+ Konu Cevaplama Paneli
1. Sayfa - Toplam 2 Sayfa var 1 2 SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 10 ve 11

Konu: Haşir Bahsi

  1. #1
    Dost haciahmetaltiner - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Mar 2009
    Mesajlar
    32

    Post Haşir Bahsi

    HAŞİR BAHSİ

    (SÖZLER, 10. SÖZ)

    İHTAR(Hatırlatma, îkaz, uyarma, dikkat çekme): (Şu risalelerde teşbih(Benzetmek,benzetiş) ve temsilleri(Örnekler), hikâyeler Sûretinde yazdığımın sebebi; hem teshil(Kolaylaştırma), hem hakaik-i İslâmiye(İmani hakikatler) ne kadar makul(Akla uygun), mütenasib(Uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan, muvâfık), muhkem(Sağlam), mütesanid(Birbirine dayanıp kuvvet alan) olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat(Maksadı dolaylı yönden anlatmalar) kabilinden yalnız onlara delâlet ederler(Delil olurlar, yol gösterirler). Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.)

    بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

    فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذَلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

    Allah’ın rahmet eserlerine bak, ölümünden sonra yeri nasıl da diriltiyor! Şüphesiz, ölüleri de böyle diriltecektir. Çünkü o, her şeye kadirdir.”(Rum Suresi:50)

    Birader, haşir ve âhireti basit ve avâm(Halk) lisanıyla ve vâzıh(Açık) bir tarzda beyânını ister isen, öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:

    Bir zaman iki adam, Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki: Herkes ev, hâne(Mesken, ev), dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahibsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip(Uyup, tâbî olup, bağlanıp) her nevi zulmü, sefaheti(Zevki, eğlence ve yasak şeylere düşkünlüğü) irtikâb ediyor(İşliyor). Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:

    "Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır(Devlet hazinesine ait devlet malıdır). Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar. Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar(Bir işte kullanmak için alıkoyuluyorlar, hizmet ettiriliyorlar).

    Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizâm(Tertib, düzen, nizam) şediddir(Çok şiddetli, sıkı ve serttir). Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehâlet et(Sığın, aman dile, medet iste)" dedi. Fakat o sersem inad edip dedi:

    "Yok, mîrî malı(Devlet hazinesine ait devlet mal) değil, belki vakıf malıdır(Hayır için mülkünü herkesin istifadesine verilen mal), sahibsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men'edecek(Yasaklayacak) hiçbir sebeb görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım" dedi. Hem feylesofane(Filozofça) çok safsatiyatı(Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler) söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara(Karşılıklı konuşma, tartışma) başladı. Evvelâ o sersem dedi:

    "Padişah kimdir? Tanımam."

    Sonra arkadaşı ona cevaben: "Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahibsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz(Yazıcısız) olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntâzam(Tertib ve düzenli, nizamlı) şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer(Tren) (Seneye işarettir. Evet, bahar, mahzen-i erzak(Erzakların koyulduğu yer) bir vagondur, gaibden gelir) gaibden(Görünmeyen, gizli bir yerden) gelir gibi kıymettar, Mûsanna'(Sanatlı) mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasıl sahibsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler(İlân yazıları) ve Beyânnameler(Bildiriler) ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler(padişah damgaları, padişah imzaları), damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki, bir parça firengî(Avrupa yazıları) okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım."

    O sersem döndü dedi:

    "Haydi padişah var; fakat benim cüz'î istifadem(Pek az, kısmı tasarrufum) ona ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor."

    Arkadaşı ona cevaben dedi:

    "Yahu şu görünen memleket bir manevra(Tatbikat, hareket kabiliyeti) meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin(Sultanın görenleri hayrette bırakan sanatlarının) meşheridir(Müzesidir, sergisidir). Hem muvakkat(Geçici; kısa bir zaman, vakitli, fâni) temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek(Değiştirilecek). Bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek." dedi.

    Yine o hain sersem, temerrüd(Aşırı inad) edip: "İnanmam. Hiç mümkün müdür ki, bu memleket harab edilsin; başka bir memlekete göç etsin." dedi. Bunun üzerine emin arkadaşı dedi:

    "Mâdem bu derece inad ve temerrüd edersin. Gel, hadd ve hesabı olmayan delâil(Deliller) içinde Oniki Sûret(Görünüş, zahir) ile sana göstereceğim ki: Bir mahkeme-i kübrâ(En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme) var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan(Mükafat ve ihsan yurdu) ve bir dâr-ı mücâzat ve zindan(Ceza ve hapis yurdu) var ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harab edilecek.

    BİRİNCİ SURET: Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus(Bilhassa, özellikle) böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet(İyi hizmet) eden mutilere(İtaat edenlere) mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı(Cezası) bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ(En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme) vardır.

    İKİNCİ SURET: Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zaîften tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor; kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gâyet kıymetdar ve şahane taamlar, kaplar, murassa(Sanatlı) nişanlar, müzeyyen(Süslü) elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak senin gibi sersemlerden başka, herkes vazifesine gâyet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevâziyane(Alçak gönüllülükle) bir havf(Korku) ve heybet altında hizmet eder. Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, nâmusu vardır. Halbuki kerem ise, in'am etmek(Ninet vermek, ihsan etmek) ister. Halbuki, şu memlekette o merhamet, o nâmusa lâyık binden biri yapılmıyor; zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar.

    Demek bir mahkeme-i kübrâya(En büyük mahkemeye; âhirette kurulacak olan büyük mahkemeye) bırakılıyor.

    ÜÇÜNCÜ SURET: Bak, ne kadar âlî(yüksek, yüce) bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem, ne kadar hakiki bir adâlet, bir mîzanla muâmeleler görülüyor. Halbuki, hikmet-i hükümet(Hükûmet kararları ve uygulamalarının gayeleri) ise, saltanatın cenâh-ı himâyesine(Himâye tarafı, koruma kanadına) ilticâ eden(Sığınan) mültecîlerin(İtlice edenlerin) taltifini(İltifatını, gönül almasını) ister; adâlet ise, raiyyetin(İdaresine bağlı olanların) hukukunun muhâfazasını(Korumasını) ister. Tâ hükümetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhâfaza edilsin. Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adâlete lâyık binden biri icrâ edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.

    Demek bir mahkeme-i kübrâya(En büyük mahkemeye; âhirette kurulacak olan büyük mahkemeye) bırakılıyor.

    DÖRDÜNCÜ SURET: Bak, had ve hesâba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherât, şu sofralarda olan emsâlsiz mat'umât(Yemekler) gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti(Cömertliği), hesapsız dolu hazîneleri vardır. Halbuki, böyle bir sehâvet(Cömertlik) ve tükenmez hazîneler, dâimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyâfet(Ziyafet yurdu) ister. Hem, ister ki, o ziyâfetten telezzüz edenler(Lezzet alanlar) orada devam etsinler; tâ zevâl(Yok olma) ve firâk(Ayrılık) ile elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem(Elemin yok olması), lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet(Lezzen yok olması) dahi elemdir.

    Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara kulak ver ki, mu'ciznümâ(Mu`cizeli, mu`cize gösteren) bir padişahın antika san'atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar, kemâlâtını gösteriyorlar, misilsiz cemâl-i mânevîsini beyân ediyorlar, hüsn-ü mahfîsinin(Gizli güzelliğinin, kalbî ve ruhî güzelliğinin) letâifinden bahsediyorlar. Demek, onun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemâl-i mânevîsi(Manevi güzelliği) vardır.

    Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici(Beğenici), "mâşallah" deyip müşâhede edicilerin(Görücülerin) başlarında teşhir(Sergilenmek) ister. Mahfî(Gizli), nazîrsiz(Benzersiz) cemâl(Güzellik) ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vecihle(Yönle) görmek -biri muhtelif(Çeşitli farklı) aynalarda bizzat müşâhede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşâhedesi ile müşâhede etmek(Görmek) ister; hem görmek, hem görünmek, hem dâimî müşâhede, hem ebedî işhâd(Delil göstermek, şâhid göstermek, şâhitlik ettirmek) ister. Hem o dâimî cemâl(Daimi güzellik), müştak(Arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli) seyirci ve istihsan edicilerin(Beğenicilerin) devam-ı vücudlarını(Vucutlarının devamını) ister. Çünkü, dâimî bir cemâl, zâil(Geçici) müştâka(Arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli varlığa) râzı olamaz. Zîrâ dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla, muhabbeti adâvete(Düşmanlığa) döner, hayret ve hürmeti tahkire(Hakarete) meyleder. Çünkü, insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhânelerden, herkes çabuk gidip kayboluyor; o kemâl ve o cemâlin bir ışığına, belki zayıf bir gölgesine, bir anda bakıp doymadan gidiyor.

    Demek, bir seyrangâh-ı dâimîye(Ebedi olan muhteşem manzaralı yere) gidiliyor.

    BEŞİNCİ SURET: Bak, bu işler içinde, görünüyor ki, o misilsiz(Benzersiz) zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü, her musîbetzedenin imdadına koşturuyor, her suâle ve matlûba(Talebe) cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ(Basit) bir hâceti(İhtiyacı), en ednâ bir raiyyetten(Tabi olanından) görse, şefkatle kazâ ediyor(Zamanı gelince gerçekleşyor). Bir çobanın bir koyununun bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

    Gel, gidelim. Şu adada büyük bir içtimâ(Toplantı, toplanma) var; bütün memleket eşrâfı(İleri gelenleri) orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem(Cenâb-ı Hakk`ın emrinde çalışan, en makbul ve cömert memuru olan Hz. Muhammed a.s.m.) bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali, "Evet, evet! Biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar(Destekliyorlar).

    Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:

    "Ey bizi nimetleriyle perverde eden(Terbiye eden, yetiştiren, besleyen) sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını(Kaynaklarını) göster; ve bizi makarr-ı saltanatına(Saltanat merkezine) celb et(Al). Bizi bu çöllerde mahvettirme; bizi huzûruna al, bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl(Yokluk) ve teb'îd(Uzaklaştırma, kovma) ile tâzib etme(Azab etme). Sana müştak(Arzulu ve iştiyaklı) ve müteşekkir(Şükreden, teşekkürlerini bildiren) şu mutî raiyetini(Söz dinleyen tabilerini) başıboş bırakıp idâm etme"

    diyor ve pek çok yalvarıyor; sen de işitiyorsun.

    Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir merâmını(İsteğini) ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yâver-i ekreminin(Cenâb-ı Hakk`ın emrinde çalışan, en makbul ve cömert memuru olan Hz. Muhammed’in a.s.m.) en güzel bir maksudunu(İstediğini) yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu(İsteği) umumun da maksududur(İsteğidir); hem padişahın marzîsi(Rızasının), hem merhamet ve adâletinin muktezâsıdır(Gereğidir), hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhânelerdeki muvakkat(Geçici) nüzhetgâhlar(Seyir yerleri, gezinti ve eğlence yerleri) kadar ağır gelmez. Mâdem numunelerini göstermek için beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu; elbette, hakiki hazînelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında(Saltanat merkezinde) öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.

    Demek bu meydan-ı imtihanda(İmtihan meydanında) olanlar, başıboş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.

