Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi, hitâb-ı "İyyake na'büdü" -1- demekle herkese kâfi gelmiyor; fikir dağılıyor. Mecmûundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülâhaza edip, "İyyake na'büdü ve iyyake nesteıyn" -2- demeye küre-i arz vüs'atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binâen, cüz'iyâtta zâhir bir sûrette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nev'de sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor. Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede "İyyake na'büdü ve iyyake nesteıyn" deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitâb ederek müteveccih olsun.
İşte Kur'ân-ı Hakîm bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamında, meselâ semâvât ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden, en küçük bir daireden ve en dakîk bir cüz'îden bahseder; tâ ki, zâhir bir sûrette hâtem-i ehadiyeti göstersin. Meselâ, hilkat-i semâvât ve arzdan bahsi içinde, hilkat-ı insandan ve insanın sesinden ve sîmâsındaki dekâik-ı nimet ve hikmetten bahis açar; tâ ki fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Ma'budunu doğrudan doğruya bulsun. Meselâ,
-3-
âyeti mezkûr hakikati mu'cizâne bir sûrette gösteriyor
Marifet ufku....
Muhabbet denizinde çalan bir melodi gibidir
Bu güzel mevzu ile alakadar olduğunu düşündüğüm ve okuduğumda istifade ettiğim bir yazıyı paylaşmak isterim... inş. konuyu baltalamış olmam.
'' ...Afak ve enfüs bize Rabbimizi tanıtan iki muazzam pencere hükmündedir...
İbrahim ( a.s ) bu iki kanadı berabece kuşanmış 'güzel bir örnek' olarak çıkar Kur'an ' da karşımıza.
O nun ' ben kaybolup gidenleri sevmem ' anlamına gelen ' la uhibbul afilin ' sözü , afakta ve enfüsde dış dünyada ve çi alemimizde bize O nu bildiren ayetler buluşturan bir büyük formul gibidir.İbrahim ( a.s ) bu kısacık sözü ile Rab ve ilah olarak tanınmaya kimin layık olduğunu kavmine öğretmiştir.
La uhibbu'l afilin bu kısacık cümlede ' la uhibbu' yüzü enfüse ; ' el afilin ' yüzü ise afaka bakmaktadır.
Açacak olursak : İbrahim ( a.s) dış dünyaya baktığında gördüğü mevcutlarda bilinmeye ve sevilmeye değer özellikler bulmuştur.Ama o mevcutların ' afilin' , yani ' kaybolup gidici ' olduğunu da görmüştür. Dönüp iç dünyasına baktığında , kalbinin kaybolup gidenlere karşı '' la uhibbu ' sadasını duymuştur... '' metin karabaşoğlu
(yani 'afilin' afakta yapılmış bir tefekkürün semeresi olduğu gibi la uhibbu' da enfusi bir yönelişin semeresidir. )
------------------------------
Bununla beraber alemime yeni yeni düşmeye başlayan ve uzaktan bakabildiğim kadarıyla kelime-i tevhid ( la ilahe illallah ) ile ibrahim ( a.s) münacat-ı meşhuresi ( la uhibbul afilin ) pek çok noktada paralellik çeriyor.
Her iki kelamda , tefekkürde bize yol gösteren ortak metodlar talim ediyor.
evvela her iki kelamda ' la ' yani kelimeyi olumsuz yapan bir lafızla başlıyor. Bu ise tahkik mesleğine işarettir.
La ilahe denilmekle kainatta esbabın, tabiatın yada kör tesadüfün ilah olamayacağı hakikati ilan ediliyor.Onların bir ilah olmadığı tahkikinden sonra ilah olmaya layık vasıflarla muttasıf Zat ' ın ancak '' Allah ' olduğu ifade ediliyor.Üstad tabiat lem'asında aynı metodu kullanır.Önce la ilahe der yani şirk makamında tutulan 3 şıkkı inceler.
1. kendi kendine olması
2.esbab
3. tabiat işte bunların ilah olamayacağı tahakkuk eder ki buda ' la ilahe ' demektir.
