin reisleriyle ve zâbitleriyle(Subaylarıyla, askeri kumanda eden rütbeli askeriyle) görüşeceğiz ve teçhizâtlarına(Donanımlarına) bakacağız ki; o teçhizât, yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir, yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir, görelim. Herkese ve her teçhizâta bakamayız; fakat, numune için şu zâbitin cüzdan ve defterine bakacağız. Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlûbâtı(İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler, alacaklar, ödünç olarak verilmiş olan şeyler), düstur-u harekâtı(Hareket prensibi, kaidesi) vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. "Şu maaşı hazîne-i hâssadan(Özel hazineden; devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı mâlî bir müesseseden) filân tarihte alacaksın" yazılıdır. Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise; şu muvakkat(Geçici) meydana göre değil, belki padişahın kurbünde(Yakınında) dâimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlûbât(İstenilen) ise, birkaç günlük bu misafirhânede geçinmek için olamaz; belki, uzun ve mesûdâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzeddir(Adaydır), başka âleme çalışır.
Bak şu defterlerde, âletler teçhizâtının sûret-i istimâli ve mesûliyetler vardır. Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âlî, dâimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem defter, o katî cüzdan bütün bütün mânâsız olur. Hem, şu muhterem zâbit ve mükerrem(Hürmet ve tazim olunan, ikrâm olunmuş) kumandan ve muazzez(Çok azîz, muhterem) reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha bîçare(), daha zelîl, daha musîbetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et; hangi şeye dikkat etsen, şehâdet eder ki, bu fânîden sonra bir bâkî var.
Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir, bir tâlimgâhtır(Eğitim yeridir), bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ(En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme) bir saadet-i uzmâ(Büyük saâdet, ahiret saâdeti, saâdet-i ebediye) gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen, bütün zâbitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizâtları, düsturları, belki şu memleketteki bütün intizamâtı, hattâ hükümeti inkâr etmeye mecbur olursun. Ve bütün vâki' olan icraatın vücudunu tekzib etmek lâzım gelir. O vakit, sana insan ve zîşuur(Akıl, şuur sâhibi) denilmez; Sofestâîlerden(Allah`ı kabul etmemek için kâinatı ve kendi varlığını da inkâr eden. Hakikat namına hiçbir şeyi tanımayan ve daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi düşüncedeki) daha akılsız olursun.
Sakın zannetme; tebdil-i memleket delilleri bu On İki Sûrete münhasırdır(Mahsus, sınırlı). Belki, had ve hesâba gelmez emâreler, deliller var ki; şu kararsız, mütegayyir(Değişmiş, başkalaşmış, bozulmuş) memleket, zevâlsiz, müstekar(karargâh) bir memlekete tahvil edilecektir(Değiştirilecektir). Hem, had ve hesâba gelmez işaretler, alâmetler var ki; bu ahali, şu muvakkat(Geçici) misafirhânelerden alınacak, saltanatın makarr-ı dâimîsine(Daimi payitahtına) gönderilecek.
Bâhusus(Bilhassa, özellikle), gel; sana On İki Sûret kuvvetinden daha kuvvetli bir bürhan(Delil) daha göstereceğim.
İşte gel, bak! Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme(Büyük ve kalabalık cemaat) içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem(Cenâb-ı Hakk`ın emrinde çalışan, en makbul ve cömert memuru olan Hz. Muhammed a.s.m.) bir tebligâtta bulunuyor; gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte talik edilmiş ferman-ı âzamı(En büyük fermanı) ahaliye bildiriyor ve diyor ki:
"Hazırlanınız; başka, dâimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına(Saltanat merkezine) gidip, merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız - eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz! Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız" gibi tebligâtta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda(En büyük fermanda) öyle i'câzkâr(Mu`cizeli) bir turra(Mühür, padişah damgası, padişah imzası) var ki, hiçbir vecihle(Yönle, sebeple) kâbil-i taklid(Taklit edilebilen) değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu katî bilir. Ve o parlak yâver-i ekremde(Cenâb-ı Hakk`ın emrinde çalışan, en makbul ve cömert memuru olan Hz. Muhammed’de a.s.m.) öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes o zâtı, padişahın pek doğru tercümân-ı evâmiri(Emirlerinin tercmanı) olduğunu yakînen(Şüphesiz olarak) anlar.
Acaba o yâver-i ekrem o ferman-ı âzamla(En büyük fermanla) beraber bütün kuvvetiyle dâvâ edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket(Memleketin değişmesi) meselesi, hiç kâbil midir ki, îtiraz kabul etsin? Evet, kâbil değil; illâ ki, bütün bu gördüğümüz Herşeyi inkâr edesin.
Şimdi, ey arkadaş! Söz senindir, söyle. Ne diyorsan, de.
"Ben ne diyeceğim? Daha buna karşı birşey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız, derim ki: 'Elhamdülillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim(Belirsiz ve mânâsız korku, belirsiz düşünce) ve hevâ(Gelip geçici istek, heves, nefsin arzusu) tahakkümünden(Baskısından), nefis ve heves esâretinden kurtulup, dâimî hapis ve zindandan halâs oldum(Kurtuldum). Ve inandım ki, bu karmakarışık, kararsız misafirhânelerden başka ve kurb-u şâhânede(Huzura yakınlıkta) bir diyâr-ı saadet(Saadet diyarı) vardır; biz de ona namzediz(Adayız).'"
El Baki Hüvel Baki