    ALTINCI SURET:İşte gel, bak! Bu muhteşem şimendiferler(Trenler), tayyâreler(Uçaklar), teçhizâtlar(Donanımlar), depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır; hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyyet ister. Halbuki, görüyorsun, bütün raiyyet bu misafirhânede toplanmışlar; misafirhâne ise, her gün dolar, boşanır. Hem, bütün raiyyet manevra için bu meydan-ı imtihanda(İmtihan meydanında) bulunuyorlar; meydan ise, her saat tebdil ediliyor(Değişiyor). Hem, bütün raiyyet, padişahın kıymettar ihsanâtının numunelerini ve hârika san'atlarının antikalarını sergilerde temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta(Teşhir yerinde, fuarda, sergide) birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher(Sergi) ise, her dakika tahavvül ediyor(Bir halden diğer bir hale geçiyor, değişiyor, dönüşüyor); giden gelmez, gelen gider.

    İşte bu hal, şu vaziyet katî(Kesin) gösteriyor ki, şu misafirhâne ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında dâimî saraylar, müstemir(Devamlı) meskenler, şu numunelerin ve sûretlerin hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazîneler vardır. Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin, istidadına göre, orada bir saadeti var.

    YEDİNCİ SURET: Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok görelim. İşte bak, her yerde, her köşede, müteaddit(Birbirine kuvvet veren, omuz omuza veren) fotoğraflar kurulmuş, sûret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit(Birbirine kuvvet veren, omuz omuza veren) kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi(Basit) bir vukuâtı(Hadiseyi) zaptediyorlar(Tutuyorlar, kaydediyorlar). Hâ, şu yüksek dağda padişaha mahsus(Özel, hususi) bir büyük fotoğraf kurulmuş ki, bütün bu yerlerde ne cereyan eder, sûretini alıyorlar. Demek, o zât emretmiş ki, mülkünde cereyan eden(Hareket ve faaliyetler) bütün muâmele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zât-ı muazzam(Büyük zat) bütün hâdisâtı kaydettirir, sûretini alır.

    İşte, şu dikkatli hıfz ve muhâfaza(Kayıt ve koruma), elbette bir muhasebe(Hesablaşmak. Hesab görmek) içindir. Şimdi, en âdi raiyyetin en âdi muâmelelerini ihmâl etmeyen bir hâkim-i hafîz (Cenab-ı Hakk`ın, bütün tohum ve çekirdeklerde olduğu gibi, her mahlukun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza etme sıfatı), hiç mümkün müdür ki, raiyyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhâfaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücâzât vermesin. Halbuki, o zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe'n-i merhameti(Cenâb-ı Hakk`ın idâre ve terbiye etmesinin gereği, neticesi) hiç kabul etmeyecek muâmeleler, o büyüklerden sudûr ediyor(). Burada cezaya çarpmıyor.

    Demek, bir mahkeme-i kübrâya(En büyük mahkemeye; âhirette kurulacak olan büyük mahkemeye) bırakılıyor.

    SEKİZİNCİ SURET: Gel; ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, "Sizleri oradan alıp, makarr-ı saltanatıma(Saltanat merkezine) getireceğim ve mutîleri(Söz dinleyen, itaat edenleri) mes'ud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed(Ebedi, sonsuz) sarayları, zindanları hâvi(İçine alan, kaplayan) diğer bir memleket kuracağım." Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır. Raiyyetine, gayet mühimdir. Vaadinde hulf(Yalan, aykırı; ahdinde, sözünde durmamak) ise, izzet-i iktidarına(İktidarının şeref ve izzetine) gayet zıddır. İşte bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vecihle hulf(Yalan, aykırı; ahdinde, sözünde durmamak) ve hilâfa(Ters, karşı, zıd) mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehâdet eden bir zâtı tekzib ediyorsun(Yalanlıyorsun). Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misâlin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyâsından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem vaad etmiş, yapacaktır. Halbuki, ifâsı(Yerine getirmesi; yapması) ona çok rahat ve bize ve her şeye; ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır.

    Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ (Büyük saâdet, ahiret saâdeti, saâdet-i ebediye) vardır.

    DOKUZUNCU SURET:Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bâzı rüesâlarına(Reislerine, başkanlarına) ki, her biri bizzat padişahla görüşecek hususi birer telefonu var. Hem, bâzıları onun huzûruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zât, mükâfat ve mücâzât için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzâr etmiş(Hazırlamış). Gayet kavî(Sağlam) vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem, onun izzet ve celâleti hiçbir vecihle hulfü'l-vaade(Ahdinden dönmeye, verdiği sözü yerine getirmemeye) tenezzül edip, tezellülü(İnmeyi, düşmeyi) kabul etmez. Halbuki, o muhbirler hem tevâtür(İçinde yalan ihtimâli bulunmayan ve birbirlerine kuvvet veren haberlerden oluşan büyük bir topluluğa ait haber) derecesinde çok, hem icmâ(Fikir birliği, bir meselede âlimlerin ittifak etmesi) kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bâzı âsârı(Eserleri, izleri, nişanları, belirtileri) görünen saltanat-ı azîmenin medârı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda binâlar muvakkattırlar(Geçicidirler). Sonra dâimî saraylara tebdil edilecek(Değişecek); bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevâlsiz saltanat böyle geçici, devamsız, bîkarar(Kararsız), ehemmiyetsiz, mütegayyir(Değişmiş, başkalaşmış, bozulmuş), bekâsız, nâkıs(Noksan, eksik, tamam olmayan), tekemmülsüz(Olgunlaşmamış) umurlar(işler) üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona lâyık, dâimî, müstekar(Karargâh, durulan yer), zevâlsiz, müstemir(Yerleşmiş, devamlı), mükemmel, muhteşem umurlar(İşler) üzerinde duruyor.

    Demek, bir diyâr-ı âher(Diğer memleket; âhiret) var; elbette o makarra(karargâha, kararlı yere, merkeze, pâyitahta) gidilecektir.

    ONUNCU SURET: Gel, bugün Nevruz-u Sultanîdir.(Bahar mevsimine işarettir) Bir tebeddülât(Yenilenmeler, değişmeler) olacak, acîb işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var; o binâlar birden harab oldular, başka bir şekil aldı. Bak, bir mu'cize var; o harab olan binâlar birden burada yapıldı. Âdetâ, bu hâlî bir çöl, bir medenî şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. Buna dikkat et ki, o kadar karışık, süratli, kesretli, hakiki perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, her şey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mâhir sihirbazlar dahi bu san'atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mu'cizeleri vardır.

    Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasıl bu koca memleket tahrip edilip, başka yere kurulacak?"

    İşte görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar(Yer değiştime) gibi, çok inkılâblar(Başka tarza değişmeler, Bir hâlden diğer hâle geçmeler, Başka türlü olmalar, Altüst olmalar), tebdiller(Değişmeler) oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen süratli içtimâlar(toplanmalar), dağılmalar, teşkiller(Meydana getirmeler, ortaya koymalar), tahripler içinde başka bir maksad(Amaç, istenilen bir şey) var. Bir saatlik içtimâ için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksud-u bizzat(Asıl maksatlar, esas kasdedilen) değiller; bir temsildir, bir takliddirler. O zât, mu'cize ile yapıyor. Tâ sûretleri alınıp terkib edilsin(Bir araya getirilerek birleştirsin) ve neticeleri hıfzedilip(Korunup, ezberlenip, saklanıp) yazılsın. Nasıl ki, manevra meydan-ı imtihanının her şeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu. Demek, bir mecmâ-ı ekberde(En büyük toplanma yerinde; âhirette) muâmele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem, bir meşher-i âzamda(Büyük ve geniş fuarda, sergide) dâimî gösterilecek. Demek, şu geçici, kararsız vaziyetler; sabit sûretler, bâkî meyveler veriyorlar.

    Demek, bu ihtifâlât (Törenler, merasimler; Cenaze alayları) bir saadet-i uzmâ(Büyük saâdet, ahiret saâdeti, saâdet-i ebediye), bir mahkeme-i kübrâ(En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme), bilmediğimiz ulvî gâyeler içindir.

    ON BİRİNCİ SURET: Gel, ey muannid(İnatçı) arkadaş! Bir tayyâreye(Uçağa), ya şarka(Doğuya) veya garba(Batıya), yani mâzi(Geçmiş) ve müstakbele(eleceğe) giden bir şimendifere(Trene) binelim. Şu mu'cizekâr zâtın, sâir(Başka) yerlerde ne çeşit mu'cizeler gösterdiğini görelim. İşte bak, gördüğümüz menzil(Ev, oda, yer, mekân, durak) ve meydan ve meşher(Sergi) gibi acâibler(Şaşırtacak ve hayret verici şeyler), her tarafta bulunuyor; lâkin san'atça, sûretçe(Görünüş olarak) birbirinden ayrıdırlar. Fakat, buna iyi dikkat et ki; o sebatsız(Dayanıksız) menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekâsız meşherlerde ne kadar bâhir(Apaçık, âşikâr) bir hikmetin intizamâtı(İntizamları, tertipleri, düzenleri), ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı(İşaretler, belirtiler), ne mertebe âlî bir adâletin emârâtı(Emareler, işaretler), ne derece vâsî(Geniş, bol) bir merhametin semerâtı(Meyveleri) görünüyor. Basîretsiz olmayan herkes yakînen(Şüphesiz olarak bilme) anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel(Kusursuz, en mükemmel, olgun, tam) bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel(Çok güzel, en yakışıklı, en güzel) bir inâyet ve merhametinden daha eşmel(Daha şâmil, çok şeyleri içine alan, daha çok kaplamış) bir merhamet ve adâletinden daha ecell(Çok güzel. çok büyük. En üstün. Çok celil) bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez. Eğer faraza, tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde dâimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâkî meskenler, mukîm(devamlı duran) ahali, mes'ud raiyyeti bulunmazsa, şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakikatlerine, şu bekâsız memleket mazhar olamadığı mâlûm. Ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa, o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşâhede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı(Emareler), işârâtı(İşaretler) görünen adâleti inkâr etmek lâzım gelir. Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmâne(Maksadlı ve faydalı işler, faaliyetler) ve ef'âl-i kerîmâne(Cömertçe fiiller) ve ihsanât-ı rahîmânenin(Çok merhametli olan Cenab-ı Hakk`ın iyilikleri, bağışları) sahibini-hâşâ, sümme hâşâ!(Aslâ, katiyen, öyle değil, Allah korusun)-sefih(Helâl olmayan zevk ve eğlencelere düşkün, sefâhete düşmüş kimse gibi) bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıdlarına inkılâbıdır. Halbuki, inkılâb-ı hakâik(Hakikatlerin tam zıddına dönmesidir -böyle bir şey mümkün değildir-), bütün ehl-i aklın(Akıl sâhibi kimselerin) ittifakıyla muhâldir(İmkansızdır), mümkün değildir. Yalnız, her şeyin vücudunu inkâr eden Sofestâî(Allah`ı kabul etmemek için kâinatı ve kendi varlığını da inkâr eden. Hakikat namına hiçbir şeyi tanımayan ve daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi düşüncedeki) eblehler(ahmaklar, budalalar, aptallar) hariçtir.

    Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda, bir mahkeme-i kübrâ, bir ma'dele-i ulyâ(Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer. Huzur-u İlâhiyedeki adâlet), bir mekreme-i uzmâ(Büyük ikrâm, izzet yeri) vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezâhür etsinler(Ortaya çıksınlar).