4. şık olarak mevcudatı bir kadir-i zülcelal' in yed-i kudretine verir zaten aklen bu 4 şıkdan başkası düşünülemez. Egale edilen 3 şık ile tahkikat yapılır neticede illallah denilir. Öyle ise illallah demek için evvela la ilahe diyebilmemiz gerekiyor.
Aynı metod la uhibbul afilin içinde geçerlidir desek yanlış olmaz sanırım .
'la ilahe' ile kimlerin ilah olamayacağı ortaya konarken la uhibbu ilede kimlerin perestij ( tapınmak ) derecesinde bir sevgiye layık olmadığı ortaya konuyor. ibrahim ( a.s ) direk 'uhibbu'l baki' de diyebilirdi ama bu ifade, yaşanmış bir tahkikat sürecini tam olarak ifade etmiyor.kelime-i tevhid de ' illallah' olduğu gibi , 'uhibbu'l baki' dahi tahkikat neticesinde varılan bir sonuçtur. Sonucu hemen nazarlara vermek ise taklid mesleğidir değil mi ? İbrahim ( a.s )evvela Allah ' tan maada mevcudata kalben yönelmiş ki bu tahkik ile yaşadığı yönelişler her defasında onu gerisin geri dönmeye mecbur etmiş.Fakat tüm bu yaşananlar ile ' sevmem ' diyebilmiş. insan neleri sevemediğini öğrendikten sonra ancak, sevgiye layık neleri aradığını hakkalyakin hissedebilir.Aynı şekilde nelerin ilah olamayacağını öğrendikten sonra hakkalyakin Allah ' a yönelebilir.
Bu tefekkür çok taze olduğu için çok eksiklikleri ve hataları barındırıyor olması kuvvetle muhtemel... La ya ' lemul gaybe illallah
Konu gulsah tarafından (17.06.08 Saat 20:17 ) değiştirilmiştir.
''Şahsın üslub-u beyanı , şahsın timsal-i şahsiyetidir.
Ben ise :
gördüğünüz veya işittiğiniz gibi , halli müşkil bir muammayım ''
Said Nursi
نَمِى اَرْزَدْ غُرُوبْدَه غَيْب شُدَنْ مَطْلُوبْ
Bir matlub ki, gurubda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.
Öyle sevilen bir sevgili ki batıp gitmekte görünmez olmaya mahkûm; kalbin alakasına, fikrin ve aklın merakına değmiyor. İstek ve arzulara cevap verecek ve başvurulacak olamıyor, arkasında gam ve kederle ve üzüntülerle üzülme ve acı duymaya layık değildir. Onun içindir ki nerede kaldı ebed isteyen kalbin ihtiyaçlarını karşılasın ve kalb ona tapma derecesinde bağlansın ve onu sevsin ve ona bağlansın kalsın. Bu mümkün mü?
Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. (Bediüzzaman)
نَمِى خَواهَمْ فَنَادَه مَحْو شُدَنْ مَقْصُودْ
Bir maksud ki, fenada mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünki, fâniyim, fâni olanı istemem; neyleyeyim?..
Öyle bir maksud, istenilen ki,fenada yani geçicilikte mahvoluyor;o maksudu istemem.Çünkü fenaya giden,beka isteyen kalbin ilacı olamaz.Kalbim ebed istiyor,beka istiyor fenaya mahkum olan ve sonsuz olan acziyetime ve arzularıma çare olamıyor.O zaman onu istemem.Çünkü bende faniyim fani ve geçici olan benim beka arzuma çare olamaz.O zaman fani olanı istemem;neyleleyim kalbimi mutmain etmiyor fani olanlar.Derdim büyük fani çare olamıyor.
Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. (Bediüzzaman)
نَمِى خَوانَمْ زَوَالْدَه دَفْن شُدَنْ مَعْبُودْ
Bir Mâbud ki, zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünki nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük derdlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur?