    ON İKİNCİ SURET: Gel, şimdi döneceğiz, şu cemaatlerin reisleriyle ve zâbitleriyle(Subaylarıyla, askeri kumanda eden rütbeli askeriyle) görüşeceğiz ve teçhizâtlarına(Donanımlarına) bakacağız ki; o teçhizât, yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir, yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir, görelim. Herkese ve her teçhizâta bakamayız; fakat, numune için şu zâbitin cüzdan ve defterine bakacağız. Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlûbâtı(İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler, alacaklar, ödünç olarak verilmiş olan şeyler), düstur-u harekâtı(Hareket prensibi, kaidesi) vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. "Şu maaşı hazîne-i hâssadan(Özel hazineden; devlet bütçesinden padişaha maaş sağlayan ve saraya ait gelirlerin toplandığı mâlî bir müesseseden) filân tarihte alacaksın" yazılıdır. Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise; şu muvakkat(Geçici) meydana göre değil, belki padişahın kurbünde(Yakınında) dâimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlûbât(İstenilen) ise, birkaç günlük bu misafirhânede geçinmek için olamaz; belki, uzun ve mesûdâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzeddir(Adaydır), başka âleme çalışır.

    Bak şu defterlerde, âletler teçhizâtının sûret-i istimâli ve mesûliyetler vardır. Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âlî, dâimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem defter, o katî cüzdan bütün bütün mânâsız olur. Hem, şu muhterem zâbit ve mükerrem(Hürmet ve tazim olunan, ikrâm olunmuş) kumandan ve muazzez(Çok azîz, muhterem) reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha bîçare(), daha zelîl, daha musîbetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et; hangi şeye dikkat etsen, şehâdet eder ki, bu fânîden sonra bir bâkî var.

    Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir, bir tâlimgâhtır(Eğitim yeridir), bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ(En büyük mahkeme; âhirette kurulacak olan büyük mahkeme) bir saadet-i uzmâ(Büyük saâdet, ahiret saâdeti, saâdet-i ebediye) gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen, bütün zâbitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizâtları, düsturları, belki şu memleketteki bütün intizamâtı, hattâ hükümeti inkâr etmeye mecbur olursun. Ve bütün vâki' olan icraatın vücudunu tekzib etmek lâzım gelir. O vakit, sana insan ve zîşuur(Akıl, şuur sâhibi) denilmez; Sofestâîlerden(Allah`ı kabul etmemek için kâinatı ve kendi varlığını da inkâr eden. Hakikat namına hiçbir şeyi tanımayan ve daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi düşüncedeki) daha akılsız olursun.

    Sakın zannetme; tebdil-i memleket delilleri bu On İki Sûrete münhasırdır(Mahsus, sınırlı). Belki, had ve hesâba gelmez emâreler, deliller var ki; şu kararsız, mütegayyir(Değişmiş, başkalaşmış, bozulmuş) memleket, zevâlsiz, müstekar(karargâh) bir memlekete tahvil edilecektir(Değiştirilecektir). Hem, had ve hesâba gelmez işaretler, alâmetler var ki; bu ahali, şu muvakkat(Geçici) misafirhânelerden alınacak, saltanatın makarr-ı dâimîsine(Daimi payitahtına) gönderilecek.

    Bâhusus(Bilhassa, özellikle), gel; sana On İki Sûret kuvvetinden daha kuvvetli bir bürhan(Delil) daha göstereceğim.

    İşte gel, bak! Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme(Büyük ve kalabalık cemaat) içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem(Cenâb-ı Hakk`ın emrinde çalışan, en makbul ve cömert memuru olan Hz. Muhammed a.s.m.) bir tebligâtta bulunuyor; gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte talik edilmiş ferman-ı âzamı(En büyük fermanı) ahaliye bildiriyor ve diyor ki:

    "Hazırlanınız; başka, dâimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına(Saltanat merkezine) gidip, merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız - eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz! Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız" gibi tebligâtta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda(En büyük fermanda) öyle i'câzkâr(Mu`cizeli) bir turra(Mühür, padişah damgası, padişah imzası) var ki, hiçbir vecihle(Yönle, sebeple) kâbil-i taklid(Taklit edilebilen) değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu katî bilir. Ve o parlak yâver-i ekremde(Cenâb-ı Hakk`ın emrinde çalışan, en makbul ve cömert memuru olan Hz. Muhammed’de a.s.m.) öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes o zâtı, padişahın pek doğru tercümân-ı evâmiri(Emirlerinin tercmanı) olduğunu yakînen(Şüphesiz olarak) anlar.

    Acaba o yâver-i ekrem o ferman-ı âzamla(En büyük fermanla) beraber bütün kuvvetiyle dâvâ edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket(Memleketin değişmesi) meselesi, hiç kâbil midir ki, îtiraz kabul etsin? Evet, kâbil değil; illâ ki, bütün bu gördüğümüz Herşeyi inkâr edesin.

    Şimdi, ey arkadaş! Söz senindir, söyle. Ne diyorsan, de.

    "Ben ne diyeceğim? Daha buna karşı birşey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız, derim ki: 'Elhamdülillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim(Belirsiz ve mânâsız korku, belirsiz düşünce) ve hevâ(Gelip geçici istek, heves, nefsin arzusu) tahakkümünden(Baskısından), nefis ve heves esâretinden kurtulup, dâimî hapis ve zindandan halâs oldum(Kurtuldum). Ve inandım ki, bu karmakarışık, kararsız misafirhânelerden başka ve kurb-u şâhânede(Huzura yakınlıkta) bir diyâr-ı saadet(Saadet diyarı) vardır; biz de ona namzediz(Adayız).'"

    El Baki Hüvel Baki

    BİR MUMUN ARDINDA BEKLEYEN RÜZGAR, IŞIKSIZ RUHUMU SALLAR DA DURUR...


  2. #2
    Dost haciahmetaltiner - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Mar 2009
    Mesajlar
    32

    Post

    HAŞİR RİSALESİ



    (AÇIKLAMASI)



    Ahiret, sözlükte “sonra olan ve son gün” anlamına gelmektedir. Bu dünyanın sonu ve bu dünyadaki hayattan sonraki hayat için kullanılır. Dini literatürde ahiret, İsrafil’in Allah’ın emriyle kıyametin kopması için Sur’a ilk defa üflenmesinden ikinci defa üflenmesine, daha sonra cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme girmelerine kadar olan zaman veya Sur’a ikinci kez üfürülüşten başlayıp, ebedi olarak devam edecek olan zaman anlamında kullanılmıştır. Ahirete iman, İslam inanç esaslarından biridir. Genellikle Kuran’da Allah’a iman ve ahiret gününe iman birlikte zikredilmiştir. Ahreti inkar eden kafir olur.[1] Ahiret ve ona ait olaylar, duyular ötesi konuları olduğu için, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimler ve akıl yürütmeyle açıklanamaz. Bu konuda bilgi edinilecek kaynak vahiy ve hadis-i şeriflerdir. Üstadımız haşir risalesinde vahiy ve hadis-i şerfleri kullanmanın yanında insanların akıllarını tatmin etmekte ve ahretin varlığını iki kere ikinin dört etmesi kesinliğinde ispat etmektedir. Şimdi üstadımızın “Yüz kere okudum her defasında farklı manalar çıkardım” dediği “haşir risalesi”nin kısa bir özetine bakalım.



    HAŞİR RİSALESİ



    Öldükten sonra dirilip hesap verme hakikati akli izahlarla anlatılarak meselenin anlaşılması kolaylaştırılmıştır. Allahın verdiği nimetleri ve gençliğini boş yere harcayan kimselerin bundan hesaba çekileceği akli temellendirmelerle anlatılmaktadır. İnsanın başıboş olmadığını, bir sahibi olduğunu ve gözle görülen nimetlendirmenin mutlaka hesapla biteceğini anlatılmaktadır. On iki suretle mesele şüpheye yer bırakmayacak şekilde izah edilmiştir.



    Birinci Surette mevcut durum ve konum ilişkisi kuruluyor. Saltanat varsa itaat edenlere mükafat, etmeyene ceza verecektir. Saltanatı kabul ediyorsak bu hakikatı da kabul edeceğiz.



    İkinci Surette bu sultanın kerem ve ikramına şahit olduğumuza vurgu yapılarak cömert ve kerim olan kişi kısa bir süre sonra ikramını kesmez. Ebedi kerem, ebebi ikramı gerektirir. Demek ki ölümle iş bitmiyor. Ahirette devam edecek. Yoksa zevali lezzet elem olur.



    Üçüncü Surette hikmet ve adalet açısından bir temellendirme yapılıyor. Kendisine kulluk yapan ve sığınanın hukukunu muhafaza, isyan edenin haksızlığını önleme adaletin ve hikmetin gereğidir. Bu dünyada hikmete ve adalete bu kadar önem veren Allah’ın haşri getirmemesi düşünülemez.



    Dördüncü Surette şu dünyada kurulmuş sofra ve sergileri izleyen ve istifade edenlerin daimi olması gerekir. O halde daimi sofra ve sergiler ahiretle devam edecektir. Çünkü daimi cemal zail müştaka razı olmaz.



    Beşinci Surette Efendimizle(sav) bizim duygularımız ve isteklerimiz adına temsilcimiz olarak, bizi nimetlendiren Rabbimizinden bu in’amının devamını istiyoruz.



    Altıncı Surette Allah bir fuar bir sergi kurmuş kendini tanıtıyor. Tanıtım işi faniliği kabul etmez. O halde sergiler de temaşacılar da devam etmeli. Bir sanatkar bir eser yapınca onun görülmesini ister. Eğer ahiret olmasaydı eser ve müştak olanlar yok edilmiş olacaktı ki bu akla ve hakikate aykırıdır. Çok mahir bir heykeltıraşın heykeli yapıp sonra onu kırmasına benzer.



    Yedinci Surette kainattaki hıfz ve muhafaza hakikatı anlatılıyor. Seslerin görüntülerin kayda alınıp saklanabilmesi, tohumun toprak altında çürümeden asli hüviyeti ile saklanması, hafızalarda bilgilerin saklanmasına ihtimam gösteren Rabbimizin kainatın özü olarak yarattığı insanın amelini saklamaması mümkün değildir.



    Sekizinci Surette vaad ve kudret bağlantısı kuruluyor. Vaad eden zati kudrete sahip olduğuna göre vaad ettiğini yapacaktır. Bugüne kadar vaat ettiğini yapmıştır. O halde ahireti getirecektir.



    Dokuzuncu Surette peygamberler, kutsal kitaplar, evliyalar, asfiyalar, dini tebliğ eden bu kadar kalabalık şahitçilerin beraberce yalan söylemeleri mümkün değildir. Onlar bu alem değişecek ebedi saraylar yapılacak diyorlarsa olacaktır.



    Onuncu Surette kainatta sürekli bir hareketlilik ve değişim var. Gözünün önünde kıştan sonra baharı getiren tahripten sonra tamiri gösteren Allah’a ahireti getiremez denir mi? Ayrıca değişen şeyler eski hüviyetini koruyorsa demek ki kaydedilerek değişiyordur. Bir zat gelse mercedes arabayı sökse biraz sonra tekrar monte edemez diyebilir miyiz?



    On birinci Surette hikmet, inayet, merhamet ve adalet hakikatı beka olmazsa anlaşılmaz. Denilmektedir.



    On ikinci Surette insanın yapısına bakıldığında ebed için yaratıldığı anlaşılır. 3.lem’a da anlatılır. İnsanın tüm yapısı ebed ister. Bu sebeple fani aşklara ve tutkulara kapılanlar acı çekerler. Çünkü ebed için yaratılan bu yapı fani ile mutmain olamayacağı için acı çekecektir.



    Ayrıca insanda ebedi yaşama duygusu vardır. Filmlere bile ebedi yaşama isteği konu olmuştur. Yüce Rabbimiz eğer ahirette bizi ebedi olarak yaratmasaydı –HAŞA- çok büyük bir zülüm işlemiş olurdu ki böyle bir fiilden Rabbimiz münezzehtir. Yani susuzluğu verip suyu vermemek nasıl bir zulümse; açlığı verip yemekleri vermemek nasıl bir zülümse ebedi yaşam duygusu verip ebedi yaratmamak ta öylece zülüm olur. Yalan söyleme ve vadinden dönme ihtimali olmayan adil-i mutlak olan Rabbimizin böyle bir zülmü işlemesi düşünülemez.



    Çok uzun olduğu için tamamını almadığımız “haşir risalesi”nin devamının kısa bir özetini çıkartacak olursak konumuz daha iyi anlaşılacaktır.



    Mukaddime



    Üstadımız, birinci işarette hikayede anlatılan iki şahıstan, ahireti düşünmeyen kişi ile düşünen kişiden kasdettiğinin felsefeci ve kuran talebesi, nefsi emmare ile kalb, ümmeti islamiye ile milleti küfriye olduğunu söylüyor.



    İkinci işarette ise haşrin geleceğini haber veren Efendimizin ne kadar doğru sözlü ikna edici ve bu vazifeye layık olduğunu ifade ederek, Cemal sahibi Allahın cemal ve kemalini tarif edici bu kadar uygun bir yaverin olması gerektiğini anlatıyor. Kainatın sırlarını anlatan, kulluğu ile insanları temsilen Allah’a yakınlaşan insanları kesrette boğdurmadan vahdette soluk aldıran Efendimizi anlatıyor.



    Üçüncü işarette insanın ömrü kısa olsa bile, ilahi saltanatın dellalı ve ubudiyeti külliyeye mazhariyeti açısından ele alınarak bu dünyanın yıkılıp hesap için tekrar yaratılması ispat ediliyor.



    Dördüncü işarette mesele kainat açısından ele alınarak Allah’ın sanat ve ihtişamla dolu böyle fani ülkesi varsa daha güzel baki bir ülkesi vardır. Denilerek şu soru sorular ikna için soruluyor:



    Allah’ın sanat ve ihtişamla dolu böyle fani ülkesi varsa baki ülkesi olmasın olur mu? Allah dünyayı yaratsın onun gayelerine mazhar ahiret yurdunu yaratmasın mümkün mü?



    Devamında Üstadımız Haşir hakikatına “on iki kapı”dan girilebileceğini ve bu kapıların “on iki hakikat”le açılacağını belirtiyor.



    Birinci Hakikatte Rububiyet ve saltanat hakikatına değiniliyor. Allah kendisini tanıttırmasına mukabil tanıyanları mükâfatlandıracak, tanımayanları cezalandıracaktır. İşler onun elindedir gözlemlediğimiz saltanatından bunu anlıyoruz. Denilmektedir.



    İkinci Hakikatte Kerem ve rahmet hakikatına değiniliyor. Nihayetsiz kerem nihayetsiz ikram ister. Nihayetsiz rahmet, kendine layık ihsan ister. Demek o kereme layık ve o rahmete şayeste(uygun, lâyık) bir dar-ı saadet olacaktır. Çünkü bir daha dönmemek üzere zeval ise şefkati musibete, muhabbeti hırkate(Yanmaya) aklı meşum(Uğursuz) bir alete lezzeti eleme çevirir. O halde aklen ahiret olmalıdır diye hükmediyoruz. Hem insanı ehemmiyetli konumda yaratsın hem başıboş bıraksın mümkün değildir. Denilmektedir.



    Üçüncü Hakikatte Hikmet ve adalet hakikatine değiniyor. Yarattığı bu alemde her şeyde maslahat ve hikmetlere riayet eden küçücük tohumlarda çiçeğin manevini kaderini yazan yaratıcının insanın amellerini yazmaması, varlıkların en küçük arzularını hemen yaratan Rabbimizin insanın beka duasını duymaması mümkün değildir. Denilmektedir.



    Dördüncü Hakikatte Cûd(cömertlik) ve Cemal Hakikatine değiniliyor. Nihayetsiz cömertlik ve güzellik bunların nihayetsiz sergileneceği mahal ister. Orası da ahiret olmalıdır. İzleyen ve lezzet alanların da ebedi seyretmesi gerekir. Bunun için de ebed ve ebedi yurtlar olmalıdır. Denilmektedir.(2. Hakikati tamamlayan bir konudur.)



    Beşinci Hakikatte Nebisinin(sav) kulluğuna karşı şefkat ve dualara icabet hakikatına değiniliyor. Efendimizin varlığı kainatın var olmasının sebebidir.(Bu mesele 11. Sözde anlatılmaktadır) Efendimizin duası da ahiretin varlığına sebeptir. En küçük varlığın duasını kabul eden en nazdar habibinin ısrarla istediği en büyük isteğini karşılıksız bırakır mı? Denilmektedir.



    Altıncı Hakikatte Haşmet ve Sermediyet(Ebediyet) hakikatine değiniliyor. Bu dünyada haşmetli rububiyete şahid olduk. Niçin bu haşmetli rububiyet fena darbesine maruz kalsın ebedi olmasın. Bu dünya sürekli değişiyorsa manevra meydanıdır. Kayıt alınarak tahrib ve sonra yeniden tahrib varsa haşmetin gereği ebedi bir yurt olmalıdır. Gidişata bakarak anlıyoruz ki bu dünya misafirhanedir. Rabbimiz bizi ahirete davet ediyor. Bu dünyanın lezzet alma yeri olmadığını, karar kılınacak yer olmadığını anladık. Misaller gösteriliyor, iştah açılıyor doyma yeri orasıdır. Bütün bu varlıklar da yok olmak için yaratılmamış. Yeniden aynısı çıktığına göre kışta yok olan varlıklar kaydediliyor. Biz de muhafaza olacak yeniden dirileceğiz. Sonra başıboş değiliz. Bizim de yaptıklarımız ileride seyrettirmek üzere kaydediliyor. Denilmektedir.



    Yedinci Hakikatte Hıfz(Muhafaza etmek, saklamak) ve muhafaza hakikatine değiniliyor. Tohumların toprakta çürümeyip saklanması, bilgilerin insan hafızasında, kasetlerde cd’lerde muhafazası hıfz ve muhafaza kanununun etkisini gösteriyor. O halde en ehemmiyetli varlık olan insanın amelleri de saklanmalıdır. Denilmektedir.



    Sekizinci Hakikatte Vaad(Yapılacak iyi işlere mükafat sözü vermek)ve Vaid(Yapılacak kötü işlere ceza tehdidinde bulunmak) hakikatine değiniliyor. Kendisini tanıttırmasına mukabil tanıyanları mükâfatlandıracağını vaad eden, tanımayanı tehdit eden Allah’ın kudreti zati olduğu için vaadini gerçekleştirmeme onun için muhaldir. O halde vaadettiği kıyamet ve haşrin getirilmesi onun için kolaydır. Denilmektedir.



    Dokuzuncu Hakikatte İhya(Hayat vermek, diriltmek) ve imate(Öldürmek, canını almak) hakikatine değiniliyor. Sonbaharda bütün ağaç ve çiçekleri öldürüp aynısını ilkbaharda canlı bir şekilde yarattığını her sene gösteren Allah en büyük varlık kademesindeki insanda bu hakikati niye göstermesin. Denilmektedir.



    Onuncu Hakikatte Hikmet, inayet, rahmet, adalet hakikatine değiniliyor. Nimetini dünyada tattırıp ahirette ebedi olarak istifade ettirmeme rahmetine ve inayetine uygun düşmez. Yarattığı mahlukata taktığı binlerce hikmetin de bu fani dünyaya ait olduğunu düşünürsek abes kaçar. Bütün bunlar mutlak güzelliğine terstir. Gayeler hikmetler sümbüllenmek üzere ahirete bakıyor. Denilmektedir.



    Onbirinci Hakikatte İnsaniyet ve Hakkaniyet hakikatı na değiniliyor. İnsanın mahiyetini mükemmel yaratsın sonra bekaya göndermesin mümkün mü? Beka insanın en mühim duasıdır. Her şeyin hakkını veren Allahın bu hakkı yerine getirmemesi düşünülemez. Dünyada ebed arzusu verip ahrette bunu vermemek zülümdür. Yüce Rabimiz ise bundan münezzehtir. Denilmektedir.



    Onikinci Hakikatte Risalet ve tenzil hakikatinae değiniliyor. Kendini tanıttırmak için peygamberler ve şahitçiler gönderen kitaplar indiren Allah’ın bu şahitleri yalancı çıkarması mümkün değildir. Bu kadar şahidin imza bastığı bir dava haktır. Denilmektedir.



    Hâtime



    “Sizin hepinizi yaratmak veya hepinizi öldürdükten sonra diriltmek bir tek kişiyi diriltmek gibidir.”[2] Ayeti ile Haşri gerçekleştirecek kudretle alakalı şeffafiyet sırrı, (güneşin bir ayineyede binlerce ayinede de aynı yansıması); intizam sırrı,(bir çocuğun parmağıyla oyuncak gemisinin yönünü değiştirdiği gibi gerçek geminin rotasını da dümeni ile değiştirmesinin aynı olduğu); imtisal sırrı,(bir kumandanın bir askeri de binlerce askeri de aynı arş emri ile komuta edebilmesi); muvazene sırrı (terazinin iki kefesinde iki dağ olsa bir ceviz bu muvazeneyi bozar) ile fani dünyada en büyük şeyler en küçük şeylere denk oluyorsa bunları yaratan, kudreti zati olan Allah da niye öyle olmasın. Kudret zati çünkü acz girmiyor ki derecelenme olsun. Yani Rabbimizin bir insanı yaratması veya bir insanı sorgu suale çekmesi bütün insanları yaratmak ve sorguya çekmek gibidir. Küçücük bir çekirdekten kocaman ağacı çıkaran Yüce Rabbimiz, bu geçici dünyaya mukabil ahireti yaratması da onun gibi kolaydır. Sivrisineğin gözünü yaratan güneşi de yaratmıştır.



    Onuncu Sözün mühim bir zeyli ve Lâhikasının birinci parçası Mukaddime



    Birinci Nokta



    Hocaefendi Haşir serisinde bu mukaddimeyi önce anlatıyor. Risalede ise en sonda yer almış. Öldükten sonra dirilip amellerinden hesap vermeye inanmanın sorumluluk bilincinin insanın şahsi hayatına etkisi, özellikle çocukluk dönemine, gençlik dönemine ihtiyarlık ve ölüm öncesi devreye, hastalıklı insan yaşamına, aile hayatına, toplumsal yaşama, devlet hayatına etkisi anlatılıyor.



    İkinci Nokta



    Üstadımız “Münacat Risalesi”nde haşir ve imanla alakalı duanın kısmını aktarmış. Üstad dua ederken bile haşrin delillerini sıralamıştır.(Allah ebeden Üstadımız’dan ve Hocamız’dan razı olsun)




    Zeylin 2. Parçası



    30. Lem’anın 5. Nüktesinin 4. Remzi (Hayat Hakikati)



    Hayat hakikati ile haşri anlatıyor. Kainatta her şey hayatın çevresinde dönüyor. Hayatı yaratan Allah bu hayatı fanilikle yokluğa atmaz. Ebedi devam ettirme malzemeleri onun elinde vardır.