Öyle bir tapılan,kulluk edilen Ma’bud ki,zevale,yokluğa gömülüyor;onu çağırmam,ona sığınmam.Çünkü ben nihayetsiz muhtac ve acizim.Azciyetim sonsuz,fakriyatım sonsuz,düşmanlarım sonsuz.Zevale mahkum olan nasıl benim sonsuz dertlerime derman olabilir.İşte aciz olan mahlukat benim pek büyük dertlerime deva bulamaz çare olamaz.Ebedi ve sonsuz yaralarıma merhem süremez.Sönmek ve yok olmaktan kendini kurtaramayan nasıl tapılan,kulluk edilen Ma’bud olabilir.
Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. (Bediüzzaman)
عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ نِدَاء (لاَ اُحِبُّ اْلاۤفِلِينَ) مِى زَنَدْ رُوحَمْ
Evet zâhire mübtelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevalini görmek ile me'yûsâne feryad eder ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi لاَ اُحِبُّ اْلاۤفِلِينَ feryâdını ilân ediyor.
Akıl zahire yani görülene müptela ve düşkündür.Gördüğü ile hükmetmek aklın muktezasıdır.Aklı gözüne inenlerin ise derdi ve yaraları çok deridir.İşte görünüşe ve gördüğüne düşkün olan akıl şu karmakarışık kainatta ve çok düşkün olduğu matlupların sönmesini ve yok olmasını görmek ile şiddetli üzülme ve meyusiyetle feryad eder:ruh ise ebedi ve sonsuz bir sevgili ve mahbub arar.Bu arayışı ile ruh “Batıp gidenleri sevmem” feryadı ile fani olanlardan alakasını kesip bakiye müteveccih olur.
Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. (Bediüzzaman)
نَمِى خَواهَمْ نَمِى خَوانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرَاقِى
İstemem, arzu etmem, takat getirmem müfarakati...
Ayrılıklar istenmez, arzu edilmez ve takat getirilmez. Çünkü her ayrılık ebede müştak olan ruhun derdine derman olamaz.
Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. (Bediüzzaman)
نَمِى اَرْزَدْ مَرَاقَه اِينْ زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلاَقِى
Der-akab zeval ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç lâyık değildir. Çünki: Zeval-i lezzet, elem olduğu gibi; zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecâzî âşıkların divanları, yâni aşknameleri olan manzum kitabları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddır. Herbirinin, bütün divan-ı eş'ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar.
Çok acele ve çabuk zeval ile acılaşan kavuşmalar, kederlenmeye,üzülmeye ve de merak etmeye değmezler.İştiyak ve arzuya hiç değmezler ve layık da değillerdir.
Çünkü lezzetin son bulması elemdir.Lezetin biticeğini düşünmek dahi bir elem ve üzüntüdür;hatta bir ızdıraptır.
Bütün mecazi aşıkların yani surete ve dünyanın fenasına müştak olan aşıkların divanları,yani aşk şarkıları ve şiirleri ve de şiir kitapları,lezzetin bitmesinden gelen düşüncelerin elemli ve ızdıraplı birer feryatlarıdır.Bütün şair ve aşıkların şiir kitapları ve divanlarının ruhları eğer sıkılsa elemli ve feryatlı birere damla olur.
Nasılki kainat sıkılsa insan damlası meydana çıkar;bütün şiir divanlarının sıkılmasından çıkan damlalar da elem ve feryad damlalarıdır.
Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. (Bediüzzaman)
....
Bil ey nefis,
Bazısı güzeli sever bazısı güzelliği,
sen aynalara ettin pereştiş ,
oysa ne ayna ne de aynada ki,
güzelliğin aynı değilmiş.
Konu Bilal-i Sivasi tarafından (19.06.08 Saat 10:44 ) değiştirilmiştir.
Ey muhataplarım!
Ben çok bağırıyorum. Zîra, asr-ı salis-i aşrın, yani on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum,
sûreten medenî ve
dinde lakayd ve
fikren mazinin en derin derelerinde olanları
camie davet ediyorum.
Şu an 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 konuk)