    Zeylin 3. Parçası



    Yasin suresinde “Bütün olay tek bir sayhadan ibarettir.” Nahl suresi 77. Ayette “kıyametin oluş işi ise, başka değil, ancak göz açıp kapama ( yahut daha da kısa ) bir anda olup biter.” Ayetlerinde anlatılan kıyametin bir anda olmasının akla yatmadığı itirazına karşı birinci meselede ruhların cesedlere gelmesine misal olarak istirahat eden ordunun bir boru sesiyle eski intizamlı haline kısa sürede gelmesinin kolaylığı gibi olacağını, İkinci meslede cesedlerin ihyasına misal ise bir düğme veya şaltere basarak aynı anda koca şehire elektirik verip lambalarla aydınlatma örneğinde olduğu gibi kolay olacağını, cesedlerin def’aten inşasına ise, baharda çiçeklerin ve sineklerin aynı anda her yerde dirilmeleri misal verilerek anlatılıyor. Dördüncü meselede koca dünyaya kıyamet nasıl kopacak sorusuna bir kuyruklu yıldız çarpsa bir anda yok olacağımız hatırlatılarak cevap veriliyor.



    Zeylin Dördüncü Parçası



    Çürümüş kemikleri evvelen kim yaratmışsa o diriltecek hakikatinin mantığı anlatılıyor. Hiç yokken var eden Yüce Rabbimiz, çürümüş parçalanmış et ve kemikleri birleştirmesi ona zor gelmez. Başlangıçtaki yaratılışa muktedir olan kudretin baharda kıyamet ve haşrin numunelerini gösterdiği hatırlatılıyor.




    Yaklaşık 90 sahife olan Haşir risalesinin zihnimizde şekillenmesi ve meselenin bir bütün olarak ele alınması için çok kısa bir özetini yaptık. Fakat meselenin tam manasıyla anlaşılması için bir bütün olarak okunması gerekir. Üstadımız “Yüz kere okudum her defasında farklı manalar çıkardım” demiştir. Şimdi de Haşir bahsimize bağlı olarak Tevhid delillerinin her varlıkta olduğununu görelim.



    [1] Nisa suresi 136
    [2] Lokman suresi: 38

    BİR MUMUN ARDINDA BEKLEYEN RÜZGAR, IŞIKSIZ RUHUMU SALLAR DA DURUR...


  3. #3
    Dost haciahmetaltiner - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Mar 2009
    Mesajlar
    32

    Post

    TEVHİD DELİLLERİ HER VARLIKTA VARDIR



    (HAŞİR RİSALESİNİN AÇIKLAMASI 2)



    Hz. Peygamber (SAV) buyurdular ki:



    "Kimin (hayatta söylediği) en son sözü LÂ İLAHE İLLALLAH olursa cennete gider"[1]




    Tevhid; Allah’ın bir olduğuna inanmak, O’na hiçbir şeyi, hiçbir konuda ortak koşmamak, La ilahe illallah[2] sözünü, manasına inanarak söylemek ve yaşamak demektir.




    Allah; yokluğu düşünülemeyen, varlığı başkasının varlığına muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu ve kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı, kainatın ve mahlukatın yegane yaratıcısı ve yöneticisi bulunan ve bütün övgülere layık yüce varlığın adıdır.




    Allah, tüm olumlu ve kemal sıfatları bünyesinde barındıran ve tüm olumsuz ve noksan sıfatlardan münezzeh olan varlıktır. O’nun vahdaniyetini en güzel yine kendinden öğrenmekteyiz. İlk vahyedilen surelerden olan İhlas suresinde:




    De ki: O Allah birdir. Samed’dir. Her şey varlığını ve bekasını O’na borçludur. Her şey O’na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O’dur. Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi olmamıştır.’[3] Buyurulmaktadır.




    Kur’an-ı Kerimin özetini ve tevhidin özünü ortaya koyduğu için bu sureye ‘İhlas’ adı verilmiştir. Bu sure tevhidi emretmekte ve şirkin her çeşidini reddedip yasaklamaktadır.




    Tevhid, İslam dininin temelini oluşturur. Yaratma ve hakim olma noktasında bir olan Allah’a inanmak, tüm insanların ilk ve asıl sorumluluğudur. Fetret döneminde[4] olan kişiler bile kendisini yaratan bir yaratıcıya inanmak ve ona bir şekilde teşekkür etme isteği duymakla mükelleftirler. Çünkü insanoğlunun fıtratına yerleştirilmiş olan inanma duygusu, kainattaki muazzam nizam ve ahenkle birleşince, insanın kalp ve vicdanında bunu yaratan bir yaratıcıya inanma ve ona şükretmek gerekliliğini uyandırır.




    ‘…Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?’[5]



    ‘Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizamı bozulurdu.’[6]




    Gibi ayetler, bir yaratıcıya inanmanın gerekliliğini açık bir şekilde göstermektedir.




    Ehl-i kitap olan Yahudiler ve Hıristiyanlar, kendi din adamlarını yücelterek Allah’a şirk koşmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de onların bu durumu şöyle geçmektedir:




    ‘Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan başka Rab edindiler. Halbuki onlara bir tek ilaha ibadet etmeleri emrolunmuştu. Ondan başka ilah yoktur. O, onların ortak koştuğu şirkten münezzehtir.’[7]




    (Buradaki hahamları ve rahipleri Rab edinme, onlara secde etme manasında değil, din adamlarının haram ve helal kılma yetkisine inanmaları ve onları hatasız kabul etmeleri anlamındadır.)[8]




    İslam dini her türlü şirki reddeder. Bir olan Allah’a inanmaları ve ‘sadece O’na ibadet etmeleri’[9] emredilir. Allah’ın affetmediği tek günah şirktir. Bir çok hadiste de:



    ‘Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ölen kişi Cennet’e, şirk üzere ölen de cehenneme girer.’[10] Buyurulmaktadır. Kutsi[11] hadislerde Efendimiz (SAV) bir şöyle buyurmuşlardır:



    ‘Allah Teala Hazretleri diyor ki: ‘Ey Ademoğlu! Sen bana dua edip, (affımı) ümit ettikçe ben senden her ne sadır olsa, aldırmam, ben seni affederim. Ey Ademoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey ademoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım.’[12]



    ‘Allah Teala hazretleri demiştir ki: ‘Kim bir hayır işlerse ona sevabının on katı verilir veya arttırırım da. Kim bir günah işlerse bunun cezası misli kadardır veya affederim. Kim bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zirâ yaklaşırım. Kim bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana hiçbir şeyi şirk koşmaksızın, arz dolusu hata ile kavuşursa ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.’[13]



    Kur’an-ı Kerim’de: ‘Şirk pek büyük bir zulümdür.’[14] Denilerek şirk yasaklanmıştır.




    Zulüm: adaletsizlik, adaletin sınırını aşmak, başkasının hakkına tecavüz etmek, bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak yani hakkı hak ettiği yere koymamak demektir.



    Zulüm sadece başkasına kötü davranmak değildir. Mesela; bardak, su içmek için, çekiç, çivi çakmak için vardır. Siz bardakla çivi çakmaya kalkarsanız, bardağa da, çiviye de, çekice de zulmetmiş olursunuz.




    Kainatın yaratıcısı olan Yüce Rabbimizin uluhiyetine, isim ve sıfatlarına başka bir varlığı koymak olan şirk en büyük zulümdür. Zira Allah’ın yerine başka bir varlığı (kısmen dahi olsa) koymak O’nun yarattığı bütün varlıklara karşı bir zulüm olur. İşte Allah’ı (haşa) yok sayan veya O’na şirk koşan kişi, bütün kainatı ve varlıkları öldürmüş gibi olur. Böylece ebedi cehennem azabına müstahak olur.




    Allah’ın varlığı o kadar açıktır ki, ‘şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiştir.’[15] Nasıl ki çok yüksek derecede bir ışıkla karşılaşınca göremiyoruz veya kulağımız çok şiddetli sesleri duymuyor. İşte bunun gibi Allah’ın varlığı da o kadar aşikar ve kuvvetlidir ki bizim cüz’i duyularımız O’nu algılayamamaktadır. Algılayamamamız O’nun yok olduğunu göstermez. Allah’ın varlığına, her varlık mevcudiyetiyle delalet eder.




    Ayrıca Peygamberlerin ve kutsal kitapların varlıklarının amacı Tevhid’dir yani Allah'ın varlığını ve birliğini duyurmaktır. Öyleyse peygamberlerin ve kutsal kitapların varlığını kanıtlayan bütün deliller aynı zamanda Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleridir.




    Allah’ın varlığı delil getirmeye gerek olmayacak kadar açık ve aşikar olsa da yine de İslam alimleri, Allah’ın varlığının delillerini incelemişlerdir ve Allah’ın varlığının delillerini dört ana bölüme ayırmışlardır. Bunlar:





    1) Fıtrat Delili: İnsanın fıtraten Allah inancına sahip olması.



    2) Hudus Delili: Alemin ve alemdeki varlıkların sonradan yaratılmış olup bir yaratıcıya ihtiyaç duyması.



    3) İmkan Delili: Mümkin bir varlık olan alemin var olması için bir sebebe ihtiyaç duyması.



    4) Nizam Delili: Tabiatta ve kainattaki büyük ahenk ve şaşmaz düzenin, yaratıcının eseri olması gerekliliğidir.[16]



    Allah’ın varlığının delillerini dört taneyle sınırlandıramayız. Zira yukarıda belirttiğimiz gibi Allah’ın varlığına, her varlık mevcudiyetiyle delalet eder. Hocamız bu delilleri ayrıntılarıyla pırlanta serisinde[17] da izah etmektedir. Biz hocamızın izah ettiği bu tevhid delillerininde kısa bir özetini aşağıda vereceğiz.




    Mesela; yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini becerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya başlıyor. Arı, çok kısa zamanda sanat harikası olan peteği yapabiliyor, örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar.



    Mesela; parmak uçları tek yumurta ikizleri de dahil olmak üzere her insanda farklıdır. Sadece yaşayan insanlar değil tarih boyunca yaşamış insanların hepsinin parmak uçları farklıdır. 19. yy.ın sonlarında keşfedilen bu mesele Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçmektedir:



    ‘İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.’[18]



    Bırakın parmak uçlarını insanın yapı taşı olan ve genetik şifresini taşıyan bir DNA bile Allah’ın varlığının ve birliğinin delili olmaya yeter. Bir DNA, her biri 24 cilt tutan 2500 ansiklopedinin kapsadığı bilgiyi kapsar. Bu kadar muazzam bir sistemin, bir yaratıcı olmadan tesadüfen oluştuğu söylenebilir mi?




    ‘Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahibsiz olamaz. Bir harf katipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hakimsiz olur?’[19]



    Bir kitap yazarsız olamaz. Bu kainat bir kitaptır. Hem öyle büyük bir kitaptır ki her sayfası hatta her satırı ayrı bir kitaptır. Mesela yeryüzü, kainat kitabı içinden bir sayfadır ama ne kadar çok kitapları içinde barındırıyor.



    Mesela insan, yeryüzü sayfasında bir kelimedir ama insanın sadece bir damla göz yaşında tüm dertleri, kederleri, sevinçleri gizlidir. O bir damla göz yaşı, tufanların, amansız fırtınaların, kasırgaların; katreleri, zerreleri, cemreleridir.



    Mesela ağaç kainat kitabı içinde bir kelimedir ama ne kadar sayfası vardır. Bir meyve bir harftir; bir çekirdek, bir noktadır. fakat o noktada koca bir ağacın programı, fihristi vardır.



    İşte böyle muazzam bir kitap ancak ve ancak nihayetsiz bir kudret ve ilme sahip biri tarafından yazılmış olmalıdır ki O da her şeye gücü yeten Yüce Rabbimizdir.



    Hem nasıl ki bir ev ustasız olmaz. Bir resim ressamsız olmaz. Bir elbise terzisiz olmaz.



    Aynen bunun gibi kainattaki dağlar, denizler, gökyüzü, gezegenler, güneş, uzay boşluğu vs yapılar nasıl ustasız olabilir. Hem öyle bir yapı ki her taşında hatta her zerresinde bir sarayı inşa edecek kadar sanat yapılmış. Hem makro alemde (yani uzayın sonsuz derinliklerinde) hem de mikro alemde (yani en küçük yapı taşı olan atomun içinde) öyle büyük bir nizam, kudret ve ahenk var ki bu ancak ve ancak sonsuz bir kudret ve sanat ister.



    İster en büyük alem olan makro aleme isterse en küçük alem olan mikro aleme bakalım hep Rabbimizin varlığının ve vahdaniyetinin delilleri görürüz. Sadece yaşadığımız galaksinin çapı yaklaşık olarak otuz bin ışık yılıdır[20] ve kendi ekseni etrafında iki yüz milyon ışık yılında dönmektedir. Ve uzayda milyonlarca galaksi vardır. Hiçbiri, birbirine değmeden bir yerlere kainat var edildiğinden beri müthiş bir süratle akıp gitmektedir.



    İnsanoğlu bu dünyada içlerindeki en zeki kişileri topladığı halde bir füzeye hakim olamazken, sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok olan ve aklımızın alamayacağı kadar büyük olan kütleleri en küçük bir hata yapmadan gezdirilmesi nasıl tesadüf olabilir.



    Apollo 11’in astronotlarından Edwin Aldrin’in sözleri aynen şöyledir:‘Göklerine, senin yarattıklarına ve yerli yerine koyduğun ay ve yıldızlara bakarken şöyle sesleniyorum: Yüce Rabbim! İnsan nedir ki? Kainatta bir nokta… fakat sen ona ne kadar da önem veriyorsun.’[21]



    Şimdi de mikro aleme bakarsak, milimetrenin milyonda biri olan atom çekirdeğin etrafında saniyede iki bin km. hızla dönen elektronlar sanki güneş sisteminin minicik bir halini andırarak Yüce Yaratıcının varlığını, kudret ve ilmini hatırlatmaktadır.



    Yüce Rabbimizin tevhid delilleri o kadar aşikardır ki O’nun varlığını inkar etmek veya O’na ortak koşmak güneşi inkar etmek kadar akılsızcadır. Nasıl ki güneşin akislerini denizler üzerinde yakamozlarla, cam parçaları üzerinde parıltılarla görmekteyiz. Aynen bunun gibi Yüce Rabbimin bu kainat kitabında bizlere gösterdiği ayineleride[22] O’nun varlığının ve birliğinin en açık delilidir.



    Güneşi inkar eden kişi kainatta güneşten yansıyan bütün akisler ve yansımalar adedince güneşçikleri kabul etmesi gerekmektedir. Aynen bunun gibi Allah’ı inkar eden kişinin de kainattaki bütün nizam, kudret, ahenk ve harikulade hadiseler için bir çok ilahçığı kabul etmesi gerekmektedir. Yoksa ressamlara ilham kaynağı olacak kadar güzel olan kainattaki bu güzellikler nasıl sanatkarsız olur.



    Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tespih etmesin[23] ayeti gereği kainattaki her madde hatta her atom molekülü Allah’ı zikreder ve Allah’ın tevhidine, vahdaniyetine ve ehadiyetine delalet eder.[24]



    Şimdi düşünün hayatlarında hiç doğru söylememiş üç tane yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığını söylese, birlik olduğu için onlara inanırız; peki çeşitli zamanlarda ve ayrı ayrı bölgelerde yaşamış, binlerce Elçi, yüz binlerce ermiş ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana gelmiş bir ittifak ve birlik (yani Allah’ın varlığı ve birliği) yalan sayılabilir mi? Üç yalancıya zararlı çıkacağımız korkusuyla inanıyorsak, asıl ebedi zarar olan ahiret cezasından kurtulmak için, hiç yalan söylememiş kişilere inanmamız lazım ve elzemdir.




    Zaten Yüce Yaratıcıya müştak olan ve sonsuzluk için yaratılmış olan insanoğlunu ancak ve ancak ebedi bir hayat tatmin edebilir. Bu sonsuzluk duygusunu ve ölümden sonra verilecek sonsuz hayatı ancak sonsuzluk sahibi biri verebilir.



    [1] Ebu Dâvud, Cenâiz 20

    [2] La ilahe illallah: Allah’tan başka ilah yoktur. (O’ndan başka ibadet edilecek yoktur; O’nun ortağı ve benzeri yoktur.)

    [3]İhlas suresi: (112)/1–4

    [4] Fetret dönemi: Hiçbir ilahi dinle, kitapla veya peygamberle karşılaşmamış olan kişilerin yaşadığı dönemdir.

    [5]İbrahim suresi: (14)/10

    [6] Enbiya suresi: (21)/22

    [7] Tevbe suresi: (9)/31

    [8] Suat Yıldırım, Kur’an-ı Hakim ve meali, Tevbe suresi (9)/31. ayetin açıklaması.

    [9]İsra suresi: (17)/23

    [10] Müslim, İman, 151; Ahmed b. Hanbel, V/416, 419, 423

    [11] Kutsi Hadis: Kur’an’da olmayan, Peygamberin “Allah(cc) şöyle buyurmaktadır” şeklinde söylediği sözlerdir

    [12] Tirmizi, Da'avat, 106.

    [13] Müslim, Zikr 22

    [14] Lokman suresi: (31)/13

    [15] Ayrıntılı bilgi için bkz: Bediüzzaman Sait Nursi, Şualar, 3.şua, sözler yayın evi İstanbul 2002.

    [16] TDVY İlmihal 1, Ankara, 2002, sh 84

    [17] Asrın getirdiği tereddütler ve hakikat çiçekleri

    [18] Kıyamet suresi: (75)/4

    [19] Bediüzzaman Sait Nursi, Sözler, 10.söz, haşir risalesi, sh 46, Sözler Yayınevi İstanbul 2002,

    [20] Işık yılı; ışık hızının bir yıl boyunca kat ettiği mesafedir. Işık saniyede üç yüz bin km. yol kat etmektedir. Yani ışık bir saniyede dünyamızın etrafını yedi defa dönmektedir.

    [21] Gerçeğe Doğru 1.cilt 2. sayı, Zafer yayınları, İstanbul 2000, sh:13

    [22] Ayine: Farsça ayna demektir. Allah’ın isim ve sıfatlarını aksedip gösterdiği için mevcudata mecazen ayine denilmektedir.

    [23]İsra Suresi: (17)/44

    [24] Yukarıdaki bölüm Haşir risalesinin mukaddime bölümünün kısa bir açıklamasıdır. Bediüzzaman Sait Nursi, Sözler, 10.söz, Mukaddime, sh 56, Sözler Yayınevi, İstanbul 2002,

    BİR MUMUN ARDINDA BEKLEYEN RÜZGAR, IŞIKSIZ RUHUMU SALLAR DA DURUR...


  4. #4
    Dost haciahmetaltiner - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Mar 2009
    Mesajlar
    32

    Standart

    TEVHİD DELİLLERİ

    İRÂDE DELİLİ:

    Bu kısımda Cenâb-ı Hakk'ın tevfik ve inayetine istinad ederek kâinatın var olmasını; bu varlığın Allah'ın varlığına delalet etmesini; kâinatta cereyan eden her hadisenin bir iradeye göre ve muhteşem bir nizamla olmasını, Cenâb-ı Hakk'ın varlığının delilleri olarak açıklanmaktadır.

    Şu içinde yaşadığımız kâinatın var oluşu, varlığını devam ettirme keyfiyeti, bir kısım kanunlara, nizamlara bağlanmıştır. Ciddi bir tefekküre, tahlile tabi tutulduğunda bu kanunların, nizamların kendi dilleriyle "Bizi Allah yarattı" dedikleri işitilecektir.

    Kâinata, irade delili ile bakıp araştırdığımızda, eşyanın körü körüne akan bir sel gibi sürüklenmediğini; her hadisenin bütün yönleriyle hesap edildiğini; her şeyin enine-boyuna ölçülüp-biçildiğini; bütün mahlukatın bir düzen ve nizam altında dünyaya gelip, yine bir düzen ve nizam içinde göçtüğünü görüyoruz. Ve irade delilinin, adeta şöyle haykırdığını işitiyoruz: "Kâinatta tesadüfî, rasgele hiçbir hadise yoktur. Her şeyi, her şeyin dizginini elinde tutan Allah, istediği gibi evirir-çevirir, istediği şekle sokar..."

    HAYAT DELİLİ

    Kur'ân-ı Kerim "Allah ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır" buyuruyor. Hiçbir canlı yok iken O, yok'a varlık rengi verdi. Âlemi, var olan, kendi rengine boyadı, kendine ayine yaptı. Bir anda, bir nefhada varettiği zamanı, mekanı, zerreleri, bütün eşyayı ve terkipleri dilediği anda da yine bir nefhada yok eder, herşeyi baştan sona siler. Murad edip yok'u varettiği gibi var'ı da yok eder. Zerreler âleminden bir şeyler toplar, hamur eder, kıvama getirip bir şekil verir ve seni yaratır. Ahsen-i takvim suretini verir, güzelleştirir, insan eder. Sonra da bir gül gibi soldurur, pörsütür. Kudret eliyle var ettiği seni, yine Kudret eliyle yok eder. Allah, böylece diriden ölüyü, ölüden de diriyi çıkarır.

    Kur'ân yine ferman ediyor: "O Allah, öyle Allah'tır ki, bir tek nefisten sizi yarattı." Her şeyi tek şeyden yarattı. Hayvanların bir atası, nebatatın ise bir ilki olduğu gibi insanların da bir babası var. Allah, sizi, o tek nefisten, Hazret-i Âdem'den yarattı. O'ndan, önce, eşini yarattı, sonra çift çift ve tek tek sizi üretti, çoğalttı. Böylece Kur'ân hilkatın ve hayat vermenin dizgininin Allah'ın elinde olduğunu, insanların babasının Hazret-i Âdem olduğunu ifade ve ilan etti.

    İNÂYET ve HİKMET DELİLİ:

    Kâinattaki bütün eşya görülüp-gözetilmekte ve üzerlerinde hassasiyetle titrenilmektedir. Bütün canlılara, adeta, şefkatli bir anne gibi kol-kanat gerilmektedir. Ayaklar altında gezen, her an çiğnenip, ezilme ihtimali olan en küçük canlıların bile hayatîyetleri titizlikle muhafaza edilmektedir. Keza, en küçükten en büyüğe herşey birbirinin imdadına koşturulmaktadır.

    İnâyet delili cümlesinden olarak, dağlar, taşlar şak şak yarılıp, nebatatın filizlenmesine müsait toprak hâline gelirler. Yeryüzü bütün unsurlarıyla, bitkilerin yeşerip, büyümesi için seferber olur. O sert kayalar, üzerlerine düşen çekirdeğin kök salıp, filiz verebilmesi için paramparça olurlar. Toprak, hava su; mikroorganizmalar, mineraller, elementler; otlar, ağaçlar, çiçekler; ağaçların üzerinde tebessüm eden meyveler; kuşlar, böcekler, balıklar; mikroplar, büyük-küçük bütün hayvanlar hepsi birbirinin imdadına koşar birbirine azık ve gıda olurlar. Neticede hepsi de istifademize sunulur. Mesela, denizlerde gezen bir balık, mikroorganizmalar ve yosunlarla beslenip, mineraller, proteinler ve vitaminlerle dolu bir konserve hâline gelerek imdadımıza koşar, gözümüze fer, pazumuza kuvvet, beynimize kudret verir.

    Bütün bunları gördükten sonra fevkalade hassasiyet, şefkat ve merhametin eseri olan icraatların gelişigüzel olamayacağını anlar, birbirinin imdadına koşan her şeyin "İnâyet eli" ile sevk edildiğini idrak ederiz. Bu delil ile bütün işleri yürüten, idare eden, malum bir maksada doğru iten Allah'ın varlığını ve kâinatı O'nun yarattığını anlarız.

    Mesela, insanın en hassas ve kıymetli cihazı olan beynin ayaklar altında veya karında değil de, omuzlar üzerindeki, fevkalade sağlam bir mahfaza olan kafatası içinde bulunması, tesadüfî değildir. İlmi kıstaslar ile de mükemmel bir hikmet ve faydayı muhtevi olduğunu gördüğümüz bu icraatın arkasında, Allah'ın Hikmet ve İnâyet eli vardır.

    Mesela, anne rahmine düşüşten bebekliğe, bebeklikten gençliğe, gençlik çağlarından, olgunluk ve ihtiyarlık çağlarına kadar; gecede - gündüzde, yazda - kışta, değişen her demde; hastalıkta – yorgunlukta, değişen her hâl ve şartta, gerekli olan gıda ve sair ihtiyaçların yaratılışı... Bunların midenin ve diğer uzuvların yapısına göre hazırlanması; en uygun ve münasib tatlarda, kıvamlarda, ambalajlarda, yer ve zamanlarda ihsan edilmesi, yine Allah'ın "İnâyet eli" ile birlikte işleyen, fevkalade şumullü, ince ve hassas "Hikmet eli"ni de gösteriyor.

    Kısaca temas ettiğimiz İnâyet ve Hikmet delillerini layık-ı vechiyle ele alıp, tahlil etmek istesek ciltlerle kitap yazmamız gerekir. Ama Cenâb-ı Hakk'ın şu Kitab-ı Kebir-i Kâinat'taki asar-ı san'atını tefekkür etsek; göklerde gezen yıldızların içine girip mahiyetlerini araştırsak; denizlerin içine, mağmaların derinliklerine dalsak; akyuvarlara, alyuvarlara binip hücreden hücreye dolaşsak, her yerde: "Allah vardır, birdir! İnâyet ve Hikmet eliyle bütün kâinatı bizler için seferber edip koşturan, besleyip hayatiyetimizi devam ettiren O'dur" dediklerini müşahade edeceğiz.

    ***

    BİR MUMUN ARDINDA BEKLEYEN RÜZGAR, IŞIKSIZ RUHUMU SALLAR DA DURUR...


  5. #5
    Dost dua dilencisi_19 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Mar 2009
    Mesajlar
    5

    Standart

    Allah c.c. Ebeden razı olsun sizlerden elleriniz cennet gülleri dersin inşallah.bir hafta çalışmam lazımdı araştırıyordum çok güzel anlatılmış rahman c.c. Razı olsun kardeşim...

  6. #6
    Garip_Maznun
    Guest Garip_Maznun - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart

    Öldükten sonra dirilmeye inanmak insanoğluna ömrün her devresinde saadet getirmiştir. Zira çocuklar , gençler ihtiyarlar ancak haşire inanmakla mutlu olabildiği gibi sosyal hayatta refaha ulaşmak haşire inanmakla mümkün olmuştur. Meseleyi misallerle ele alalım :
    Çocuklar : Çocukların büyükleri gibi ölen yakınlarını unutmak için unutturucu uğraşları olmadığından saplantı haline gelen ölüm gerçeğini aklından atamayacak , ancak öldükten sonra dirilmeye inanmakla kalbi feraha erecektir. ( Mesela babası ölen bir çocuk : Babam öldü ama cennete gitti. O şimdi gittiği yerde daha mutlu. Bizde bir zaman sonra onun yanına gidip hiç ayrılmayacağız. Diyebilirse teselli olur.)ihtiyarlar: Hayat yolunun sonuna gelmiş ihtiyarlar . ancak ölümün idamı ebedi değil fani hayattan baki hayata geçiş olduğuna inanırlarsa hayattan zevk alabilirler.
    gençler: Hareket ve aksiyonun temsilcileri gençlerdir. Onlar hayatı hem cennete hem cehenneme çevirebilirler. Gençlerin azgınlıklarını , haddi aşmalarını önlemek ancak haşir akidesine inanmakla mümkün olur.
    Hastalar: Hasta hastalığı ebedi aleme gidişte bir araç olarak görürse ve“Evet ben gidiyorum fakat öyle bir yere gidiyorum ki orada ancak mutluluk var” Diyecek inancı varsa mutlu olabilir.Yine “Evet ben hastayım fakat benim Rabbim çektiğim çileleri karşılıksız bırakmaz; mutlaka ahrette karşılığını verir.” Diyebilirse ızdırap ve sıkıntılara katlanabilir.
    Mazlumlar : Zulme uğramışlar gördükleri zulümlerin adil bir mahkemede karşılığını göreceklerini ve zalimlerin cezalandırılacağına inanırlarsa mutlu olabilirler.
    Bütün musibet zedeler: Başına gelen musibetlerin ( sel, yangın , savaş, kaza ) ahrette kendisine ihsan olarak geri döneceğine inanırsa teselli olabilir.
    Milletler ve Devletler: Millet ve Devletler ancak haşir akidesi ile ihya edilebilir.( rüşvet, adam kayırma , sahtekarlık olmaz)
    Adalet: Adaletin ihyası ancak haşir akidesi ile mümkündür. Suçlu çeldirici deliller gösterip haklı görünebilir. Ancak her şeyin ortaya çıkacağı haklı ile haksızın ayrılacağı bir mekanın olacağına inanırsa gerçek adalet tesis edilebilir. ( Efendimize (sav) anlaşamayan iki sahabe geldi . efendimiz –“ Bana inandırıcı delil getireni haklı bulurum. Fakat daha sonra ALLAH’a hesap vereceksiniz unutmayın” dedi. Bu sözlerden sonra iki sahabede ağlayarak haklarını birbirlerine helal ettiler... işte gerçek adalet.
    Gıybet: öldükten sonra dirilmeye inanan insan Müslüman kardeşini asla arkasından çekiştirmez. Zira fertleri birbirine düşüren ve hayatı içtimaiyi felce uğratan gıybetten daima uzak durur.
    Evet yukarıda izah edildiği gibi haşire inanmak hem ferdin hem de toplumun refahını sağlar.

  7. #7
    Garip_Maznun
    Guest Garip_Maznun - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart

    AHİRETİN VARLIĞINA DELİLLER

    Dinin en önemli unsuru ALLAH’a imandır. Bütün kainatı yoktan var eden , bitki ayvan ve insana kudret hazinesinden hayat veren her birinin ayrı ayrı ihtiyaçlarını gideren ve bütün icraatlarının binler hikmeti olan nihayetsiz şefkat ve adalet sahibi bir Yaratıcıya inanmak dinin ilk ve en temel kaidesidir. Bu ilk kabulden sonra dinin en önemli rükünlerinden biri ahrete imandır. Ahretin varlığına bazı deliller:
    1-) Her bir Esma-i Hüsna (ALLAH’ın güzel isimleri) ahretin varlığına delildir. Mesela :
    a-) Kadir ( her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi) ismi ahretin delilidir. Şöyle ki:
    Nasıl ki bir iğne ustasız olmaz , bir nakış nakkaşsız olmaz, bir kitap katipsiz olmaz : aynen öylede zerreden güneşe kadar her varlığın en güzel şekilde tazim edildiği şu kâinat sarayının da bir yapıcısı ve bir sanatkarı vardır. O da ALLAH ‘tır. Yerin göğün yaratıcısı her şeyin sahibi yüce ALLAH gönderdiği peygamberler vasıtası ile insanoğluna “ ahret vardır, ceza vardır, mükafat vardır “ diyor iyilik yapanların karşılığını göreceğini ve yine kötülük yapanların cezaya çarptırılacağını va’d ediyor. ALLAH hulf-ul vaadde bulunur mu ? Oysaki hulf-ul va’d acizliktendir. ALLAH her türlü acizlikten uzaktır; öyle ise ahret vardır ve ALLAH insanları tekrar yaratacak ve va’dini yerine getirecektir.

    b-) Adil ( sonsuz adalet sahibi) ismi ahrete delildir. Şöyle ki:
    Biz biliyoruz ki şu dünyada zalim zalimliği ile mazlumda mazlumluğu ile kalıyor. Zira Hitler , Musollini , Lenin ve bir çok zalim dünyada milyonlarca kişinin ölümüne sebep oldular. Fakat törenle defnedildiler. Eğer bu insanlar dünyada cezalandırılsalardı en fazla idam edilirlerdi. Oysa ölmekle milyonlarca can almalarına karşılık bir can veriyorlar. Tam adaletin olabilmesi için onlar yüzünden ölen insanlar kadar canları alınmalı , onlar yüzünden acı çeken insanlar kadar acı çekmelidirler. Fakat bu dünyada bu mümkün değildir. Acaba nihayetsiz adalet sahibi ALLAH buna izin verir mi? Tam adaletin sağlanması bu dünyada mümkün olmadığına göre mutlaka bir başka aleme bırakılıyor. Öyle ise ahret vardır. Hesap mutlaka olacaktır.
    Bir ülkede hiç hapishane olmasa bir adam hükümdara karşı devamlı saygısızlık yapsa kanun ve nizama uymasa elbette sadece o adamı cezalandırmak için bir cezaevi yapılır. Aynen öylede ALLAH’tan gelen nimetlere şükretmeyen hatta daha da ileri giderek gerçek nimet sahibini inkar eden edepsizler için bir ceza yeri olacaktır. Madem bu dünyada böyle bir ceza yeri yok öyle ise mutlaka başka bir alemde olacaktır.
    ALLAH bu dünyada isyan edenler veya itaat edenler diye kısımlara ayırmadan herkese nimet veriyor. Demek ki itaat edenleri mükafatlandıracağı isyan edenleri cezalandıracağı başka bir mekan var.
    Seven sevdiğine mükafat vermek onu daima mutlak görmek ister. Ama biz biliyoruz ki , ALLAH ‘ın en sevgili kulu Hz. Muhammed’e (sav) ALLAH vardır dediği için işkencenin akla hayale gelmeyeni tatbik edilmiş buna karşılık ALLAH’ın nimetlerini yalanlayıp ona isyan eden ebu cehil hayatını keyif ve eğlence ile geçirmiştir. Acaba ALLAH sadece insanlığın iftihar tablosu için bir cennet ve ebu cehil için bir cehennem yaratmaz mı?
    Bir kimyager büyük bir itina ve çalışma sonucu her yaprağı on milyon lira kıymetinde olan gayet güzel ve eşsiz çiçekler yapsa ve bunları âdi bir saman çöpüymüş gibi keçilere yedirse ne kadar abes olur. O halde , her bir organı milyarlarca liraya değişilmeyecek kadar kıymetli olan insanları, elbette ki Hakîm-i Zülkemâl olan ALLAH (C.C) sadece ve sadece toprak altındaki kurt ve böceklere yedirmek için yaratmamıştır.
    İşte ahret olmasa insanın âkıbeti ve sonu bu tarzda olur...

  8. #8
    Garip_Maznun
    Guest Garip_Maznun - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart

    C) Rahim ( sonsuz merhamet sahibi ) ismi ahreti iktiza eder.
    Şefkati ile anayı yavrusuna hizmetçi eden , karıncadan file kadar her canlının münacatına cevap veren ALLAH , kâinatta en çok değer verdiği insanın ebediyet isteğini karşılıksız bırakır mı?
    2-) Nübüvvet haşre dellallık ediyor.

    Evet ehli tahkikin ittifakı ile şakkı kamer ve parmaklarından su akması gibi bini aşkın mucizeden had ve hesaba gelmez peygamberlik delili ile muhbir-i sadık haber veriyor :
    “ Hazırlanınız , başka daimi bir memlekete gideceksiniz: öyle bir memleket ki bu memleket ona nispeten bir zindan hükmündedir. Yüce yaratıcının fermanını dinleyip itaat ederseniz ihsanlara mazhar olacaksınız; yok isyan edip dinlemezseniz , müthiş zindanlara atılacaksınız. “
    Mü’min kâfir O’nu tanıyan herkes tarafından Muhammedül Emin olarak bilinen ALLAH Rasulu hayatında hiç yalan söylememiş. Buna tarih şahittir. ( benden sonra hilafet 30 sene sürecektir. İstanbul mutlaka fethedilecek , bana ilk kavuşan Hz. Fatıma olacak demiş ve hepsi doğru çıkmıştır.) O’nun ahretin varlığından bahsetmesi ahretin olduğuna delil olarak yetmez mi?
    İnsanlığın en seçkin simaları Peygamberlerdir. Zira onların yala konuşabileceklerini düşünmek bile küfürdür. Çünkü onlar kötülüklere karşı ALLAH tarafından korunmaktadır. Evet Hz Muhammed başta olmak üzere Hz. İsa , Hz. Musa , Hz. Davut gibi Kur’an da adı geçen 24 peygamber yine Kur’an da adı geçmese de gelmiş olduğu bildirilen 124.000 peygamber ahret vardır diye haber vermişlerdir.
    Ayrı ayrı yerlerde ayrı ayrı ayrı zamanlarda birbirlerinden haberdar olmaları imkansız olan sadık muhabirlerin bil ittifak aynı hakikati haber vermeleri delil olarak yetmez mi?
    3-) Kur’an Haşir vardır diyor
    Kur’an ki “bütün alimlerinizi , bütün ediplerinizi toplayın yine de Kur’anın bir suresini meydana getiremezsiniz. “ , mealinde ki ayetle kendisinin hak kelâmı olduğuna itiraz edenleri susturan ilahi hitapta tam 115 defa ahretten bahsedilmektedir. Evet şahit olarak yüksekler yükseğinden nüzul eden ilahi kanunlar mecmuası Kur’an yetmez mi?
    4-) İnsandaki Ebediyet isteği ahret vardır diyor.
    Nasıl ki meyve ağaca , ayak izleri bir canlıya , su kaynağına delalet eder. Dar çerçeve içinde yaşayan insanın hiç ebedi varlık görmediği halde ebediyet istemesi ebedi bir mekana delalet eder .
    Bir balinanın yüzdüğü suda suyun sığlığı nedeniyle sırtı görünse anlarız ki bu balık bu denizin balığı değil ... Aynen öyle de insanın istekleri bu dünyada bitmiyor öyle ise insanın gerçek mekanı burası değildir. Bütün isteklerine cevap verilecek bir alem vardır. Orası fani dünya hayatından sonra başlayacak baki ahret hayatıdır.
    5-) Tarih Ahret var diyor
    Firavunlar ölünce mezarlarına altın ve gümüş koyuyorlardı ve ölen her Fravun üzerinde yalvarış ifade eden dua kağıtları ile gömülürdü.

    Zerdüştler ve budistler de dünya dışında bir mekandan bahsedip insanları uyarmışlardır.

    Bir çok düşünür ve ilim adamı ahiretin varlığından bahsetmiştir ;

    Yunanlıların ünlü tarihçisi Homeros ruhların öbür alemde barınakları olduğundan orada mutlu olacaklarından bahsetmiştir.

    Pisagor insanların cismani ve ruhi hesap vereceklerinden bahsetmiştir.

    Eflatun ahiretin varlığına verdiği Tabiat – Fazilet delilinde :
    İnsan fazilet için yaratılmıştır dolayısıyla kötü hislerinden ayrılmalıdır. Ancak insanın dünyadaki bu mahrumiyetinin mutlaka başka bir alemde karşılığı olmalıdır. Diyerek ahirete işaret etmiştir.

    Dekart gibi bir materyalist (maddeci) “ içime doğanlar” adlı kitabında ruhların ölümsüzlüğünden bahsetmektedir.

    Evet kimi Mısırda , kimi Yunanistan’da , kimi Hindistan’da olan farklı zamanlarda birbirlerinden habersiz yaşamış bu insanların söz birliği etmişçesine ahiretin varlığına şahitlik etmeleri delil olarak yetmez mi?
    Hukukta bir iddianın kabul edilebilmesi için güvenilir iki şahidin olması yeterlidir. Yukarıda gördüğünüz gibi bütün peygamberler bir çok düşünür ve tarihten günümüze islam ve hristiyanlık aleminin bütün din alimleri ahiret vardır demişler. Bir konu üzerinde bu kadar şahidin ittifak etmesi aklen , mantıken ve vicdanen doğruluğunu göstermez mi?

    Sakın deme bu ölmüş canlıların dirilmesi acaba nasıl mümkün olacak?

    Nasıl her kışın ölen bütün bitkiler baharda canlanıyorsa öyle olacak.
    Nasıl toprağa atılan kupkuru tohum yeşeriyorsa öyle olacak
    Nasıl , insan vücudunda, kesilmiş hayvan eti, kurumuş buğday unundan yapılmış ekmek tekrar canlanıyor, kemiğe , ilik kollarına , kas oluyor aynen öyle de bütün insanlar dirilecek
    Hem nasıl yüzler şahidin şehadetiyle şehitler tabiat kanunlarına isyan edercesine çürüyüp toprak olmuyor. Aynen öylede şehitleri muhafaza eden kudret sahibi elbette çürümüş cesetlere can vermeye muktediridir.
    Küfürde ısrar eden Übey bin Halef elindeki kuru kemiği Efendimize göstererek “ Bunu kim diriltecek “ deyince, Efendimiz... “ Kim önce can verdi ise o “ cevabını verdi. Bu cevap tek başına delil olarak yetmez mi?
    Video kasetleri ile kuluna ses ve görüntüyü muhafaza etmeyi , mumyalama ile vücudu bozulmadan saklamayı öğreten ALLAH , insanı muhafaza edip tekrar diriltmez mi?
    Bir çam ağacını çam çekirdeğine çıkarttıran ALLAH , insanı çürüyen kemiklerden çıkaramaz mı?
    Bir arabayı icad mı zordur, bozup yeniden yapmak mı? ALLAH insanı yoktan var etmiş çürüyüp dağıldıktan sonra tekrar nasıl diriltir diye sorulur mu?
    En büyük bir ağacın ruh programı nokta gibi küçük bir çekirdekte toplayıp muhafaza eden Zat-ı Hakim-i Hafız “ Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi?

    Sakın deme bu ölmüş canlıların dirilmesi acaba nasıl mümkün olacak?
    Nasıl her kışın ölen bütün bitkiler baharda canlanıyorsa öyle olacak.
    Nasıl toprağa atılan kupkuru tohum yeşeriyorsa öyle olacak
    Nasıl , insan vücudunda, kesilmiş hayvan eti, kurumuş buğday unundan yapılmış ekmek tekrar canlanıyor, kemiğe , ilik kollarına , kas oluyor aynen öyle de bütün insanlar dirilecek
    Hem nasıl yüzler şahidin şehadetiyle şehitler tabiat kanunlarına isyan edercesine çürüyüp toprak olmuyor. Aynen öylede şehitleri muhafaza eden kudret sahibi elbette çürümüş cesetlere can vermeye muktediridir.
    Küfürde ısrar eden Übey bin Halef elindeki kuru kemiği Efendimize göstererek “ Bunu kim diriltecek “ deyince, Efendimiz... “ Kim önce can verdi ise o “ cevabını verdi. Bu cevap tek başına delil olarak yetmez mi?
    Video kasetleri ile kuluna ses ve görüntüyü muhafaza etmeyi , mumyalama ile vücudu bozulmadan saklamayı öğreten ALLAH , insanı muhafaza edip tekrar diriltmez mi?
    Bir çam ağacını çam çekirdeğine çıkarttıran ALLAH , insanı çürüyen kemiklerden çıkaramaz mı?
    Bir arabayı icad mı zordur, bozup yeniden yapmak mı? ALLAH insanı yoktan var etmiş çürüyüp dağıldıktan sonra tekrar nasıl diriltir diye sorulur mu?
    En büyük bir ağacın ruh programı nokta gibi küçük bir çekirdekte toplayıp muhafaza eden Zat-ı Hakim-i Hafız “ Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi?
    Unutma ! Ölüm hem yeni gelecek mahlukata yer boşaltmak hem de insana vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan uzaklaştıran ikaz-ı ilahidir.
    Sakın korkma! Ölüm ebedi bir idam kapısı değil. Sadece mekan değişikliğidir. Senin gibi mü’minler için ebedi bir saadet alemidir. Öyle ise Üstad Bediüzzaman gibi söyle:Mevte , ecele dost bakarım , sen gibi korkmam kabre gülerek giderim , sen gibi ürkmem.

  9. #9
    Müdakkik Üye ErekNUR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    Nov 2008
    Bulunduğu yer
    Van-Horhor
    Yaş
    44
    Mesajlar
    854

    Standart

    “ Hazırlanınız , başka daimi bir memlekete gideceksiniz: öyle bir memleket ki bu memleket ona nispeten bir zindan hükmündedir.

    Allah razı olsun



    Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa,
    bunun sırrı işte budur. Said yoktur.
    Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur.
    Konuşan yalnız hakikattir,
    hakikat-i imaniyedir
    çünkü DAVAM DEVAM iledir
    vanasyanur


  10. #10
    Garip_Maznun
    Guest Garip_Maznun - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart

    BUNUN İÇİN Mİ ?..

    Bir kimyager büyük bir itina ve çalışma sonucu her yaprağı on milyon lira kıymetinde olan gayet güzel ve eşsiz çiçekler yapsa ve bunları âdi bir saman çöpüymüş gibi keçilere yedirse ne kadar abes olur. O halde , her bir organı milyarlarca liraya değişilmeyecek kadar kıymetli olan insanları, elbette ki Hakîm-i Zülkemâl olan ALLAH (C.C) sadece ve sadece toprak altındaki kurt ve böceklere yedirmek için yaratmamıştır.
    İşte ahiret olmasa insanın âkıbeti ve sonu bu tarzda olur...

+ Konu Cevaplama Paneli

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)

     

Benzer Konular

  1. Kıyamet Bahsi
    By _KimyA_ in forum Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 02.09.14, 11:46
  2. Kader Bahsi
    By _vatan_ in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 27.05.14, 23:40
  3. Münafıklar Bahsi
    By Ene-Zerre in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 11
    Son Mesaj: 10.07.09, 14:11
  4. Altıncı Şua Tahiyyat Bahsi
    By FAİK in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 6
    Son Mesaj: 11.03.09, 16:04
  5. Zelzele Bahsi
    By abluka in forum Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri
    Cevaplar: 22
    Son Mesaj: 10.08.08, 15:04

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Var
Google Grupları
RisaleForum grubuna abone ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0